All Posts By

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut nevinakbulut psikoloji yeni yazı

Bir Bulut Sancısı

Bir bulut sancısıydı benim gökyüzüm. Kimseyi beklemiyorum, hiçbir şeyin umduğum gibi olmayacağını çoktan kabullendim. Sırf bu bile artık buraya ait olmadığımın en belirgin kanıtı.

Camın önünde oturduğu koltuktaki iz gibiydi varlığı, yokluğu demek daha doğru olurdu, kendi belirginliğinden vazgeçmiş, belleğini içindekilerle birlikte yitirmeyi göze almıştı. Cam bir şeyleri bekleyenler içindi bir de canı sıkılanlar için, akşamları yağmur yağarken, sokak lambasını seyretmek içindi. Camla derdi yoktu, koltukla olduğu kadar. Kendini bir şekilde söküp, almalıydı oradan, tüm ışıklar ve seslerden. Oluruna bırakmakla, umursamazlık arasında kendini yiyip, bitirmekle geçiyordu çoğu zaman. Daha ne kadar sessizleşebilir ve nasıl biraz daha kaybolabilirim diye düşüyordu. Yokluğun da bir sınırı vardı, tıpkı varlık gibi, hiçbir şey ebediyete kadar yok olamıyordu. Sadece azalıyor ya da eksiliyordun, varlığını anlamsızlaştırarak, yokluğa biat ediyordun. O uçsuz bucaksızlıkta kendine ayrılan zamanı da reddediyordu, hiçbir şeye sahip olmazsa harcayacak bir şeyi de olmazdı. Her harcama sonunda muhakkak bir üzüntü vesilesi olurdu, bunca sıkkınlık varken daha da burulmanın hiç gereği yoktu.

Bu delikten kaçmak, bu deliliği kabullenmek, hatta sarıp, sarmalamak, başka kurtuluş yoktu bizler için. Hayal kırıklığından başka gidecek yerimiz yok! Dışarıdaki gürültülerden şikâyet ederken, asıl kendi içi susmuyordu, hele o kafasındaki sesler, puslar, çığlıklar… Gündüz canlı ve ayık gördüğüm tüm kâbuslar rüyalarımı da ele geçirdi, çağımdan şikâyetçiyim, ömrümü istemiyorum, yaşadığımdan sıkıldım.

Sinirlerimin bile sinirlendiğini, koşturduğunu hissediyorum bazen. Zamansız bir yarayım, belki de yarasız ve yararsız bir zaman. Yıllar önce Denemeyi Denemek diye bir yazı yazmıştım. Şimdilerde de değişen bir şey yok pek fazla, yine deniyorum, her şey denemeye dönüşüyor bir yerden sonra, yazmaya kalktığım ne varsa. Şiir diye yola çıktıklarım da kendini denemekten ileri gidemiyor. İçinden başka yollar, başka denemeler çıkıyor, onu yazmaya devam edeyim derken, ucunu kaçırıyorum, uçurumlarla boğuşuyorum, dolambaçlarda kayboluyorum. Bu sefer bomboş bir ormanda, öyle yol bilmeden gidiyormuşum gibi belki buradan ana caddeye çıkarım ya da şuradan bir sokağa dalarım diye uğraşırken, bir sürü yol yani yazı çıkıyor önümde. Daha sonra upuzun bir metin olunca, içinden ilk yazmaya çalıştığıma dair olanları almaya çalışıp, yeniden onun üzerinden devam ediyorum, tamamlamaya çalışıyorum. O anki iştahla yazınca bitecek gibi olan bir şey belki başka bir zaman o hâl olmadığından günlerce sürüyor, nihayet bittiğinde, geri kalanlar da, artan demek istemiyorum çünkü artık değil, diğerleri de başka bir yazının ya da denemenin konusu oluyor. Bir anda bazen üç yazı birden yazıyorum. Kısaca denemeyi denemekten hâlâ kurtulamıyorum. Kendime göre beğendiğim, kusursuz bulduğum yerleri ayıklayıp, koca yazılardan, alıyorum. Diğerleri genelde hiç yazılmayacak bir yazının ya da kitabın bekleyeni oluyor.

Henüz nokta konulmadı diye bitmedi sanıyorsun. Oysa yıllar önce hiçbir şey söylemeden ya da bitirmeye dair bir eylem olmadan, bitmişti. Sürdüğüne içinden inanarak, bir yere varacağını zannediyorsun, bitse de herkes gibi bitecekti, o aynı sonla, aynı buruklukla ama herkes gibi sona ermediği için, bitmedi zannediyorsun. Herkesin bitmişi kendine göre, içindedir. Herkes her şeyi farklı bitirir kafasında, herkesin bitişi de susuşu da kendine özeldir. Ben de kendi bildiğim gibi sustum. Çünkü tatlı rüyalarla gelmedim ben bu dünyaya.

Bazı günler gereksiz bir coşku kaplıyor içimi, nedensiz, az sonra solacakmış gibi bir neşe. Kırılgan en az içim kadar. Kederin içinde kendini oraya ait hissetmeyen, yapay bir sevinç… Ve kederine sığınma derdi, hiçbir şeye bir daha bu kadar yakın hissedemeyeceğinin de bilincinde. Kalbimi kıran şeylerin başında geliyor bu saçmalık, nereye koyacağımı bilmediğim o uçucu coşku, sonrasında hırpalıyor beni, derdine alışıyor insan, kederini benimsiyor, içini biliyor çünkü. Yakın hissediyor, ruhunun, damarlarının ezberinde. Ama neşeler öyle değil, o uçuculuk hiçbir zaman sahip olunamayacağını hissettiriyor. Sonsuzluğu olmayan, hevesten öte gitmeyen durumların içinde bulunmak, dünyadan kayıp, gittiğini hissetmek gibi bir şey.

Bu neşeye de, övgüye de, zamansızlığa da lâyık değilsin. Buraya ait değilsin, cezalı gibi duruyorsun, tek ayak değilsin ama yüreğin ağzında bekliyorsun. Bunun çaresi yok. Düşünen suçlu artık, bunu öğrettiler, bilen huzursuz, hele anlayan yandı, ömür boyu hapis bu hayatta. İçinin huzursuzluğundan gidebileceğin tek yer cehennemdir.

Başkalarının iyi olduğuna kendimizi inandırmamız, kendi iyiliğimize inanmak için gerekiyor, içimizdeki kötülükten korkuyoruz ve bundan kaçmak için iyiliğe sığınıyoruz. İyiliğin derinine indiğimizde ya çekingenlik vardır ya da korku. İyilik yapmak için iyi olamıyor çoğu. Kendi iyiliğimizi öne çıkarmak için başkalarını över, göklere çıkarırız, iyimserliğin içine sığınarak, gerçekçilikten kaçınırız çünkü zor ve acı, bir şeyleri olduğu gibi ortaya çıkarmak, dökmek, buna kendini kötülemek de dâhil. Bu yüzden doğal ve içten değiliz, iyilik yaparken bile kişi kendi menfaati üzerine planlar yapar, hiçbir şey yapmasa bile o kibir göğsünü kabartır, mütevazılıktan kendine bir taht kurar, herkesten üstün gördüğü bir taht, indirmez kendini oradan. Dolayısıyla; içten içe bildiklerimizden kaçmak, unutmak, üstünü örtmek her zaman daha kolay olmuştur.

Anı defterinden bazı sayfaları hiç yaşanmamış gibi silip, atmak istersin hayatından, kendini kendine olan ihanetinle yargılarken, korkularınla kendine hak verirsin. Birinin okuması değil, kendi okumana bile katlanamaz, kendin yaşamaya katlanamadığın şeyleri birilerinin gözüne sokmanın lüzumsuzluğunu düşünüyorsun ne zamandır. O özlemle acı arası, uzakla yakın arası, varla yok arası, uykusuzlukla sersemlik arası zamanları bir çırpıda unutmak, belleğinin güven mekanizmasına kendini bırakmak istersin. Ama vardır, öyle bir şehir, öyle bir ülke, uzaklardaki sarıp, sarmalayan o dağlar, toprak yollar, bomboş araziler, sonsuz kere yalnız bulutlar. Her şeyiyle, taşıyla, toprağıyla sevdiğin, yokluğuna bile kendinin bile bilmediği, anlamadığı şekilde tapındığın o zamanlar rüya kadar uzakta da olsa yaşandı. O bölgeden, sana artık çok uzak olan o mesafeden duyduğun haberler, haritada bulmaya çalıştığın o yeri her anımsadığında, gökteki o parlak, tek başına yıldız sana selam gönderiyor gibi hisseder, boğazın düğümlenir, ürpertiyle hissedersin. Tam ortasında kalmışsındır o uzaklığın, suskunluğun, yokluğun, unutulacak yarınların tümünün… Eninde sonunda çukuruna belki varacaksın ama daha önce en derinine çekileceksin. Bu da şuradaki saçma bulduğun varlığının, sonsuz tesellisi olmalı. Ağlayabildiğin sürece yıkanacağın, yıkandıkça bulaşacağın ve hiç yakınmadığın, kaçamadığın o eski, en sahici duygularla çepeçevre sarındıklarınla, tüm içini duman gibi kaplayan, o bulutlu, seni sarsan efkârınla varsın, sevincinle değil.

05.01.2024 Cuma 11:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Tavandaki Travma

Bitişlerin olmazsa olmazı “artık”.

Bir süredir uykuya daldığını zannediyor ama uyumuyordu, uykuyu hayal ediyordu, hayal kurduğunu, uykunun hayalini kurduğunu zannediyordu ama aslında kuramıyordu, tüm bunları yazdığını zannediyor, iki kelime edemeden geçen bir yığın zaman yumağının içinde kayboluyordu. Vücudunun belli bir bölümü bombalanmıştı, özenlice çizip, biçilerek, planlı ve saatli, onların uygun gördüğü dakikalarda her gün, titizlikle atomla bombalanıyordu. Durmadan, ısrarla ve bezginlikle sanki bir yaşam varmış gibi yaşayarak geçen zaman aslında hiç geçmiyormuş gibi oldu.

Konuştuğunu zannediyorsun bir yerden sonra ama içine söylenmekten başka bir şey yapamıyorsun. Belki biraz dudakların kıpırdıyor, o kadar. Yine de anlatamadıklarını diyebilmenin bir yoluna giden patika gibiydi içindeki saf inancın. Ait olduğunu zannettiğin hikâyenin bile içine giremiyor, uzaktan izliyorsun. Beklemek senin tek isteğin, dokunulmadan, yüzleri görmeden, figürü olmayan tablolar gibi öyle bomboş. Gönüllü olarak çıktın kendi hayatından, iliklerinden sıyrıldın, uzaklaştın, belki bir yerde yaşanacak ufacık kalan bir kırıntı uğruna, değer miydi? Bunun önemi de yoktu. Beklemek tavan arasında birikenlerle birlikte, onlara benzeyerek her geçen yılda biraz daha eskiyerek, hem de hiçbir şey yapmadan. Yaptığını zannedip, aslında değmeden, dokunmadan, yaşamadan…

Terk ettiğin, üzerinden atladığın o yılların içinde yaşıyorsun hâlâ, geceleri. Uyumakla uyanmak arasında gördüklerini, uyusan bile hep uyandığını anlatamıyorsun mesela, uyansan da çare olmuyor anlatamadıkların… Dünyanın böyle bir yer olduğunu ve böyle gelip, bu şekilde gittiğini bir türlü hazmedemediğin için beyninde biriken soru işaretlerini vücudunun belirli yerlerine tıkıştırmaya çalışıyorsun, gecenin bir körü uykusuzluk olarak karşına dikilene kadar ya da yüreğinde anlayamadığın ve sürekli bahaneler uydurduğun, anlamsızlaştırmaya odaklandığın sızılarla birlikte, hiçbir şey yapamıyorsun. Böyle olmasını kabullenmediğin her gün senden biraz daha bir şeyler götürüyor, giden sadece o gün, o an ya da saat değil, senden iki katından fazlası gidiyor, yanlış yerde, yanlış ortamda ve yanlış yerlerinden eksiliyorsun, azalıyorsun. Birinin seni eksiltmesine ya da eksik hissettirmesine de ihtiyacın yok, uzun zamandır bunu kendin bile isteye yapıyorsun. Hiç eksilmeyen şeyler yine soru işaretleri, onların katı varlığı ve belki de hep böyle devam edecek olan, değişmeyecek bu soru işaretleri.

Hep bir kırık hava vardı, onun hikâyelerinde, neşenin bile içinde bir hüzün, imkânsızlığın içinde saf bir beklenti. Senin şiir dediğin, zamanını yitirmiş, aklını koruyamamış şeylerdi. Nasıl da buldum diye övünmekten kendini alamıyordun, oysa sen unutmayı unutmuş, bir sürü olur olmaz şeyler biriktirmiştin, kalabalıktın, böyle olması gerektiğine kendini inandırmıştın. Yorulmayı seviyor, yorulduğun ve o sıradan yoğunluğun için kendinle gurur duyuyordun. Bu kargaşanın içinde sen de varmış gibi yapıyor, içinde bir şeyler olursa biraz daha dolu biri gibi hissetmeye çalışıyordun, hissediyordun da.

Bütün bir şaşkınlıktım, sen umursamazlıktan geçilmiyordun. Tüm kayboluşları biriktirebilseydim toz gibi uçup, giderdim, oysa ben kayboluşlarımı da yitiriyordum, durmadan. Peşlerine anılarımı takıyordum, bulsunlar diye, bir koku, bir iz, bir yol, bir gece, bir sokak belki, biraz deniz. Hepsinin içinde anılarım da yok oluyordu, büyük bir şaşkınlığın içinde yok olmayı bekliyordum. Pek sayın kalbim, sana kalsa asla hayal kırıklığına uğramazdın, bu şansı sana bahşettim. Senin için kırdım bu zinciri, daha birçok şeyleri, sonrası devam etti, üst üste oldu hem de kırıklıklar. Bir tek durgun pencerelere dokunamadım, elim gitmedi, gitse ne olurdu onu da bilmiyorum çoktandır. Öylece bıraktım, kış geldi diye belki saksılarda çiçekleri, camda izleri sürekli büyüyen çamurlu yağmur damlalarını, isli içimi sokaklara, evimi içime.
Anılar biriktirmeye başlıyorsun, her bir kelimeyi titizlikle ve tam tersi bir düzensizlikle bir arada tutmaya, unutmama çalışıyorsun, harcanmasın ve hatta birileri tarafından kullanılmasın istiyorsun, karıncalanıyor ama anılar. Tüm bunları hissetmeye başladığında, bir şeylerin anı olabileceği gerçeğini hissettiğin ve düşündüğün anda, düşünüp, inandığında o şeyler anı oluyor gerçekten de. Uzak, yaşanmış, belki bir daha ulaşılamaz sınıfına dâhil oluyorlar, tıpkı çekmecelerimizde bir türlü atmaya kıyamayıp, varlığını da zaman içinde arada bir hatırladığımız eski nesneler gibi. O günlerin hatıra olabileceğini bildiğin anda başlıyorsun aslında kaybetmeye, belki de anıları biriktirerek kendini buna hazırlamaya ya da teselli etmeyi sonra da bulmayı bekliyorsun. Bazı anlara bakmak, hatırlamak ruhunun çıkmazlarına teselli bulmak gibi geliyordu. Bitiş ne kadar güzel olursa olsun, hep feciydi, sakince olduğu hatta hiçbir şey olmadığı o bitiş anlarında bile çünkü bir önceki hayatının cümlesi fedayla devam ediyor, devamında ya da sonunda beklenilen o veda olmadığı zamanlarda bile fedanın hebasını iliklerine kadar hissediyordun. Harcanmak, hırpalanmak tam olarak böyle bir şeydi.

Direkt muhatap alarak seslendiğim ya da yazdığım her şey bir zaman sonra, muhtemelen muhatabını bulamadığı için üçüncü şahıs kişilerine ya da diğer zamirlere dönüştü. Sen diye konuştuğum kendimmiş, içimi ayıklarken buldum. Kendi içime hikâye anlatır gibi konuşuyor ya da yazıyorum artık. Dinleyicisi de sadece kendim olduğu için cevap beklemiyorum, hiç sorun da olmuyor. Üstelik karşındaki kişinin sana katılıp, katılmayacağı, kızacağı ya da beğenmeyeceği veya çok seveceği de böylece önemsiz oluyor. Yaşayabilmekten sonra beklentisizlikti asıl sanat. Buna katlanabilmek ne mümkündü… Mümkünlerin kıyısı bile kalmamıştı artık, göz vardı, nizam, intizam, izan yoktu. Cümleler böyle yavanlaşsa da, diğerleri gibi ses getirmeyeceğini de bilsem ve hatta artık o cümleleri hiç ama hiç güçlü bulmasam da böyle daha katlanılır geliyordu seslenmek.

Sıfırın sonsuzluğunda uzlaşıyorum kendimle, içimde iadesini bir türlü beceremediğim vedaların yüküyle anlamsız bilançolar oluşturuyorum her sene sonunda. İçimin olmazsa olmazı “sabır”. Çabuk tükenen şey günümüzde, hızlıca biteceğini bildiğimden, sabrımı büyütüyorum, sesimi küçültüyorum, suskunluklarımı ortalığa yayıyorum, mat bir gürültü, sisli bir görüntü, böylesi iyi. Sabrımdan arta kalanları ardımda bırakıyorum, az önce son gemiyi de kaçırdığım yerden uzaklaşıyorum, yakacak gemi de bulamayacağım artık. Yalan dünyanın düzlüğünde, ününü yitirmiş bir dünsüz gibi bekliyorum bu serüven yokluğunda. Hiçliği paketlediğim çukurların başında bıçak çekmişti suskunluk, ne ateşlere direnmiştim cehenneme alışmak için, başkasının ödünç cehennemine de ihtiyacım yoktu, kimseye nefesimi borçlu değildim, bu soluksuzluk sonuna kadar benimdi, dünyanın varlığından beri gizlenen her şey yılan gibi kıvrılıyordu içimde, kımıldayacak yer bulamıyordum bazen, kargaşa buydu ama somut anlamlar gerekliydi. Burkulmuş bir kalp her zaman her şeyin üstesinden gelemezdi.

Isırılmış bir intihar gibiydi boşluğum, sükûnet vardı, iyi bulunmuştu bunca ilacın içinde, sakinliğin bahanesi. Dünyanın göbeği belliydi ama koynuna nasıl gireceğimi bulamıyordum, harita yoktu, eşyalar, cisimler işaret için yeterli değildi. Alıcı korkular, kalıcı kırılganlıkları doğuruyordu, biz her gün bilmediğimiz yerden doğuruyorduk, sevişmeden yeni terimleri. Normal diye bir şey yoktu, aynadaki yüzüm bile aynanın içinde biraz kalıyordu her çektiğimde siluetimi. Tesadüflerden uzakta, kendime öteyim, ötekiyim. Özümden alıntı yaparak, kendimi uzaklaştırıyorum. Biraz gerileyip kendimi böyle bakıyorum, kolladığımı düşünüyorum. Belki böylesi daha iyi oldu; uzak bulduğum şeyleri yakın buluyor, yakın bildiğim karmaşalardan sıyrılıp, anlamsızlıkları solluyorum. Tahammüllerimi uğurluyorum sessizce, tahammülsüzlüklerimi içime tıkıştırıyorum, kimseye bir şey belli etmeden vazgeçiyorum. Bu karmakarışıklığın içinde dikkat çekeceğimi de düşünmüyorum. Uzakla yakın yer değiştirdi ama yine de değişen bir şey olmadı. Yerine yerleştiğine inandığımız, değiştiğini düşündüğümüz hiçbir şey aynı anlamlara gelmedi, bıkkınlıkla hissediyoruz. Buldum zannediyorsun aslında kaybederken. Böylece dünyanın dışında, çemberini kendi elleriyle bozmuş, gitmek için bir şeyleri yıkmak, kırmak gereken durumlara gebeyim, temel ihtiyaç gibi damarlarımdaki atomdan sonra. Zaten kırılarak, bükülerek gelmedik mi bu hâle biz? Bir soru cümlesi daha neyi değiştirir? Anlaşılmadıkça anlamsızlaştık, yozlaştık, uzaklaştık içimize, kendimize, anlatmayı bıraktık, sıra anlamlara geldi sonra.

01.12.2023 12:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

İçten Bağıranlar

“Seni bildiğim kadar kendimi bilseydim böyle olur muydu diye düşünmeden edemiyorum” diye yıllar öncesinde yazdığım bu cümle ile şimdilerde tek başıma ve yine birçok şeyle olduğu gibi tek taraflı tartışmalara giriyorum, dert buluyorum, içime sindiriyorum bu derdi. Tabi içimden, hesaplaşıyorum belki, telaşlanıyorum, yeni sezgiler ekleniyor derdime, kendime yaptığım haksızlıklara karşı ve rağmen. Bildiğimiz tüm doğrular unutuldukça, yerine yeni bağlanacağımız yalanlara yer açıyoruz. İhtiyacımızın ve güvenilirliğin bu olduğunu zannederek… Yalanın rahatlığındaki konfora muhtaçlık hissediyoruz, gerçekte olduğu gibi ruhun irdelenmesi, belleğin dürtüklemesi ilgilendirmiyor bizi çoğu kez, ta ki o hafızamızdaki dürtüler, bizi rahatsız edinceye kadar. Tüm unutulmayan o yaşanılanlar unutulmadığını kanıtlamak için bir yerde hatırlamak gerekiyor.

İyiyim dedikçe iyi olacağındaki inancını gönder bana, sıradan tüm Cumartesi’leri gibi bir günün biten solgunluğunda, önce saçlarımdan başladığımda silinmeye, en son gülümsemem silinirken, uyumdan uzak, merhamete yakın, beklemeler ertesi gibi bir günde tüm düşündüklerini olmasa da en çok düşündüğün şeyleri yolla bana. Solgunluğumuzdan kaçak bir hikâye çıkaracaktım, az daha kalsak öylece. Her an yitmeye teşne, hâlâ hayal ile gerçeği karıştırıyorum seni bulmak için, başka yapacak bir şeyim yok ki… Sıcaklığının uçuk kokusunda, olmamışlığın içinde, hiç olmayacaklarla birlikte imkânsızlığındaki süregelen sonsuzluğu gönder bana.

Bunaltıdan da bulantıdan da çok iyiydi bulanık olmak. İstediğinde silebilirdin, banyoda sıcak suyla buharlaşmış aynadan siluetini siler gibi. Aşk öğretildiği gibi değildi ya da kitaplarda yazdığı gibi, herkes kendi aldatmacasını kendi içinde safça yaşıyordu. Sabahleyin uyandığında gerçekliğini kendine ispatlamak için yanını kontrol eder gibi, içini yoklarsın. Bulamazsın hiçbir yerde, anlık gördüğün rüya gibi yok olur her şey, hatta o kadar çok yok olur, o kadar inkâra kalkışır ki her şey kayıtsızca… Sonunda ya hiç yaşamadığına inandırılırsın ya da hayalden ibaret olduğuna, sadece senin anladığın bir his, yalnızca senin duyumsadığın bir hayal gibi kalır içinde bir yerde o boşluk. Kendi sıcaklığından, onun dudaklarındaki sıcaklıktan bile şüpheye düşersin zamanla, böyle olmasa zaten nasıl katlanılabilirdi ki… Ortada bir inkâr varsa gereği yapılmalıydı, hem de hemen. Kendi içinde sürekli kaybolan birini bulsan ne olurdu ki? Sadece bulduğunu zannederdin, o kaldığı yerden kaybolmaya devam ederdi, edecekti. Yeni bir şeyin başladığı yok, sadece unuttuğun geçmiş, tekrar çıkınca yeni zannediyorsun. Yaşadıkların yaşayacaklarının teminatı gibi, oradan bir yere gidemiyorsun. Gelecek diye beklediklerin geçmişte bir yerlerde oldu ve bitti. Sen kendi noktalarından sorumlusun. Başladığını zannettiğin şeylerin başı yok, başlığı yok. Ortalarda, ucundan bucağından yakalarsan ne âlâ…

Parlaklığından sıkılmıştı, durmadan parlayıp bir zaman dilimi içinde birdenbire bir kıvılcım gibi sıçrayıp yok olacağının ayırdına varıp, kendi parlaklığını kendi elleriyle yok etmek istemişti.

Anlamsızlıklar bir sürü muamma biriktirdi içimde, kötülük edepsizce günyüzüne çıkarken, dize getirilen hep iyilikler oldu. Kaza kurşununa gitti ebediyete gizlediğim her şey. İçimdeki tedirginlikler de boyunun ölçüsünü aldı hâliyle, tıpkı benim gibi. Çözüldükçe manasızlaşan her bir anlam çivi gibi saplanıyordu zihnimin karanlığına, içimdeki inisiyatif alma cesaretlerim böylece değersizleşti, başkalaştı. Zaten hep bir şeylere bir miktar fazladan ilgi gösterdiğimde kendimle aramdaki uçurum açılıyordu, yabancılığıma başkalık ekleniyor, kendimi bilinmez bir yerlerde buluyordum. Demek ki her şey yerli yerinde değildi ya da istediğimiz zaman ya da durumlarda olamıyorduk veya hâlimizden memnun değildik ki, masallara inanıp, hayaller kuruyorduk, tüm bunlar için en cafcaflı kelimeleri seçiyorduk. Tamamen kusurlarla dolu birer varoluşsaldık, kendimi ne kadar daha yaşamaya ikna edebilecektim, kendimin ruhu azalmış, gücü tükenmek üzere olan, içinde sabır namına kırıntı belki azıcık kalan, kötü bir versiyonu gibi dolaşıyorum gün içinde. Yeniden doğmak, var olmak, baştan başlamak, küllerinden doğmak bana göre değil. Kişisel gelişim zırvalarını kati şekilde reddediyorum, biz gelişemiyoruz, bizim kusurumuz bu belki de, herkes kusurunu karşısına alıp, bunu kabullenmeli, belki o zaman biraz gelişiriz, gelişebilsek bunca kötü niyet rahatlıkla aramızda dolaşamaz, fesatlıktan beslenenler kolaylıkla varlığını sürdüremezdi. Başkalık ile aynılığı farklı yerlere koyabildiğimizde ancak gerçek duyarlılığı anlayabiliriz. Noktalardan yanayım, hadi biraz da virgül olsun hayatımızda, her şey tekrardan ibaretse, yeniden diye bir şey yok ve yeniden başlamak değil, eskinin devamı olacak. Bir paragrafı dosdoğru devam ettirdiğim için karamsar ya da kötümser zannediliyorum. Oysa sadece gerçeklerden yana olacak kadar cesaret taşıyorum içimde, belki herkesten biraz daha fazla. Görüyorum, gördüklerimin hakikatinden yanayım, tecrübenin içine katılan sahtelikten kaçınıyorum.

Kendi içindeki oyuna katılarak, inanıp, gerçeğin değil kurmacanın peşinde kaybolarak, yaşadığımızı varsayıyoruz, açık yüreklilikle söylenilen hiçbir şeyin cezasız kalmadığını, bedeliyle anlamış olduk. Hayatla kurgu birbirine karıştı, yapaylıkla yoğrulup, hakikati teğet geçiyoruz. İmkânlarımızı yitirip, olanaksızlığı başköşeye yerleştirdik. Sihirli sözcükler bile kurtaramıyordu artık bizi içimizin boşluğunda uçmaktan. Çoğumuz bu uçmadaki rotayı şaşmayı bekliyordu, kaybolmak için. Sonsuz hayali duyguların hayaletlere dönüşüyorken, hayat denilen hatanın içinde, arsızlığımızca varlığın hapsine kapanıyoruz.

Suskunluk benimle başlayan her şeyin başında geliyordu, bazen nereye sakladığımı bulamasam da. Bu yoğun soğuklukta kendi isteğimle, kendi ellerimden kaçmak istiyorum, bu soluklukta kendi suratıma yüz çeviriyorum.

Zamanın bir yerinde kurulmuş cümleler… Yıllar sonra bile bir araya geldiğinde hâlâ bir hikâye etmiyordu.

Sevmediğin, hatta kötü diye bildiğin kişiden bile bir şeyler öğreniyor insan yıllar içinde. Okunmuş, rastgele eline geçen bir kitapta, itinayla üzerinden geçilmiş, altları çizilmiş o cümlelerde ararsın bazen gerçeği, ne duygularla, hislerle çizilmişti, ne düşünülerek, ne yaşanılarak vurgulanmıştı o cümleler… Herkese başka şeyler hissettiren o kelimeler, acaba senin hissettiğinden daha fazlasını mı hissettirmişti ona? Dayanamamış, çizmiş, belirginleştirmiş, belki de bir çerçevenin içine almıştı, saklamak istemişti, içine almak, bağrına basmak, kalbine yakın bir yere koyup, bırakmak istemiş, en çok da içine dokunmuştu. Hikâye okuduğunu zannederken, belki de bambaşka bir öykü çıkıyordu hikâyenin içinden. Evet yıllar önce onun da söylediği gibi altı çizili satırlar, sonradan okuyan birinin dikkatini o cümlelerde yoğunlaştırmak için, bencilce yapılmıştı belki de, biz de gerçekten okurken o cümlelerin içindeki hikâyeye kapılıyor, düşünmeden edemiyor, kitapların bütün varlığından farkında olmadan uzaklaşıyorduk belki de… Hikâyenin içindeki hikâyeyi keşfetmeye çalışırken bir yandan da bunu düşünmeyi öğrenmiştim. Tüm bu boşluklar, iyileşememekler yaşanılanlardan değil, hikâyesizlikten oluyordu. Hayalsiz hikâyeler yaşıyor, hikâyesiz hayaller kuruyorduk. Birbirine bağdaşmayan her şey gibi; kırılıp, yok olup, onulmaz boşluklar birikiyor, mesafeler genişliyordu.

Birçoğu olamayacağı kişilere dönüşmeye çalışıyordu, asla üzerinde durmayacağı karakterlere bürünüp, dış dünyayı etkilemeye çalışıyorlardı. Kendine baktırmak, iyi ya da kötü ilgi çekmek tek odak noktaları idi. Ama bu zekâsız yapaylıkta kendilerinden neler kaybettiklerini, karakterlerinin bir daha hiç düzelemeyecek şekilde ucuzladığını hesaba katacak, duygu, düşünce, his ve sezgi yoktu. Bunları algılayacak tüm duyu organları sonsuza dek kapanmıştı.

Beynimde bir şeyler kırılıyordu, gecenin o sessizliğinde duyuyordum. Kalbimden sonra sıra beynime de gelmişti. Sonrası uyuyamamak, uyumadığın yaşayamamak… Yaşamamaya iyileşirken başladım, tam tersi olmalıydı biliyorum ama insan büyük bir marazdayken hiçbir şeyin ayırdına varamıyor, farkında olamıyor, o rahatsızlığın size bahşettiği sersemliğe gönül rahatlığıyla yaslanmaktan başka elden bir şey gelmiyor. Acı çekmekten, acının içinde devinmekten başka yapacak bir şey kalmıyor kimseye. Durup, geçmesini bekliyorsun, çoğu zaman geçmiyor. O yüzden birçok şeyin bilincine de tam iyileşme sırasında varıyorsun, çoğu bu durumu yeniden doğmak gibi değerlendirip, klişe kelimelerle süsleyip, teselli bulma ümidindeler biliyorum. Oysa eskiden yeni olmayacağı gibi az kullanılmış bir hayattan da yeni bir hayat doğmaz, çıkmaz artık anlıyorum. Boş ama biraz da gerekli tesellimiz bu laflar.

Bunca yıl yaşadığın hâlde hâlâ bağışıklık kazanamadığın ve kazanamayacağın şeyler var. Her kâbusun karşısında yine acemi, yine dünkü çocuk gibisin. Sabahlara kadar bildik kalp çarpıntıları, nerede yavaşlayacağını bilmeyen aksiyonlu kâbuslara karıştı. Dünya bu kadar korkunç bir yer olmasaydı, kâbuslarımız da bunca gerçek olmazdı, belki de hiç olmazdı kötü düşler. Onların olmadığı bir hayat artık yok. Sonuç yorgunluktan bir türlü arınamayan, kendini sürekli güvensiz hisseden bir ruh, savaştan çıkmış gibi bir hâl, içinde içten içe söylenmeler, yakınmalar, bulanmalar, içinden çıkamayacağın şeylerin içinde hapsolmak… Yine de hiçbir şey olmamış gibi yeni sabaha hazırlanmak. Herkesin kaygılandığı miktarca umuda ihtiyacı var. Yoksa o sabah olmazdı.

30.10.2023 12:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut psikoloji Şiirler yeni şiir

Torino

Karanlığın simsiyah eli yüreğimdeydi
Korkulardan başka gidecek yer mi vardı?
Boyayabilir miydik en azından bir geceyi kıyısından?

Geçen zaman içinde sıcaktım
Bugün soğudum, ellerimle birlikte
Beş yıl önce sevdiklerimi artık hatırlamıyorum
Yazmam gereken şeyler vardı
Unuttum, bilerek veya bilmeyerek, Allah affetsin.

Bilmeden çıktığın yollarla ölçülebilirdi cesaretin
Ben çıktığım her yolu dalarak kaybettim
Susarak sildim haritaları
Onların yerine hatıraları yerleştirdim
Yine de varamıyorum ulaşmak istediğim anılara
Aradığım anılara artık ulaşılamıyor.

Henüz yaşanmadığından şüpheye düşeceğim böyle giderse
Bu yol nereye giderse
Sen nerede susarsan
Hangi kitabı çizdiğimi hatırlarsam
Onu da hatırlarım, ben hiç kitap çizmedim.
Uzaklardaki gölgemi, kimsesizliğime bağışlayacağım
Ant içtim, böyle giderse dediğim her şey öylece gitti.

Hatırlarken unuttuğum şeylerin içindeki en sahici düştün
Yan yana olsak hiçbir korku giremezdi içimize, içten içe bilirdik
Gidemezdik içimizden bir yere
Yan yana giden iki kar tanesi gibi eridik
Yaşanan son yazdı, son yazıydı yazacağım
O son kıştı gülmekten öldüğümüz.

Her gün yeni bir bıçak saplanırken anılara ansızın
Kötü hisler, kötü alışkanlıkları doğururken
Kendini bir parça iyi hisset diye
Çiçekler büyüttüm içinde
Onlara şiirlerden isimler taktım
Rüzgârın sesinden masallar uydurdum
Korkma diye
Geçtiğimiz her sokakta
Biraz daha kalabilmek için yanında
Küçük olan adımlarımı daha da küçülttüm

Kitaplardan başka hayatlara inanmıyordum
Seni en sevdiğim kitabın içine sakladım
Orada, korkulardan uzak bir hayatla anlaş istedim
Uzakta, o şehirde, adını yalnızca içimizin bildiği
Savaşma ama barış istedim.
Her gün gelip, sulayacaktım
Seni bu kahırdan kurtaracaktım
Seni bu dünyadan
Ağaçları bu dünyadan
Kederini uzaklara savuracaktım
Varlığınla genişleyen her şeyin içine
Tüm kurtardıklarımızla birlikte sığarken
Kötüye giden tüm aşklardan da kurtulacaktık.

Susmam gereken bir şey vardı
Sen
Ve
Ben
Ancak susarak var olabilirdik, birlikteyken bölünürdük
Biliyordum;
Yalnızca uzaklardayken yan yana olabilirdik
Yazmam gereken bir şey vardı
Yanıldım belki de

Kim tutabilirdi karanlıkta elimi
Sen olmazsan.

12.09.2023 17:00
Nevin Akbulut

 

Şiirin Hikâyesi:

Torino hayallerim de son buldu böylece, yeni bir şey olmayacağını biliyorum artık ve eskinin de devam edemeyeceğinin bilincindeyim.

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut Şiirler yeni şiir

Geçmiş Anılar Ülkesi

D/oluyor bazen öyle şeyler…

Uzun bir yola çıkmaya teşebbüs etmiştik
İlk kim fedasını sundu bilmiyorum ama fazla oldu
Kısa kestik, uzun konuşulması gereken her şeyi
Uzaklık merkezli mutlulukları parçalayıp, böldük
Ferahlık bildik
Yakınları uzaklaştırdık
Bir hikâye daha böyle anlaşılmaz oldu
Ederi belki de ulaşılmazlığındaydı

Rehindi ruhumda, sana anlatamadıklarım
Adını telaffuz ettiğim anda
Bozulup, susacaktı tüm öykü
Biraz da böyle yarım kalacaktık.
Boğuldu nefesim içimde
Nerede olduğunu kestiremeyince
Bir düş oldu kafamdaki tüm kırmızı renkler

Uzaklarda sirenler, yakınlarda mezarlar
Bulutlardan bile anlam kapıp, korkar olmuştuk
Yıkımlardan kopya çekiyorduk
Bir kül rengiydi bizim hayallerin içleri
Bir köz renginde, sabaha karşı susmuştu saçımdaki renkler
Saçmalıktı, ıssızlıktı, ürküntüydü
Dolu gibi, ölü gibi, kimsesiz gibi
Rüzgâr ve ölüler hep susturuyordu
Peki biz nereye kadar soyunacak,
Nereye kadar çıplak gidebilecektik anıların içine?

Bir ömür beklediğin vuslat neredeydi ki
Sana değmeden geçip, gitti
Geçmiş anılar ülkesi, bizim dilimizde kalan her hikâye
Tüm olmazların, olmuyorlar, olmayacakların nedenlerine
Kestirme yolu bulmuştun
İmkânsızlıkla yoğrulmuş, olamazlarla yıkanmıştın
Çıplaklığın buradan geliyordu

Rica ederim, sen yine de üzerine alınma bu şiiri
Kendini o kadar ulaşılmaz da bilme ama ol
Benim için ol,
Şu mükemmel hüzün için,
Uzak hikâyeleri biriktirmek için ol
Ve tüm olacak şeylerin karışık hüznü ile
Kalbinin bir yerinde kalan o onulmaz susuşlarınla birlikte
Dol ve git demeye dilim varmıyor ama yola çık.

Öleceğine sevdi herkes, çok ile süsledi
Ben de seveceğime öleyim istedim
İzahı olmayan şeyleri ölüme yaklaştırır
Ölüm gibi derdik ya ben de öyle yaptım
Ölüm gibiydi hepsi.

Aslında bu hikâye herkesin kendini bulduğu
Ama anlatamadığı, anlamadığı
Ve asla hak etmediği bir ülkenin kenarından geçiyordu
Öylece susuyordu önce periler
Sonra tüm renkler.

02.09.2023 16:30
Nevin Akbulut

 

Şiirin Hikâyesi:

Gerçekle hayali karıştırdığım gibi, artık doğru da yoktu
Ya da sen o doğrunun içinde değildin, hayaldin, uzaktın
Sendeki doğrunun gerçek bir tanımı yoktu.

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Yaşamak, bir gönülsüzlük hâli…

Küllerinin içinde çok sustum, kuruyan tüm güller şahitti, bekledim, yeniden doğarım diye küllerimden… Külsüzlüğümden geçilmiyordu, küslüğünden kaçılmıyordu, uzaklığının sonu yoktu, yakınlığının manası yoktu. Gürültüyle sızan damlalar biliyordu her şeyi, önce içine hapsedip her şeyi, sızıp, gitmişlerdi. Zalim gecenin, karanlık duvarların koynunda, sabaha karşı hiç hafiflememiş ağrılarla, azalmayacak o yabancılıkla susmaktan başka gidecek bir yerim yoktu. İçimden bir türlü çıkaramadığım o kelimeler dizlerine dökülmüştü, Alman sokağında görüyor muydun, görmezlikten mi geliyordun, görmemen gerek diye mi düşünüyordun bilmiyorum. İlk defa yan yana gelmiş iki kelime gibi şaşkın, kırık, dökük bir hikâyeyi tamamlamaya çalışıyordum. Başın ondan mı bu kadar önündeydi, yerdeki kelimelerimi mi gizliden gizliye dikizliyordun? Yüreğime taş gibi oturuşun hiçbir şeyi içimde değiştirmemiş, katılaştıramamıştı. Sessiz o harfli aldım, sesli diğer kelimenin içine ekledim, yine sesi çıkmadı o harfin. Böyle bir sonu kimse beklemezdi ama herkes biraz aklından kaçamak geçirirdi. İlkel sessizliğin, acemi ağlayışlarını dışarı bıraktı. Boşluğa o gün yuvarlanmaya başladım, başka ne beklenebilirdi ki zaten… Tam uygun zamandı, acıyı çekmek için bile bir zaman, benimsemek için bile üzerinden bir miktar geçmek, onunla yaşamak, bağrından üç sızının kopması gerekti. Olmuştu, şartlar olgunlaşmış, içimi salmaya hazırlanmıştım, hazır olduğumu bilmeden. Gözlerinden geçen alengirli dalgalarından sen sorumluydun, ben o dalgalarda boğulmaya gönüllüydüm. Kırık, dökük bir hikâyeyi birleştirip, şiir biçmeye çalışıyorduk, kelimelerin anlamsızlığından bile bir yığın anlam çıkarırdık, ne çok israf ettik anlamsızlıkları. Şimdi yerinde anlamlar bile anlamsızlıkla suçlanıyor. Çok geçtim, çok uzandım, çok yandım, kalamadım, yanacak külüm kalmadı. Rüzgâr yardım ve yataklık etti küllerime, aldı hepsini, sahiplendi, götürdü, üzerine yattı, kalanlar uçtu, kalmayanlar suçtu, kalkınca üzerinden. Bir düşte gibiydim, uyuşmuş, acımıyor, bir daha hiç acımayacak gibi kesiklerinde sallanıyordum. Bir cana iki intihar, bir yaşama iki hayat fedası, bir ölüme çok gömülüş töreni düzenliyorduk.

Birbirimizi defalarca her yerimizden kanatıp, gömerken gecelerce, en sağlam parçayı sona bırakırken, kalpsizliğini de bildim. Acının acısını bile acıtırken son kez büyükçe koptuğum içinden fırlamıştım o sabah. Bir daha asla dediğim her şey gelip bulurken her seferinde, bu asla olmazımız sadık kalmıştı. Seni inkâr eden dünyadan toplayıp, her bir parçasını ayrı, başka, bilinmez yerlerde bağrıma basmış, şefkâtsizliğine iman etmiştim. Buz kesmiş ellerim, artık inanmayacaktı hiçbir yalana, yoktum, uzaktım, boştum, doluydum zaten. Sen de buz gibi diye her şeyim, ellerim; kayıp, gitmiştin. Sefası soğuğa kalmıştı sürmenin. Çok eski bir masaldan alıntıydı gözlerin, sahiplenmiştim, baktıkça benzemiş, gördükçe anlamını okşamış, durdukça sevmiş, aşağıya düştükçe soğumuştum. Büyüydün, büyülerin büyümüştü içimde, büyüdükçe susmuştum. Tutuşturduğum aşkımla, büyü böylece kırılmıştı.

Trenler de rötar yapar. Birçok şey gibi yönümü de yitirdim, batınımı, batımı, gün batımını. Batı da kalmamıştı benim için.

Yeterince kaybettiğime ikna olduktan sonra her yeri önce kafamın içinde, sonra tüm nesnelerin içinde aramaya başladım. Kaybettiğini pekiştirmenin yolu onu bulabilmek, biraz da bulamamaktı. İkisinden birini yapmam gerekirdi. Önce eski bavulların içini, yıllardır hiçbir yere gitmediğim için açmadığım tüm her şeyin içini, gizli bölmelerine kadar aradım. Hiç olmayacak yerler geçiyordu aklımdan, öyle koltuğun altı, çekyatın arkası falan değil, bana kalsa; dünyanın dışına bakardım, gecenin sonuna, hayatın ucuna, denizin dibine. Ama bahçeden bile dışarı çıkamadığım için elimdekileri aramakla yetinecektim. Farkında olmadığım bir yerlerdeydi belki de, bir sürü attığım şeyin içinde yüzümü, gözlerimi, hatta gülümsememi bile bulabilirdim. Son bakacağım yere ilk başta bakıyordum, tersten yaşamaya, ters davranmaya, terslik yapmaya çok aşinaydım. Bavullardan sonra, nerede unuttuğum, bıraktığım, saçmaladığım, kaybettiğim üzerine biraz kafa yordum. Belki de gerçekten basit bir yerde, koltuğun arkasındaydı, ya da ayaklarına sürekli parmaklarımı vurup, acıttığım bazanın altında. Belki de onu bir rüzgâr oraya uçurmuştu, ben de orada önemli bir şey olmayacağını düşünerek, elektrik süpürgesiyle bir güzel çekmiştim. Her şey bu kadar basit ve bu kadar zor, hatta saçma olabilirdi. Olurdu. Kullandığım kelimelerin sıralanışı gibi düzenli değildi hayatım, değişikti, bana bile değişik geliyordu, bir başkasına yabancı, bir diğerine göre köhnemiş, geneline ise yaşlı geliyordu. Hem her anlamda yaşlı geliyordu, yaşanmışlık anlamında ve kelimenin diğer anlamlarıyla yaşlı, nemli, ıslak, tuzlu…

Derdimi de sustum, dermanını da dileyemedim. Yokluğun hayranlığından boğuluyordum. Kendimden başka biriyle yanmaya hiç ihtiyaç duymadan, bulduğum ya da rastladığım ateşin bir tek beni yakması bana yetiyordu. Yıllar önce yine izah etmeye çalıştığım gibi, ezbere bildiğim ateşler vardı ve bunları paylaşmayı yüreğim kaldırmıyordu. Bir tek kendimi acıtabilir, kendimi yakabilirdim, tek başına yanmak fikri biriyle yanıp, acının ikiye katlanmasından iyi gibi geliyordu. Onsuz da yanabilirdim, hatta herkes olmadan da yanabilirdim. Belirsizliğin içinde yapayalnız kaldığım o gecede içimde bir şeylerin değeri azaldı ve yerleri değişti. Güvenin yerini suskunluk, sevmenin yerini huzursuzluk, inanmanın yerini acizlik, beklemenin yerini güvensizlik aldı.

Bir süre sonra damarlarımda gizliden büyüyen, yayılan ve genişleyen bir hastalık gibi sessizce hayal kırıklığı uğradım her şeyde. Hasar almış zihinlere katlanabilmek için biraz da kendi ruhumun hasarlanması gerekiyordu sanırım. Sığınmak, sığışmak biraz da buydu, tüm bunları önemsemesem, hatta istemesem de, çoğu zaman kendiliğinden oluyordu. İnsan insanın boşuna ikna çabasıdır, sevimsizdir. Çoğu şey bitmedi ama kalmadı da. Öyle her şeyin ortasında, ne az ne çok idare edilebilir bir seviyede olsam gönlü rahat ama kalbi huzursuzlardan olabilirdim. Her şeyi yavaşça hatta sırasıyla unutmanın huzuru; hiçbir şey veremezdi bu varlığın kıymetini. Uzaklaşmayı iyi bilirim, kimseye bulaşmadan, görmeden, bakmadan, sokaklardan, aranızdan şehirlerden hatta güneşten bile uzaklaşırım. Dinleyip, anlatmadan, bakıp, görmeden, anlamayıp yine de huzursuzlanmadan, kin gütmeden, unutarak, çirkefleşmeden, abartmadan, mübalağasız, zorlamadan, zorlanmadan, sadece uzaklaşırım.

Merak etmeye bile mecali yoktu artık, miskinlik hayatının felsefesi hâline gelmiş, nasıl bu kadar ilgisiz durabildiğine kendisi de şaşıyordu, bir çeşit uyuşma hâli, kendine göre sağlıklı ama aslında bir ruh sorunu. Böyle olunca sorunsuz hayatına devam edeceğini biliyor, meraktan, heyecandan ve hevesten uzak, tatsız nefesini almaya devam ediyordu durduğu yerden. Fazla tevekkül ruhu tembelleştiriyordu, her gün biraz daha fazla şeylere, şu sessizliğine ve bitmez durgunluğa katlanıyor, razı olma rehavetinden kendini alamıyordu. Merak da diğer birçok şey gibi lüks sayılıyordu artık onun için. Çağın hastalığı belki de buydu, herkes içinde bir şeylere inandırılmış, inanmak; inanmamaktan daha kolaydı çünkü. Sorgusuz, sualsiz, heyecansız ve iz bırakmadan, sorunsuzca ve sorgulamadan, hatta düşünmeyi bile unutarak bir yerde nokta koymak değil, nokta olmaktı artık amaç.

On Ağustos İki Bin Yirmi Üç 17:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut psikoloji Şiirler yeni şiir

Bir Aldanıştı

Yokluk bahçesinden her geçtiğinde, geceye biriken tüm susuşların
Yazın ortalarındaki o yağmurla birlikte öpmüştüm seni
Solumda ağlayışını saklamıştım ağrılarıma
Issız sokaklarda akşam güneşi batarken o koyda
Kısacık saçlarının gölgesiydi boynumu büken, büzülen, eksilen
Şeyler vardı aramızda. Gelmeyen sabahların hastalıklı haykırışıydı gecenin çığırtkanlığı
Kurtulamadığımız. İnadına her defasında denediğimiz, acemi çocuk heyecanlarıyla
Bir susuşta bitiremediğimiz o yokluğa, bir sunuşta bitirebilmekti tek soluklu hikâyeyi
Daha kaç gidiş sığdıracaktık
Yolların artık kırgınlıklarla dolduğu dikenli yollardan geçiyorduk
Hayata dair her söylem kendimizi kanatıyordu, bir aranıştı ellerimizdeki dokunmaya beş kala
Yollarından, yoksunluklarından, kalabalığından, ıstıraplarından bir yere geçilmiyordu
Geçilmeyen sen değildi, yorgunluğun, zamansızlığın, bu manasızlığın içinde
Neyin anlamıydı yük ettiğimiz
Beni her defasında özenle kırarken, kendine kıymandı
Parçalansın ve bir nihayete ersin istemiştim aramızdaki kırılan her şey
Oysa gecenin bir körü tüm o sulardan kaçıp, karanlığı yarıp, izi bile olmayan
Bir şeyin peşine düşüp, gelmiştim, kayıp sokaklardan. Bir aldanıştı
Gözlerindeki çukur kadar uzak, karanlık ve yabancı

Akreplerin kemirdiği içinden bana bir şey kalmamıştı
Su sesi, cehennemi hatırlatıyordu, biz olmayan çağın hatıralarına sığınıyorduk
Kirli taşların üstünde, iğrenç kokulu caddelerde, sahipsiz böcekler gibi sabahlıyorduk.
Birbirimizin şah damarından bir kuytu yaratıp, her defasında oraya, beslenmeye
Seslenmeye, sessizliğe, barınmaya gidiyorduk
Evrendeki tüm umutları sökmüşlerdi göğsümden, kuşlar kırılmıştı
O mavi masal atları uzak bir heyecanla gitmişti bu susuzluğun içinde tozu dumana katıp
Çölün sıcağından beterdi, omzundaki yangınlar
Serinlemek için yanlış sulara yüzmüş, yanlış kelimeleri susmuş
Benim olmayan başka savaşları kazanmıştım
Kendi aşkımı gömmüş, başka aşkların çukuruna saplanmıştım
Günlerden, gemilerden, evin sessizliğinden, yolların soğuğundan özenle kaçıyordum
Bir yerde duracak, burulacak ve vurulacaktı bu onsuz tat
Kaçak kelimelerin, yüreğime göçtüğü bir sızılı bir dünyadaydım
Dahası yoktu, kayıp, soluk ve aldanıştı.

Gidişine yıkıldı tüm köprüler, sessizliğine sustu kelimeler
Unuttum bunca zamanı, olmayan ve olan tüm anları birbirine karıştırdım
Beklemek dediğiniz şey unutulan, eski bir sandığın dibindeki küflü bir mecaz
Telaşı bitmedi hayatın ama ben yoruldum, oyun bana göre bitti
Uzayan yalnızlıkların gölgesinde, hiç değmeyecek şeylere dokundun
Uzaklaştıkça sevindin, dokundukça küçüldün, kaçtıkça kurtulurum zannettin
İşte bir kuru söz gibi kaldı adın, ıslatamadık, boş verdik
Ne korna sesleri ilgilendiriyor beni artık, ne makine sesleri
Uzak bir sessizlik yapıştı kulaklarıma, tüm rahatsızlıklara inatla
Bırakmadı uğultular kulaklarımı. Dilimizde hep övündüğümüz
Aşkın tadına paslı bir zincir bulaştı, tasalı
Böylece onun da hakkından geldik, sonra bir daha hiçbir şeyden gidemedik
Bundan böyle ne an kollarım artık yaşamak için, ne gitmek için bir yol ararım
Sadece bahanelere sığınır, fırsat veririm akreplere, böceklere
Birbirine benzerken daha da uzayan günlere, boğmasına
Hatta o suyun buz sesine, soğuğuna bile alışırım yeraltında.

Nevin Akbulut

Bir Haziran İki Bin Yirmi Üç 14:00

Şiirin hikâyesi: 

İçimde cızırdayan bir şeyler var.

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Hızlanmak ve Durmak Üzerine

Yazmaya cesaret edebilmişim yıllardır, olgun bir yazabilen olabilseydim, tüm yazdıklarımı acımadan yırtardım ama hep toydu düşüncelerim. Kelimeler yanardı, canı acırdı, sonra benim de yanardı, üstelik onlar yaşanmışlıktı, yaşamı öldürmek gibi olurdu. Dahası anı seviyordum ben, tatlı, acı, tuzlu, tiksindirici anılar birikiyordu. Onları da harcamak işime gelmiyordu, bomboş olurdum çünkü. Hüznüm de anım da bitecek diye içim çıkıyordu, hoş biten bir şey de yoktu, bitseler belki biraz daha iyi hissederdim, bomboş ama iyi, en azından dopdolu hissedip, yine de boşlukta olmaktan iyiydi. Boşluktan yukarı bakmak zordu, yukarılara kadar, göğe kadar, ağzına kadar doluydu dünya. Biz de tepemize kadar doluluktan hiçbir şey yapasımız yoktu, kalkıp, bir de yukarı bakmaya teşebbüs mü edecektim… Olmazdı, oraları da çok önceleri kapılmıştı, daha meraklılar tarafından, benim merakım eksikti, merakı olmayanın, merak edecek gücü olmayanın hiçbir şeyi olmazdı, belki de bilinçli olarak seçtim meraklı olmamayı. Kendimi bile çoğu zaman merak etmiyorum artık, nasılım, iyi miyim diye sormuyorum, soramıyorum, cevabını bilip de veremeyeceğim cevaplardan boğuluyorum. Başkalarına da bu bildiğim cevapları vermek istemiyorum, çoğunda susuyorum. Neyse ki herkes yeterince meşgul ya da çağına ayak uyduracak kadar yetenekli bununla birlikte umursamaz da oldukları için, devamını araştırmıyorlar, cevap beklemiyorlar, hiçbir şeyin sonunu da düşünmüyorlardı. Her şey birdenbire olsun, bitsin isteniyordu. Herkes gittikçe hızlanırken, ben kalıp, beklemekte ısrar ediyordum kimseye çaktırmadan, kimse de anlamıyordu zaten.

Uzuyorum sonra, uzun uzadıya, gerek kalmıyor yukarıya bakmak ya da bakmamaya. Tüm şu yapmacık dolu, uydurma zamanlarda göğsümün ortasında hiç bozmadan, vermeden, dağıtmadan, kendimin bile unutacağı kadar içeride gizliyorum o şeyi. Yıllar önce gizleyecek bir şeyim olmadığını zannediyordum, hatta emindim buna, şimdi bunca şeyden, kayıptan ve başkalaşımdan sonra varmış; kalbim. İlk harflerdeki kadar yeni, bir söyleyiş isterdim hayatıma, hiç kullanılmamış taze bir nefes gibi. Bana kalsa, çoktan içimdeki istiridyeye çekilmiştim. İçimin de içi vardı, o için de içinin sızısıydı kalmak, sızıma sahip çıkmıştım, içimi kucaklar gibi.

Aşk da çöker bazen insanın üzerine, ölü bir toprak gibi, lanet gibi, kıpırdayamaz, kaçamaz, üzerinden atamaz, kimseye yaklaşıp, derdini ona bulaştıramazsın. Onarılamaz cesaretin, cahillikten değil, o kuyuya düşme isteğinden, kaybolma deliliğinden, yok olacağını bildiğin hâlde buna bile razı gelme durumundan kaynaklanır. İstekli olmasan bile gönüllüsündür artık. Seni yok edecek olan sonu istemekten başka çarenin olmadığına inanırsın çaresizce. Bir ömrü harcamaya değer göreceksin, kalbinin penceresinden görüp, okuduğum o kitabın satırlarında bir ömür sabahlamaktan bıkmazdım. Herkesin o kadar çok beklentisi ve isteği vardı ki; kimseyi bir şey beklemediğime inandıramadım. Kaktüs gibi kalmayı, değişmeden yıllarca durmayı, kalakalmayı, yok sayılmayı ama en çok da yok olmayı bekledim. Onların isteği bana lüks, benim isteklerim onlarda harabe bir ruh olarak yolunu buluyordu. Dağılmış bir bahçe, susamış bir hayvan, azap dolu bir ölü, belki daha fazlası. Oysa benim en güzel lüksümdü kaybolmak, onların basitliği, benim fazlalığımdı.

Ruhundaki o hasar artık kabuk bağladığında, senden bağımsız olur ve senden ayrılır, başkalaşır, değişirsin. Artık o yara sana ait olmaz, çıkar gider, sebep olunan durumun bir parçası olur, teninden ayrıldığında yeni bir ben çıkar ortaya ve sen artık bir daha eskisi gibi olamazsın. Yaran da senin değildir, hasar da sana ait değildir. Yaralanmak da yalnızca senin sorumluluğunda değildir.

Yıllar önce yazmak bir yolculuk gibidir demiştim ve başlamıştım kelimeleri sevmeye, sarılmaya, yazmaya…

Zaman içinde nokta sevmediğimden şüpheleniyordum, üç noktalara olan tutkumdan tanıdık geliyordu, sonsuz şeyleri seviyor olmam. Kitaplarda da nihayete erenleri değil, bir muamma ile sanki kitap bitse bile içindeki hikâye, senle ya da sensiz bir yerlerde devam ediyormuş gibi gelmesini seviyorum. Belirsizliğin gerçekliğini seviyorum, gerçeğin hayalden bile daha sahte olduğunu artık biliyorum. Bu yüzden bitişlere inanmıyorum, hoş her bitiş bir başlangıçsa ne lüzumu vardı ayrıca bitmesinin? Zaten anlaşılmadığın, anlaşılmayacağın bir hayatta kesin bir sona gerek var mıydı bilmiyorum. Hayat gibiydi bitişler, bitmeyişler bu his daha sağlam geliyordu. Bilinmezliğin uçsuz, bucaksız olmasını benimsiyorum. Hem sonra muamma kelimesi hayranlık uyandıracak kadar çekici, bağlanılacak kadar tok bir kelime, ruhu doyuran cinsten.

Sonra kenarda, köşede ya da uçsuz bucaksızlığın ortasında birkaç isteğim olduğunu şaşırarak öğreniyorum; otların ve bulutların arasında kalan küçücük bir ev istiyorum, hiçbir yerden görünmesin, kimse tarafından bilinmesin. Aydan başka kimse görmesin beni. İçinde hiçbir şey olmasın kitaplardan başka. Olmayan bir şeyin ayrılığının yasını tutuyordum, sessizce. Olmayacak şeylerin ağırlığında eziliyordum, sesim kendimden başka kimseye yetişmiyordu. Yaralanınca uyandım. Uyandığımda bulunduğum çağ sanki başka bir çağın içine geçmiş, çıldırmış gibiydi. Belki de dünyanın içine itilmek istenirken, dışına doğru düştüm. Huzursuz bir düştüm.

Aslında sadece görüyorlardı, bilmiyorlardı.

Zaten hep olmayan şeylerin mübalağası büyür, dururdu. Buradan anlamalıydım içimdeki boşluğu. Gizliden gizliye kendime bile itiraf edemediğim şu köhnemiş hayatım için bile bunca mücadele fazla geliyordu ne zamandır. Bunca yorgunluğun içinde ne ara ölmeye vakit bulabildim? Daha da doğrusu, nerede öldüm ben, nerede kaldım, nereye çekildim? Hangi çukur, boşluğa, küçücük kalbimi nereye gizledi? Hangi kelimelerle gömüldüm? Hangi karanlık sakladı beni bunca yıl? Hatıraların hatırına, hatırlanmamanın karanlığında mı yok oldum? Ondan mı gökyüzüne, yıldızlara, ayın her hâline bu kadar meftunum? Yerin bu kadar dibinde olduğum için mi? Bir daha oralara çıkamayacağım için miydi içimdeki bu suskunluk?

Tam bir miktar toparlıyorum içimde bir şeyleri, sonra yine, yeniden sil baştan oluyor her şey. Benim mücadelem de buydu belki, hiç yerinden kıpırdamadan, öylece olduğun yerde bile durmadan sarsılmak. Sarsıldığın anda içinde bir şeylerin değişmesini önlemeye çalışmak, o çok az kalan şeylerin… Tam unuttum, toparladım dediğin anda karşına çıkan, aslında unutmadığını yüzüne vuran, senin sırtını deşen, kalbini yakan o acımasız hatıralar gibi. Bazı anlar hayatın duracağını, biteceğini, yok olacağını zannediyordum çünkü öyle olması gerekirdi. Ama o çaresiz, keskin, ezik uğultudan sonra kaldığı yerden devam ediyordu her şey, bir tek sanki benim için etmiyordu, duran bir mevsimin içinde kalmış ve donmuş gibiyim.

On Sekiz Mayıs İki Bin Yirmi Üç 13:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Paragraf Yoksunluğu

Şiirlerin olmazsa olmazı “yoksa”.

Tehdit gibi, iyi bir cümleyi hayalete uğratır gibi, içindeki anlam gibi yok ederim gibi, yoksunluktan gelmiyor aksine, varlıktan artan, fazla gelen bir cümleyi, hizaya sokmak için. Ne çok yoksa var şiirlerde, ne çok gitmek, ne çok ölmek. İnsan hasretini yazar, çizer, bozar, döşer de tüm bu yoksunluk dolu kelimeler, başka özlemli cümleleri örtbas etmek için miydi?

Yıkıla, dağıla, küserek zaman içinde her şeyi bıraktım, sırasıyla değil, öyle denk geldiği yerden, ipin incelip, kopmasını bile beklemeden, direkt kopararak. Bazı durumlara katlanmış olmam en yakınımdakileri üzmemek içindi, belki buna bile pişman olacağım zaman içinde ki geldiğim nokta da bunu gösteriyor. O son bağı da koparmadığıma yanacağımı biliyorum. Katlanabildiğim şeylerin kıymeti bilinmediği gibi, anlaşılmadığı gibi, suçlu hissettirmek, beni kendimden daha da şikâyetçi bir hâle getirdi. Sadece katlanıyordum, bu dayanabildiğim anlamına gelmiyordu, onlar yaşıyorum zannediyorlardı. Kendine tahammülü kalmayanların, kendinden dışındakilere her durumda anlayış gösterebileceğine nasıl inanabiliyorlar, aklım almıyor.

Hiç bıkmamış gibi, her şey iyiymiş, iyiye gidiyormuş, umutluymuş, kırık değil, paramparça olmamış gibi gülüyoruz, hiç eksilmemiş, yaşanılanlar yarım kalmamış gibi, ağzımızı doldurup, kalbimizi boşaltır gibi, hiç ölmeyi düşünmemiş gibi neşe saçıyoruz çoğu zaman, tutunmuş gibi, aitmiş gibi, iyi gibi. Ama Sylvia da tıpkı öyle gülüyordu, hiç intihar etmeyecek gibi. Yüzümüz yetmiyor, kirpiklerimizle, parmaklarımızla, kaşlarımız ve beynimizle gülüyoruz.

Hayatımın sayfaları iyi bir yazgının eline düşmedi. Çok güzel bir hikâye olurdum aslında, en güzel ben yazılırdım, eğer yerimi bulabilseydim. Dönerek, dolaylı yollardan içine çeken bir boşluk gibiydi kalbi, şimdi içimin sızladığı tek mısra adının yolları.

Rezillikle yoğrulup, kepazeliğe bulandı zaman. Vicdanı arayıp, bulan yoktu, muhakkak bir yerlerde çürüyüp, kalmıştı. İyi niyetin üzerine dünya hevesi ve gösterişle karıştırılan tonlarca beton dökülmüştü. Nereye gitsek, ayrı bir aymazlık, başka bir çukur vardı, yolumuz kaygıdan geçilmiyor, önümüzü huzursuzluk ve belirsizlikten göremiyorduk. En nadir kelimelerle bile anlatmıyorduk artık ne acıyı ne meramımızı. Yine de durmadan tek bir ümitle kitap sayfalarının arasına saklanıyorduk. Çağın zulmü oraya da geliyordu, her yerimizi sardığı gibi. Kapana kısılmışlığın mücadelesi ve şaşkınlığıyla kalakaldık. Belki de artık bundan böyle seyretmekten ve üzülmekten başka bir şey yapamıyoruz.

Gerçeğimden feragat ettim, yalanları da anlayamadım. Tek doğru belki de kaybolmaktı. Son zamanlarda iyice bahane dolu bir yaratık olduğumu düşünmeye başladım. Öyle ya insan olsaydım eğer; aynı anda iki şeyi birden isteyebilir miydim? Hem de tüm bahane, belirsizlik ve bunca kaygıya rağmen, oyunlara rağmen, oyalanacak nitelikte bir sürü nesne varken. Belki de tam da bu yüzden. Bir bulut gibi olmasam hem kaybolmayı, hem bulunmayı, hem kaybolmamayı, hem unutup, aynı zamanda hatırlamayı dileyebilir miydim? Bir yerde bir boşluk vardı, belki tüm boşluklar içimden geçiyordu, belki tüm yanılgıları içimde bulunduruyordum. Hem var gibiydim, hem de somutluğumu bırakıp, buralara kadar gelmiş gibiydim. Olsa olsa, havanın, hayatın ve dünyanın ittirmesiyle ancak böyle süzülebilirdim yeryüzünde. Yüzümü saklamadan, kalbimi sakınmadan, kazaların üzerine gitmekten çekinmeden, ne de olsa kaderin içinde gizliydi hepsi.

Öyle mükemmel bir boşluktu ki;
içinde hiçlik bile yoktu.

Dudaklarından çıktığına inandığın hâlde, tüm yüzüne yayılan ama en çok da çakmak gibi gözlerinde yer eden o gülümsemeni önceki hayatta bıraktın. Başka hayatlarda da gülmeyi başaramayacağını bildiğin için, ona artık ihtiyacın yoktu. Belki hayatın cilvesindeki c harfinde saklıydı artık tüm sır, inanmış ve inanmanın ötesine geçerek, teslim olmuştun.

Kadın, belki hayatındaki onlarda seçeneği zamanlara yayarak, yaşamaya çalışarak bir sebep bulmaya çalışıyor. Tüm seçenekleri, iyi, kötü, güzel, çirkin, varlıklı, varlıksız gözden geçiriyor hayal ya da ölüm ile yaşam arasındaki o arafta. Ama yine de ölmeye karar veriyor çünkü belki de tüm bunca seçeneklerin içinde, yine de yapacağı hiçbir şey yoktu. İçinin gitmeleri artık sinyal veriyordu. Kanatlarımı bir uçurumun kırılmış kenarından ödünç almıştım. Yalan bir öyküde olduğunu, uyanınca anlıyorsun. Yalanların etrafında dolanmadan, bulaşmadan anlatacak bir şey bulamıyorsun, anlayacak birini de. Bizim arada kalmış, sıkışmışlığımız, arafımız belki de buydu, yalanla, gerçekliğin arası. Zararından zıkkım olan gecenin belirsiz saatlerinde hayaletimsi bir varlıkla odadan duvara, duvardan sokağa, sokaktan saate gücümüz yettiğince dolanıyorduk.

Herkes istiyor ki; hep güllük, güneşlik olsun hem gün, hem yüzümüz. Derdimiz, tasamız olmasın. Nasıl insan olacağız ki o vakit? İzahı olamayan şeylerin, mizahı bile yapılamıyorsa artık. Salt kötülük var, yalın haksızlık var, büyük ezilenler var demek. Başka da bir şey yok! Var olmasaydık, bunu göze almasaydık, sancımız da olmayacaktı muhakkak. Önce sözler değişiyor, sonra yüzler, en sonunda sözüne hâkim olmaktan aciz, uzak şairler, kendi şiirine ısınamamış, kendi sözünü benimseyememiş, başkasının sözü gibi uzaktan bakıp, durulan o sözler… Başkasının sözünde ne kadar misafir olabilir, ne kadar durabilirdin ki? Sahiplenilemeyen her şey gibi, uzaklarda duyduğun o eşsiz, melodiyi sahiplenmen gibi sahipleniyorsun sözleri, başladığın paragraflar bile sana ait devam etmiyor artık. Gerçek yoksunluk buydu belki de, satırları anlayamadılar, sen de bitiremedin paragrafları, tamamlayamadın tam anlatmak istediğini ama bir şeyi çok iyi anlattın; yoksunluğu, yoksa’yı, varsayımları… Uzak bir masal şehri gibi uzaktan izledin kendi yazdıklarını, yazamadıklarının da peşini bıraktın uzun zamandır. Birisi nasıl olsa üzerine devam eder bir yerlerde diye düşündün. Böyle aidiyet duygusunu yitirdikçe yalınlaştın, uzaklaştın ve yabancılaştın, kendini de yarım bıraktığın paragrafların gibi bir türlü tamamlayamadın. Üstüne bir de bu olgunluk diye kendi içine caka satar oldun bununla. Halbuki ham çiğlikti, belki de tembellik ya da vaz geçmişlikti, onda bile dürüstlüğe gönderme yapmaya yüreğin yetmedi.

Beckett gibi bir kez daha yenilmeyi göze alamadım. Bende cesaretin tabanı eksikti, hamurum buna uygun değildi, içimdeki eksiklikler ya da fazlalıklar gibi. Üstelik yenilecek güzel bir şey de yoktu artık. Daha güzel yenilecek bir şey aramaya da ne lüzum vardı ne de buna mecalim. Bir kere yenilmek, tüm ömrü hayatına mâl oluyor ya da yetiyordu bir şekilde. Yaşadıkça bu bir tek, onmaz yenilgiyle başa çıkmaya çalışacak ve yalnızca onunla yetinecektim. Uğramadığın felaketler tereddüdüydü senin travman ya da kâbusların; birçok şeyin özeti ve önsezisiydi.

Yapaylaştıkça değişmiyor, bozulmuyor aynı kalıyorsun. Tıpkı yıllardır plastik saksılarda hiç değişmeden duran yapma çiçekler gibi. Sanal bir döngünün içinde geçiyor tüm günlerin, saatlerin, başka bir şey olamıyorsun, kırılmıyor, örselenmiyor, yaralanmıyorsun. Bu da sahteliğin bizzat sana bahşettiği kötü bir mükâfattı. Şimdi yeni kahkahalar için, yeni alan lazım içte, içinde. Bulabilirsen eğer yeni bir boşluk, orayı da doldurabilir, harcayabilirsin. Yeni yerler gerek, için biraz daha açılması gerek, yeni gülmeler için, yeni bir şeyler olması gerek, kaldıysa tabi, kullanılmışı ya da kullanılmamışı…

On Yedi Nisan İki Bin Yirmi Üç 16:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Yeni Paragraflara Gerek Yok

Belki de yarım bırakmak sonsuzluktur. Hiçbir yerden bir yere gitmeye çalışırken, uçurumlardan ve gördüklerinden eskimiş ayakkabılarımla bu gölgeyi, şu uzağı, o nehri özlüyorum. Bir çocuk merakıydı hep arzularım, büyüdü, mevsimleri görmediğimiz yerlere taşıdılar, sonra yaşamak azaldı, istemek bitti, beklemek ipte dizili kaldı, rengârenk. Yola varmak için bir miktar gerilemem gerekiyordu, her şey geride kalmış, uzak ya da ben görmeden geçmiştim yollardan, kendinden kaçmak için çıkılırdı yola, kimsenin kendine bile bunca tahammülsüzlüğü, yeni ufuklar açıyordu, kalbim ancak soğuduğunda biraz daha insan görünecektim, onun dışında hep geride kalınmıştı. Zaman; kaypak bir bilmişlikle akıp, gidiyordu. Tek bir eylemle tüm anları imha etme gücünü önemsiyordum.

Bildiklerim bana iyi gelmedi, tüm bilinmişliklerden sıyrılıp, bilinmezliği önemsiyor ve özlüyorum. Seni üzmeyen şeylerin ne anlamı vardı ki artık, sadece kırıldığın şeylerde duruyor ve o noktada takılıyordun, böylece kalıp, biraz olsun nefes alıyordun. Gerçekler sen bilene kadar muamma olarak kalırken, bilindikleri anda seni harcamaya başlarlar. Zamana hak veriyorum, diğer tüm her şeye ve çoğunluğa hak verdiğim gibi, alıştığın her şey için biraz daha hissizleşmeye ve artık ruhun o kırılmayı boş vermeyi öğreniyor, çatlamıyor, kırılmıyorsun ama içten içe izlerin var, hep alıştığın o kötücül beklentinin uyuşukluğunda buluyorsun kendini. Mutsuzluğa meftun, tutkun ve hayransın, bu en doğal zamanların, berraklığı önemsiyorsun, şeffafsın bekleyemeyecek ve bildiğin gibi olacağına emin olduğun kadar. Mutluluktan emin değilsin ama mutsuzluğuna güveniyorsun. Bildiğin şeylerden korkmazsın bilirim, dip gibi, mutsuzluk gibi, kasvet gibi ama mutluluğu bilmezsin, korkarsın o yüzden.

Kimseye değmeyen şeylerin bunca acıtması gibiydi herkesle aramdaki mesafe. Hissettiklerim kimseye değmiyorsa o zaman da kimse bana dokunmamalıydı. Öznesi olmayacak cümlelerle yaşıyordum, eksik, anlamsız, kusur gibi… Kusursuz kurduğumu zannettiğim cümleler ve şeylerde bile kusur buluyordum. Geceleri gözlerimle birlikte bir sürü sözü de yakmak, harcamak istiyordum. Boğazıma tıkayan o yumru kocaman bir aldanıştı. Her kırıldığımda kendime kaçıyor, kendimden de ruhumu uzaklaştırıyordum.

Kendi musibetimle yetinmeye başladım uzun zamandır, başka şeylerden tiksinti duyarak katlanabiliyorum şu zamana. Öpme beni o yüzden, tadımı kaybettim, tadım yok, kendime bile. Ölüme kafayı takmışlardanım ben de. Hep hevesimin kursağımda kalmalarıyla meşhurdur hayretlerim. Ölerek yalnız bırakılmak gibisi yok, buz gibi bir ayrılık, azalmak, eksilmek, bir daha tamamlanamayacağını hep bilmek, her kar yağdığında. Dünya acı yüklü bir tuval, şimdi tüm resimler eriyor sızıdan.

Kendimi başka yerde bıraktım, seni başka yerlere saldım. Devamı olmayan cümlelere anlam yüklemeyi bıraktım, en çok bu anlamlar tüketti beni. Sana bulaşan, bir türlü kurtulamadığım varlığımdan da istifa edebilsem keşke. Yaşamak ağrıma gidiyor. Kalbimi parçaladığın o gece, ikiye bölündüm, diğer her şey gibi, varla yok arası gibi, nefes alırken aynı zamanda tıkanmak gibi. Yazacaklarımın ölçüsünü aldım, acılar çok ölçüsüz ve hunhardı, kelimeler çok merasimsizdi.

Biriken onca büyük şeyden sonra, iki kelam edecek hâli kalmadı içimin. Daraldı sanki her şey, onca acı içime sığdı, sıkıştı ve bir türlü çıkaramıyorum, çıkarmanın yolunu da anlatabilmenin ilmini de bilmiyorum artık. Uzağım, içimin doluluğundan kendime bile yaklaşamıyorum. Kendimin anlatıcısı, içimin yancısı, kalbimin sözcüsü olamıyorum, olmam gerekirdi biliyorum, en azından ifade edebilmeliydim ama tüm tabirlerim sanki betonlaştı, sertleşti, damarlarım gibi. Dido’nun içine sığınıp, o zamandan ne geriye ne de ileriye gitmeyeyim artık. Eğer kaçacak bir yer olsaydı, iyice geri gidip, koşarak dünyadan aşağı atlardım ama buralarda yok olmak değil, kaybolmak bile imkânsız. Nereye düşsen, bulup, çıkarırlar seni, nereye atlasan tutar, çekerler, nereye gitsen, gelirler, denize bile düştüm, çıkardılar. Çıldıracağım, her şey bin yıl geride kalmışken, nasıl böyle taze ve yeni hissedilebilir ki?

Hevessizliğinden tanıyorum seni, oraya buraya kolayca harcadığın umursamazlığından. Hiçbir hevesimden nasibimi alamadım. Zihnimde bir ışık gibi patlayan her şey şimdi sessizce duruyor, ortalık dağınık, üstelik beklenilen bir şey yok. Ecelime giden yolları, sevgilerimle döşedim, sonrasındaki boşluk soğuk taş gibiydi ve bir sürü vardı bunlardan. Boşuna değildi bağlılık ile korku arasında mekik dokumalarım, ben bilmiyordum ama içim biliyordu, belki yüz yıldır, belki çok öncelerden. Tam ortasında huzurumu yakaladı bu ikilem, huzursuzluğuma faydası yok şimdi bunların. Boşuna sevilmek, beklediğin hâlde sevilmemek gibiydi, emeksiz ve haksız yere. Şimdi ikisini de istemiyorum. Sürekli uzakların kitaplarını okuyorum, oysa bana yanı başımdaki yer bile uzak geliyor artık.

Soğumak için her şeyden yeterince elimin altında neden, sebep, argüman, bilumum malzeme var, yine de sahte bir umutla bir şeylere gerçekten ısınıp, iyi hissedeceğim inancına dayanıp, kendimi kandırmayı bazen başarıyorum ama sonra hemen akabinde bir şey oluyor ve ben olmam gerektiği hâlime hızla, yine geri dönüyorum. Yeni bir şey yok, ikilemden öteye, diğere giden bir yol yok. Yitip, giden bir şey de yok, hepsi burada, bizimle. Döngüden başka gidilecek yer yok, kapılacak bir şey yok. Her şey tekinsiz ve ürkütücü bir saçmalığın çemberinde, biz de o çembere takılmaktan başka çaresi olmayan, sürekli dönüp, duran, bundan başka bir şey bilmeyen fareler gibiyiz. Çıkamıyoruz bu hilelerin içinden. Çemberi eğip, büksek çıkacağız belki de o kaostan. Ama dönüp, dolanmak varken, hep o saçma bilinirliğin sandığımız güveni varken, kimin elini gitsin ki yontmaya gerçekleri, bulmaya doğruyu.

Söz bazen sözcükleri aşar ama yine de yerine ulaşamaz, bazı gerçekler gibi. Ulaşamayınca ruhun tembelliğine sarılıyorsun ya da o seni sarıyor, bunun hiç önemi yok. Ben artık düşünmeye bile üşeniyorum. Yıllar sonra geriye dönüp baktığımda, anıları beğenmiyorum, hiç, beğeneceğim, seveceğim onca şey yaşamıştım oysa yaşadığımı zannetmiştim. O zamanlarda da mı kendimi kandırabilecek ya da avutabilecek kadar bilginiydim kalbimin… Çıkmaya çalıştığım, bolca çabaladığım yokuşları, yok oluşları ve kırılganlıkla dolu bir dünyayı hatırlatıyor. Buna rağmen gelecekte yaşanılacak şeyler de zerre kadar ilgimi çekmiyor artık. Olduğum yerde duruyorum, böyle sıradan kalmak istiyorum, bu bile artık yeterince zorken. Gelecek denilen şey artık hem manası ve hem içeriğini yitirmişken… Söyleyecek her sözü söyleyip, yitip, gitmek belki de en iyisi, üstelik çok daha iyiyken, mağduriyetin şehvetine kapılmadan ve acı çekmenin gösterişine girmeden hemen önce. Sonra arkanı dönüp, baktığında da; ne güzel de silindim, kendi hayatımdan bile, hayatlarınızdan, sokaklarınızdan, yakınlarınızdan ve uzaklarınızdan diye düşünebilmek. Gideceğin her yerde bir yabancı olma sıfatıyla başa çıkamayacağını bildiğin için tüm bunlar da zor olmasa gerek.

Asıl biz zaten yakın hissedildiğimizde ürküyoruz artık, yabancılığımızdan değil. Yabancı hissettirildiğim her yere selam olsun, bin teşekkür olsun. Fonda Sezen Aksu; Hasret çalıyor; “gün bizim, güneş bizim.” İçimizdeki söz bizim, kayıp da olsa, yitik de olsa, bitmiş de olsa tüm cümleler. Bu paragraf yoksunluğu da bizim.

Yedi Mart İki Bin Yirmi Üç 16:00
Nevin Akbulut