All Posts By

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut Uncategorized yeni yazı

Bir de Bu Acıdan Bak

Hayatımdaki en önemli paragraftın, tamamlayamadım. Yaşadıklarımı yalanlamak gelmedi aklıma ama yaşayamadıklarıma biraz yalan ekledim, öyle tamamladım o paragrafı. Yoksa bu bir hikâye olamayacaktı, çöp gibi bir şey olacaktık.

Martıların gagaladığı bir midye kabuğu, bastığım kızgın kumların arasındaki görünmez bir şey, ayaklarımı kanattı kanatacak. İçimi süsleyen cümlelerin beynimi sulandırdığı, midemi kazındırdığı zamanlardı. Süslü bir oda demek, kalabalık demekti benim için, nesnelerin kalabalığı. Günler ya beni eksilterek geçiyor ya da beni benden alarak. Oysa kendimi kendimden korumam gerekti, kendimi sevmeden evvel. Hazırlıksız yakalanmışım, gereksiz acılar çekmişim ve ummadığım zamanlarda kesilmiş bir yerlerim. İlaçlar ya zehirleyecek ya da iyileştirecek, ortası yok, zaman da yok. Açılmayan mektuplar var, bir türlü yerine ulaşmayan, mektup yazıldığının bile farkında olmayanlar var, aramızda küs olan bir şeyler var, kelimeler mesela, yasaklı gibi hiç anmadığımız ve benim hiç hesaplayamadığım, anlamakta direndiğim bir mesafe. Bir ömürlük mesafe değil ki bu, ya vardık ya varacağız. Ölümle yaşam değil ki bu, öyle olsaydı belki daha kolay olurdu. Ama hiçbir şeyin ortasında olamayan biz, tam olarak bir belirsizliğin ortasında tüneyip, kaldık, martılar gibi. Kenarları kıvrılmış bir kâğıt parçası gibi başka sayfalara yüz verdik. Bir kitabın içinde birleşsek bile, biz bunu hiç anlayamayacağız. Uçurduğum uçurtmaların kuyruğu bile değmeyecek gölgene, akşamüzerinin gölgesi ne kadar büyük olursa olsun. Üstelik buna hiçbir kahramanın gücü de yetmeyecek. Biz belki de hikâyeden önce, kahramanımızı yitirdik. Gecelerim sabah serinliğine dargın, kokulu ve alıngan. Hangi edebiyat türü anlatabilir içimdeki tereddüdü?

Sefa çiçekleri baygın, uyanmayı unutmuş gibi, yanımda uyuyan kedi hep hâlsiz, her şey bozuluyor gitgide ve ben hiçbirini iyileştiremiyorum. Toprağına ihanet etmiş tohum, zamanına ayak uyduramamış saat, hikâyesine sadık kalamayan paragraf, belki hayat dediğimiz şeyin özeti tam olarak bu. Aramızda yanlış yere yazılmış mesajlar, doğumhanede unutulan çocukluk fotoğraflarımız var, aramızda o kadar mesafe var ki; uzaktan bakıldığında hiçbir şey yokmuş gibi görünüyor. Uzaklarda birilerinin bir sürü daha yazı var, yaşanacak. Bizim toplasan birkaç yanlış zaman anısı, biraz beğenilmeyen fotoğraf ve beğenilmekle beğenilmemek arasında gidip, gelen birkaç saçma yazı.

Kalıplaşmış, yaşantımıza öylesine sızmış alışkanlıklar, taşlaşmış insan kalpleri, doğasını yok etmeye uğraşan bencillikler, bunlar bizden uzak dursun yine de, çıplak elleriyle şiir yazan gönül işçiliği olsun bizim mesaimiz. Mesafeler yine olsun, ama ulaşılabilir olsun, şikâyet edersem, tek kelime yazmak nasip olmasın. Yazılamamış başka şeyler kalsın aramızda. Yeni doğan bir bebeğin dilinden annesinin anlaması gibi, kedinin derdini anlayabilmek gibi, yalnız bizim de anladığımız şeyler olsun istiyorum. Anlamak bilmenin kaç katı eder diye hesap yapmak istemiyorum. Anlamasak bile hissettiğimiz şeyler var, iki ucunu bir araya getiremediğimiz zamanlar mesela. Hiç görmediğim babaannem mesela, ama tanıyorum görmesem de… İki cümle bile birleşmez bazen, art arda yolu düşse bile kâğıda. Aramızda upuzun bir sessizlik var, hangi cümleleri içine yerleştireceğimi bir türlü bilemediğim… Belki başka yepyeni bir dilde bu cümlelerin içini doldurabiliriz. Yaşla dolan gözlerin alfabesini biliriz biz, yağmurda ıslanmanın ağırlığını, kimsesiz sokaklara sahiplik etmenin mütevaziliğini ve sokaklardaki hayvanlara annelik etmenin cömertliğini, yüzü kızaran bir çocuğun utancındaki iç ağırlıklarının toplamını, ameliyat sonrası hissizliğinin, sevgisizlik gibi bir şey olmadığını, uyuşukluğun, uyumakla ilgisi olmadığını ve bitkisel hayatın bitkilerle ilgisi olmadığını… Yüksek dozda duygusallık kimyasına bulaşınca, biraz saçmalamış olabilirim, tüm bunlar da içimizde kapladığımız yere dair. Her gece yastığa değil de duvara dayadığım yanağım, ıslak yanağım şahit ki bizi kurtarsa bu yeni dil kurtaracak. Yoksa bu rutubet tüm şehri eritecek.

Bilmiyordun çocukken, büyüyünce daha çok ağlayacağını. Bilseydin, bunca ağlamak için tutturur muydun? Ağlamak istediğinde, sana hiç cevap vermeyen ve ne yaparsan yap, cevap vermeyecek soğuk duvarlara sığınıyorsun çünkü ateşin çıkıyor. Şiirlerine laf atma bahanesiyle yanaşacaklar, biliyorsun. Pencereyi açtığında geceleri, umduğun soluğu bulamadığından bu şehirde, gitmek isteyeceksin belki de ciğerlerinin isteği bu, ayakların istemeyecek. Kendine eşyalardan sırdaş yapmaya devam edeceksin, pencerenin eski, küf ve ıslak tahta kokan ahşabına yaslanacaksın, sızlanmalarını dinleyecek. Ayna hariç çünkü aynalara yalvardığında seni hiç dinlemeyecekler, devam edeceksin hep ağlamaya. Gözlerinin en derinindeki o kırmızı ıslaklığa bakmak da dindiremeyecek ağlamanı ve yalvarmanı. Gökyüzüne yıldızlı şiirler yazman, gecenin aydınlık olduğu anlamına gelmez ve doğanın güzelliğinden bahsetmen, dünyanın daha çok yaşanılır bir yer olduğu anlamına da gelmez. Senin susman bir sürü şey söyleyebildiğini de değiştirmez.

Nefretle sevginin bunca yan yana olması sanki bir tek seni rahatsız ediyordu. Sevinçle hüzün gibi, gülmekle ağlamak gibi, hep iç içe. Kaçıncı kıyametimizden sıyrılıyoruz?

Yüreğimdeki tüm kuşluğu bir insanın göğüs kafesinde bıraktım, parmaklıkların ardında ezildi yüreğim. Benliğimi ve bana ait olan her şeyi o kafesin ardında yitirdim. O parmaklıkları kıramadığımdan, kendimi parçaladım. Sonrası ne bir daha kuş olabildim, ne uçabildim, ne başım bulutlara değdi…

Ağlarken sızdıran burnumu dikebilsem keşke… İpe sapa gelmez şeylere, uluorta ağlamasam, ağlayınca çırılçıplak hissediyorum kendimi, en mahrem duygularım çamurlu yolun ortasına düşmüş pespembe bir kıyafet gibi… Dünya bozulurken, inancım da ona ayak uydurmasaydı. İyi niyetim, kötü niyetlerin esareti altındayken, iyi niyetten eser kalabilir miydi? Beynimle midem arasında kesinlikle bir bağlantı olmalı, ne zaman düşünmeye başlasam bir ağrı, bir tatsızlık vuruyor. Umutsuzluğumuzdan beslenen mutlularla bir de bu dünyada uyum içinde yaşamaya çalışıyoruz, bundan büyük işkence var mı? Herkesin içinde ayrı bir hüzün varken, dışardan bakıldığında herkes birbirini taklit ediyor gibi bir görüntü, bir gariplik var bu işte, bir tutarsızlık. Kolayca savurduğum cümleler son birikintilerin. Zaten kim olduğunu hiçbir zaman düşünmeye yüreğin yetmedi. Ayrıca ne fark edecekti ki? Ya soruların yanlıştı ya da cevapları yüzyıllar öncesinden verilmişti, burada değildi.

Kelimeler de artık gittiğinde yerinde kokular kalır, bazen ekşi, bazen dumanlı, bazen koca bir kasvetle birlikte bir de boşluk korkusu. Bir daha hiç söylemeyeceğin kelimeleri ölümlerine terk ettiğinde birkaç yerinden kırılmış ve yıllanmışlık kalır. Gündüzleri hak etmediklerini düşündüklerin geceleri haklı çıkar, kelimelerin bile haklıdır artık. Derdini diyecek kadar anlatabilmeli, gerisi koskoca bir hava boşluğuna dönüşür. Dünyaya gelmiş olmanın ağırlığını omuzlarından alıp, kelimelerine yükleyebilen insanlar, diğerlerine göre biraz daha şanslıdır.

Sevdiğim şarkılar gözyaşlarımda boğulurken, sevdiğim kelimeler de bir denizin dibinde öldü, fazla tuz ve havasızlıktan. Gerçeği sakladığımız diplerde, sahteliğimiz boğuldu. İnsani ihtiyaçlardan sıyrılamadığın sürece, hangi manevi acıdan bahsedebilirdin ki? İzleyip de konuşmadığım şeylerin büyüsüne kapıldığımı zannediyor görenler, başımın arkaya sarkması boynumun ağrıdığı anlama gelmez, belki başka uzakları görmeyi umuyorumdur. Bu suskunluğun dil bilmemekle ilgisi yok, duygu karmaşasıyla ya da duygu körlüğüyle ilgisi var. Tüm olup, bitenlerden saklanmak istiyorum, bir şeyler olurken, ben olmamak istiyorum.

On Yedi Ekim İki Bin On Yedi 14: 15
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut Uncategorized yeni yazı

Beni Anlamak Zararlıydı

Aysel’i o odada ölmeye yatmaya ikna eden, içindeki o duygu belki bizimde içimizde bir yerdeydi, üzerini kalın, kışlık bir yorganla örtüp, duymazlıktan geliyorduk, hissizlikle erteliyorduk, hatta daha ileri gidip, kendimizi duygusuzlukla suçluyorduk. Böylece ölümün kıyısından sıyrılıp, yaşıyormuş gibi yapacaktık, diğer tüm işleri yaparken yaptığımız gibi, yaşamak da başlı başına bir işti sonuçta, ölüm gibi. İçinde büyüttüğü şiiri ona göstermediler, küçücük bedeniyle kafa tutarken, cezaevindeki müdüre, alay etmeleri, onun utanacağı anlamına gelmiyordu, müdür bunu biliyordu ama o bile bilmiyordu henüz. İçindeki şairden tanırken o şiiri, her gün kelimelerle beslediği, bir yığın ağırlık yapana kadar… “Minnacık kadını” sevdiğini anlatacak şiirler yazılmayacak artık. Yıllar geçtikçe büyüyecek, dağılacak ama asla parçalanmayacak bir şeye dönüşürken o şiir, açıklamak ne mümkün aslında, yetersizlik miydi bu, kelimesizlik mi? Yoksa ölmeye verilen karar mıydı? Dışarıdan gelen aldatmalardan ziyade, içimizde inandığımız şeyden dolayı aldanmak ve sonra içinden kovulmak, kendinin kendinle bile anlaşamaması. Şimdi o zamanları düşününce evden kaçıp, görmeyi istediği sadece bir yığın sarı saç ve “kocaman mavi gözlü bir devdi.” Büyük, kocaman bir şeydi çocuksu yüreğinde ama imkânsız olacak kadar değildi. Asıl bundan sonrası olanaksızdı, bir daha yazılamayacak şiirleri sevecek, ölmeye verdiği karardan kalkmak için, kendisini ne ikna edebilirdi…

Sürekli dönüp, dururken başka şeylere dönüşmek, ama en sonunda yine insan olmak, tenimizin içine tıkıştırılmış bir hastalık belki de bu. Kendimin yerine kendimi koyma çabaları da yersiz, hâlâ hiçbir şey olmamış gibi, olmadı belki de.

Saatim durmuş fakat günün hangi diliminde beni ilgilendirmiyor. Ama hâlen yaşadığımı varsayarsak, saatler ölse bile zaman lazım olacak. Şimdi ölmekten caydıysam eğer, hastalıklı bir hayalet gibi bir daha hiç ölememekten korkuyorum. Üstelik şimdi ölmek için de çok beceriksizim. Kendimle bir ömür nasıl geçinirim?

Gitmekle de varılmayan yollardayım, yürüyorum ama bir yere gittiğim de yok, her akşam aynı yerimde buluyorum yine kendimi. Oysa gerçek bir bölünme isterdim, belki birazda ölünme. Hiç kimsem yokmuş gibi görünüyor dışardan bakıldığında ama aslında bir sürü kitabım, tonlarca ağırlığında kelimelerim var, çekmeceye tıkıştırdığım ve her akşam aynı saatte sanki çok düzenliymişim gibi bir telaşla çekmeceyi açıp, önce yoklayıp, sonra da içtiğim ilaçlarım var, onlara gösterdiğim düzeni ne kıyafetlerime ne de hayatıma gösterebildim. Bitmiş yerlerini makasla kesiyorum, çöp oluyorlar, sonra yine aynı yerlerine… Sonra bir sürü izleyeceğim film listelerim var, okumaya ve izlemeye ömrüm yetmese de burada bir yerdeler. Bir sürü pijamalarım, kremlerim, diş macunlarım ve zeytinyağlı sabunlarım var, her gün uğrayamasam da bir dünya çocuk dolusu parklarım, çöp konteynırlarının yanında sevdiğim kedilerim, gittiğim yerde unuttuğum peçeteye karaladığım müsveddeler ve gözlüklerim var. Deliliklerimin bir delilinin olmasının gerekmediği yerler var, gitmesem de biliyorum. Yoksa başka nerede bunca eşyanın anlamı böyle olurdu ki? Hem bazı duyguları önce hissizleştirip, sonra da eşyaların yanına göndermek istediğim de doğrudur. Beynimden geçen, geçerken unutulan, unutuldukça çağrıştırılan diye bir yerde biriken kelimelerim var, okunmasa da olur, yakalanmasa da olur.

Sen beden, kalbinin eşyasısın, hislerini dizginleyemedikçe.

İlaç saatini bekler gibi bekliyorsun, bir sürü anlamsız kelimeden, anlamlı bir cümle çıkarmayı. Hayatını sana bir kabın içinde çalkalayıp, mantıksızca karıştırıp, eline tutuşturdukları günden beri. Kalbimde bir ton ağırlığında kelimeler var ve ben sanki hiçbirinin anlamı bulamıyorum gibi bir ağırlık…

Her zaman haklı olduğunu düşünmek için, her zaman doğru yolda yürüdüğüne inanman gerekir, inanmaktan önce de her şeyin de muhakkak doğru bir yolunun olması gerekir. Kendimi büyütmek istemediğimden belki de bunca küçük sorunlara büyük saatler kafa yoruşum. Başkalarının gözünde büyümekten, kendimi bir türlü büyütemiyorum. Oysa tam tersini isterdim, kendi gözümde büyümek için, başkalarının gözünde küçülebilirdim. Sanki denenecek her şey denenmiş, yaşanacaklar yaşanmış, yaşamam denilenler bile doldurmuş ömrünü, bildiğim, bilmediğim, biriktirdiğim, harcadığım ne varsa tükenmiş. Sonsuza dek cömert ve şefkatli olabilmek için, sonsuza dek merhamet duyacağın bir şeylerin olması gerekir. Yeniden ıslatalım kül olmuş hatıraları, bir de buna, bu kırıklara yakalım kalan son şansımızı. Dumanı bir de güneşin batan yönüne bırakalım, belki bu sefer başka batar güneş.

Kolları lastikle örülmüş, orlon, koyu renk kazağının kolunu hafifçe sıyırmış, yakıyorsun sigaranı, dumanı içinde saniyeler boyunca gezdirirken, çok önemli bir söz söylemek istiyorsun, hayatının film şeritleri, önemli anlarına karışıyor ve önemli anların kaybolup, gidiyor sabun gibi üzerinden. Sen yine de temizlenmiş saymıyorsun kendini, saysaydın masumiyetle ilgili birkaç söz edebilirdin. Dumanının bir kısmını bırakıyorsun dışarı, aklına kuşlar geliyor, özgürlüğü özlediğinden falan da bahsetmek istemiyorsun, seni anlamadıklarından bahsediyorsun, artık bu dünyaya ait olmayan gözlerinle. Sesin kaç yüz yıl uzaklardan geliyor, kimse bilmiyor bunu ama illaki ilahi bir anlam yüklemek gerekiyor bu duruma çünkü insanlar böyle yapar, anlayamadıkları şeyleri ilahlaştırırlar.

Yeni öykülerin, geçmişe öykündüğü zamanlardı. Tuhaf düşünceleri tuhaf karşılamıyordum artık, her şeyin açıklamasını kendimce buluyordum. Yaşadığımı zannettiğim acılara kılıf uyduramazken, tüm limanlardan uzaktaydım. Zihnimi yazarak yıkamaya çalıştım, biraz daha uyuşukluk gerekiyordu, böylece daha sıkıcı yazılar çıkmaya başladı. Ruhumun dinginliği ya da aklımın selameti için değildi bu, daha fazla tufana tutulmamak içindi, ancak bir kayboluşa kapılabildiğimde rahat hissediyordum. Yazarak kendimi ya da geçmişi temize geçmek gibi bir niyetim yoktu, olamazdı da zaten. Kendimi biraz daha hırpalamak iyi geliyordu belki, bir hiç olmak da bir şeydi. Acımı unutmak için saçmaladığım zamanlarda huzuruma diyecek yoktu.

Hikâyenin sonu güzel bir yere gitmeyecekse, neden ki bu çırpınma? Oyun oynamanın bile kuralları vardır, insan ne istediğini bilmeyen tuhaf bir varlık, bildiğinde ise her şey bitmiş olacak.

On Bir Ağustos İki Bin On Yedi 17 00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut Şiirler yeni yazı

Ruz Kâbusları

Şimdi kendi felaketimizden kaçmak için, daha başka felaketleri görüp, onlar için bir şey yapmak istiyorum. Çıkıp sokaklara bağırmak, büyük taşkınlıklar yapmak, insanları şaşırtmak, kendi huzursuzluğumu herkese göstermek istiyorum. Büyük plazaların camlarını kırmak istiyorum mesela, ama taş bile bulamam artık bu şehirde, her yer asfalt. Onları da sökmeye gücüm yetmez, hem iş makinesi lazım onun için, ayrıca taş bulup, atsam bile yine kırılmaz bu camlar, kaç katla kaplanmış içerideki dosyalar, insanlar, işler bilemiyorum, kaç kat saklanmış özgürlüğün rengi bilinmiyor. Bilemedikçe yoruluyorum, yoruldukça üşeniyorum. Kafamı bir şeye, ama sürekli bir şeye takıp, meşgul etmek istiyorum, ama aklım daldan dala konuyor sanki bunca düşünce nereme sığıyor bilmiyorum. Bazı geceler aklımdan fena şeyler de geçiyor, deliliğimi artık saklayamayacak yaşa geldim, bir sürü bağırıyorum içimden ama yalnız kendim duyuyorum, hem sonra el âlem rahatsız olur. Kendi rahatsızlığımdan çok, başkalarının rahatsızlığını düşündüğüm için, bir türlü rahat edemiyorum. Oysa bir kişi rahat edemiyorsa şu yeryüzünde, diğerleri nasıl rahat edebiliyor, şaşırıyorum. Onlar huzursuzluklarını saklamakta çok mu becerikliler ya da huzursuzluklarını gizleyecek kadar güvenlikleri ve mal varlıkları mı var? Ben artık gerçekten rahata eremiyorum ve ne yaparsam yapayım, olmayacak, neye sahip olduğumu zannedersem edeyim, yine rahat edemeyeceğim.

Gülünmeyecek şeylere de gülebilen biriyim aslında, bizi güzellik değil, delilik kurtaracak. Yaşayıp, geçiyoruz, ders yok, tecrübe yok, anlamak yok. Hikâye yok, kafamın içinde en sadeleştirilmiş şekliyle bir hayat geçiyor, virgüllere bunca takıldığım ondandır, anlatırken, sanki başka bir şey yapıyormuşum gibi, başka bir konuya atlıyormuşum gibi oluyor. Anlatamıyorum ben aslında, kafamın içindeki o karışık ve karanlık sulardan bir türlü çıkamıyorum. Her şey birbirine giriyor karanlıkta, bulamıyorum doğruyu, doğruyu bulamayınca yanlış da bulunmuyor. Hepsi birbirine bağlı olabilir ama aradığımız işaretler, olmasını istediğimiz mucizeler falan yok. Sonuç yok, hiçbir şey yok. Herkesin anlam yükleyebildiği şeyler komik geliyor, bir şey anlamak istemiyorum. Beynimde bir sürü anlamını bilmediğim şeylerin ağırlığıyla enkaz gibi oturuyorum. Sanki bir şeyleri yaşıyorum da cümlesini kuramıyorum gibi. Olaylar; sağımdan solumdan, kenarımdan geçiyor da, hiç kendimi saklayamıyorum gibi…

Varlığımı artık kullanılmayan, eski ve ölü bir masaldan yontmuşlardı. Ellerimin bir ölünün ellerine benzemesini buna borçluydum, gülümseyişimi de alıp, eklemeyi unutmuşlardı. Geçmişten söz edebilecek kadar canlıydım, geçmişi unutamayacak kadar bilmiş, yaşarken hikâyenin içi boşalmış gibiydi. Kimsesizlik böyleydi, ıssızlık bunu gerektirirdi. Boğazımda çiçekler açsın istemiştim ama düğümler, arsız otlar gibi izin vermedi.

Beynime yakıştıramadığım şeylerin eninde sonunda kalbimi bulacağını biliyordum. Cümlelerden kılıçlar gibi batacaktı kalbime, bir yanı daha keskin, odalarının içi yerle bir olacak, dağılacaktı, sonra mahvetmek için başka yerlere göçünü isteyecekti o cümleler, ciğerim yanmak için çok uygundu, parçalanmak için de eski deyimlerden yardım alabilirdim.

Fazla duyarlılık hastalıkmış diyor doktorlar, en çok üzülenler listesinde kaçıncı sıralarda olduğumu söylemedi ama bir teşhisi varmış. Normal insanlardan kaçarken, kedilere, kaplumbağalara ve kuşlara ağlıyormuşuz, sanki her şey normalmiş de bir ben değilmişim. Bunalım, bipolar bozukluk, panik atak falan hikâye hepsi. İnsan kalabildiğin için hep bunlar, bu ağlamalar, bu dumanlar…

Herkes okusun ama anlaşılmasın istiyorsun, herkes bambaşka bir şey anlasın ama ancak herkesin anladığı bir araya gelebildiğinde anlamı olsun istiyorsun. Yüreği yakıp, geçen şiirler gibi olsun istiyorsun yazdıkların ama neden acıttığının bilinmediği gibi… Sırf bu yüzden hiç yazılmamış bir şeyler söylemek istiyorsun, bunun için deliriyorsun. Lüzumsuzca geldiğin dünyada, istenmeyen birinin bile yaşama sevinci denilen büyüye tutunup, kalmasını anlatmak gibi, öleceğini bilerek birilerinin sevgisine bağlanmak gibi, olmayacağını bilerek inanmak, çabalamak gibi… Her hikâyenin biteceğini bildiğin hâlde, günlük saçma sevinçlere vakit ayırabilenlere burun kıvırmak, küçümsemek gibi… İspattan uzak, ama açıklayabilecek gibi doğmanın sitemini yazın sıcağında ağır bir battaniyeden zar gibi üzerinde taşırken, beynine hücum eden düşüncelerden, bunaltılardan seni koruyan, yüreğini ferahlatan kelimelere sığınmak gibi. Zihninde biriken bir sürü soruya cevap bulduğun hâlde kabullenip, sevinmemek gibi, aptalca inanmamak gibi, arayışlarına bir temenni yakıştıramamak gibi.

Kendi dehşetimizden kurtulup, başımızı dünyaya çevirdiğimizde, ilk kez şaşırmış gibi oluruz. Anlamsızlığın çatışması, umutsuzlukla çarpışır, teknik açıdan ilerlememiz bizi biraz daha aptal durumuna düşürür, sersemliğimiz derinleşir, düşüncelerimiz yapaylaşırken.

Ölürken izleyebileceğim, güzel bir film şeridim olmadı. Gecenin en karanlık yeri gündüzleri bile karşıma çıktı. Endişeden titreyen gölgemle baş başaydım, bizden başka kimseler yok ortalıkta, birde yağmurdan titreşen, titreştikçe korkan bir sarı lamba. Ölümü öğrenmek için, önce ölmek gerekiyor, kötü şeritlerden oluşan hayatımı nereye koyacağımı bilmiyorum. Güzel bir film şeridi olacak diye biraz daha yaşayamam ya, böyle arada kaldım. Hayatıma son veremedikçe hayallerim kırılacak, onlarla birlikte başka şeylerde… Beynimdeki uğultudan kafam uyuşacak, ama hâlâ hissetmeye devam edeceğim, üstelik hissetmemek için yapmaya çalıştığım hiçbir şeyin faydası da olmayacak. Kendi gözlerimin donukluğuna bakarken, donuyorum. Bembeyaz duvarda bir sürü şey arıyorum, pürüzsüz yapılmış badananın içinde, kirli çiviler bulabiliyorum bir tek, onları kafama takıyorum. İçim kararıyor, gözlerim kadar. İçimden geçen cümleler, keyfimi kaçırıyor.

Yazdıklarımı gözden geçirmeye kalktığımda, her satırda yatan birkaç ölü duyguya denk geliyorum, gündüz gözü kâbus görmek gibi bir şey, geceden daha çok, sayfalarca kâbus. Sanki bileğim, kesilmiş, kemiklerim kırılmış, ruhum kopmuş gibi ama hiçbir şey hissetmiyorum. İntiharıma biriktiriyorum tüm mutlu resimleri. Gözlerim çıplak baktığı için sokakları, ıslanmışlar. Yanlış değildi adımlarım, doğrusu bir yere varamadığımdı. Buradaki yanlış bu zamana kadar ölememiş olmamdı. Aynı şeyleri tekrardan yazınca, her defasında başka bir hikâyeye doğru gideceğine inanan katıksız itikatlıydım, saf suyun bir gün yolunu değiştireceğine olan inancı gibi. Nasıl anlatacağımı biliyorum ama nasıl kurtulacağımı bilemediğim kâbuslardayım. Boş şişelere anlam yükleyip, denize atabilecek kadar büyüdüm. Aynaya koşuyorum, kâbus değil de bu defa rüya görmek umuduyla, korkudan bakamıyorum. Hani bıraksam kendimi, içimden aşağıya, hiçbir yere varamam, koştuklarımla kalıyorum, arada düştüklerimle anılıyorum. Günün belli saatlerinde görünmeyip, unutulmuş, hiç rağbet görmemiş bir romanın en sıkıcı ve silik karakteri oluyorum geceleri. Sarhoş oldukça çekilmiyorum, kendimi taşıyamıyorum. Hayatta taşıdığım kadar acının yükünü, kilomun bilmem kaç katına çarpıp, bölmem gerekiyordu parçalarına, bilmiyorum. Aynaya baktığında; gözlerindeki doluluktan ayna taşar, duvarlara çarpma sesini duyarsın, yüzün kırılırken, içinden de bir şeyler tamir olmayacak şekilde parçalara ayrılır. Beynindeki öfke ve isyanla birlikte, hiç de durumuna uymayan bir tezatla, yanağında kurumayı unutmuş, alzaymır hastası bir gözyaşı vardır.

Yirmi Sekiz Eylül İki Bin On Yedi 17 20
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Okuyup, geçebileceğim bir kitap değildin!

Seni tanımayı o kadar çok isterdim ki… Tanıyınca ne olacak sanki hiçbir şey. “Dünya ne kadar küçük” derdim, sonra “aslında dünya ne kadar da büyükmüş” derdim gidince. Acılarımın dibine kadar dokunan, köküne vardıran bir kitap okudum. Saf acımın tefsiri gibiydi bu, açıklamalı, mealli, bir o kadar da anlamlı. Beni artık kitaplar hasta ediyor, insanlar değil. Bağışık sistemi düşüklüğü zırvaları, üşümelerim, üşütmelerim, sıcaklamalarım falan değil. Hep en son dediğim yerde, hayatıma denk gelen orospu çocuğu ruhlarına rastladım orada. Sanki o kitaptan çıkıp, gelmişlerdi hayatıma, beni yaratan benimle dalga geçiyormuş gibiydi okudukça. Beni bu kitap hasta etti. Benim sorunum kendim hariç kimseyi kıramamak, kimseye hak ettiği cezayı verememek. Zararım kendime, kelimeler ziyan. Anlattıklarımda saçmalamaktan öteye gidemiyor, görüyorsun ya. Erkekler gittiklerinde geri dönmezler çünkü onlarda geri dönecek kadar göt yoktur, ama kadınlar öyle mi? Kapının önüne koyarsın, bir yere gitmez, it gibi bekler kapıda. Ben çok bekledim. Sokakta da kaldım bazen. Beklemeyenler de var, o ayrı. Sem kadar cesur olsaydım keşke. İnsan ölmek isteyince en çok kendine değil de bir annesi varsa ona ağlıyor, onun ağladığını düşünüp. Bundan işte, yapılmıyor. On sekiz yaşımda hayatımın en büyük fırsatı çıktı karşıma kanser ve ben onu tam üç senede harcadım, sonrası yine hayal kırıklığı. Ölüme çelme takarken, kendi sonumun acısını çoğalttım yalnızca, gittikçe çoğalan, sürekli başka bir acı doğuran acı. Yendiğimi zannettiğim ölüm değil, hayatımmış. Biraz daha içine etmek için kaldığı yerden devam ediyormuş düzensiz nefeslerim. Hastalık ve kocaman bok çuvalıyız, bir sürü pisliğe batarken, hâlâ temiz bir şeyler kalmış gibi devam ediyoruz utanmadan yaşamaya, onları da kirletmek için. Üstelik bunca kirlenmişken, paslanmaya da devam ediyoruz. Umut denen hastalığı nasıl da bulaştırıyorlar her yanımıza! Mutluluk denen uyuşturucuyla. Boğazımdaki düğümle her gün kavga ediyorum, her gün binlerce kelimeyle içimi dökebilirmişim gibi geliyor, söyleyebildiğim bir şey yok. İçimin hiçbir yere gittiği yok. Gidebilseydi belki Sem gibi kendimi gebertebilme cesaretine varırdım. Yaşadığı yalan hayatın gerçekliğini anladığında bunu yapabilir insan. Yoksa herkes rüyada yaşıyor gibi, öyle olmasa nasıl katlanılır ki bunca saçmalığa, acıya ve zulme?

İçimin boşluğunda durmadan yuvarlanıyorum, kıyamete kadar da böyle olacak. Hani insan kendini ne şekilde öldürürse, kıyamete kadar o işlem devam edermiş ya, bizimkisi de böyle. Durmadan yuvarlanmak, hep daha büyük bir çukura.

 

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Yaşayamama Hastalığı

Anlamanın verdiği ağırlığı taşıyamıyorum, beynimde sürekli bir uğultu, kulaklarımda hiç tanımadığım yabancı sesler, böyle anlatınca bir korku filmi gibi geliyor biliyorum ama aslında bu dramdan birkaç boyut ileride bir şey…

Nefesin gidip, geliyor, daralıyorsun, şu boğazındaki düğüm bir izin verse belki biraz daha yaşamak isteyeceksin. Ölmeyi dileyip duruyorsun, ama ölümün eşiğine geldiğinde yaşamak için dualar edip, yalvarıyorsun. Diğer zamanlarda belki de inanmadığından öleceğine böylesi cesur bir durumun peşine gidiyorsun. Şimdiye kadar hiç anlaşılmadığını düşünüp, eğreti dudaklarınla yamuk bir gülümseme yerleştiriyorsun dudaklarına, sigara gibi. Bundan sonra anlaşılmayacağının alaylı kanıtı bu… Anlaşılmayınca kendini yabancı ve kötü hissetmen gerekir, tükenmen gerekir fakat sen kendini sırf bu yüzden apayrı hissediyorsun. İstiklâle çıkıyorsun, göklere gidemiyorsun, Boyacıköy durağından göğe baksan bile göremiyorsun artık kuşları, bulutlar da eskisi gibi şekil yapmıyorlar, her şey çok şekilsiz oldu. Başını sokacak kadar kuytu bir köşe bulamıyorsun artık, ne kadar saklanırsan o kadar buluyorlar, ne kadar görünmek istersen o kadar görmüyorlar. Cümlemizde bir gariplik var, cümlelerimizde, yan yana dizilmeleri beraber oldukları anlamına gelmiyor, en zıt cümleler bile komşu olabiliyorlar.

Bizde bir zifirilik var ve sessiziz. Kötü geçirdiğimiz günleri ömrümüzden silmeye kalksak kaç gün kalır geriye hesaplayamıyoruz. Herkes olanca bütünlüğüyle birbirine benzerken, herkes birbirine yabancı, kalabalıkların sersemlettiği mesai sonraları, içine doldurmaya çalıştığın huzurun sen gelene kadar bitmiş olduğunu görüyorsun, gerisingeri gitmeye çalıştığında hiçbir yere varamıyorsun, sokaklar bile anlamıyor seni, bizi… Bunca insan bir yere gitmeye çalışıyorsa, kesin bir yere varılıyordur diye düşünüyorsun ama sen varamıyorsun, sanırım sorun sende, bizde…

Yalnızlığının istifini bu kalabalık bile bozamıyor, sersemliğinin kalabalıkla ilgisi yok, başka şeyler var aslında, anlamakla ilgili bu ağırlık. Yakınında yer alanlarının içine ekmeye çalıştığı endişeler hiç filiz vermedi, her şeyin ötesine geçebilince, hiçbir şeyden korkmuyorsun, nadasa bıraktığın yüreğinin hasat zamanı gelmiyor ya da ekşiyor, bayatlıyor tüm ektiğin duygular, zamanında ekilmediği veya zamansız biçildiği için. Sirkeyle şarap arasında gidip, geliyorsun, bin yıl geçmiş gibi oluyor ama aslında çok yakın, ölmeye yatmakla şu durum aynı. Gündemi konuşmanın günümüzde yaşadığın anlamına gelmiyor, açtığın kırmızı çiçekleri yiyorlar ya da üzüm sanıp, eziyorlar. Gövdesi yaralı ağaca, sokakta kalmış salyangoza ağlıyorsun. Sanki her şey çok normalde bir sen acayipmişsin gibi geliyor. En çok da bundan nefret ediyorsun. Güleç yüzlü ayçiçekleriyle konuşuyorsun, üzümlerin ezilmişliğini, incir ağacının derdini dinliyorsun. Hayretlerine çıldıracak yer bulamıyorsun, burası çok dar. İnsan ağız tadıyla deliremiyor bile. Sessizlikler beynini parçalamak istiyor, kafan bile kanamıyor. Hep başka, ama hep aynı yerden kırılıyoruz. Bunun için bile akraba sayılırız. Yüzünde beslediğin şefkatlerinde masum çocuk gülücükleri saklanırken, az daha onlar da bozulacak gibi oluyor, şaşkınlığında yapay bir buruşukluk var, ama hiç yaşlandırmayan. Oysa kırışıklıkları seviyorsun sen, büyümenin anlamını, yaşamın çizgilerini… Kırık bardak gibiyim, dolmadığımdan kimse ağladığımı bilmiyor, her gece ağlamaktan karanlıktaki gölgem yaşlanıyor. Ağaçlara içini dökesin var, yeşili üzenleri dövesin var.

Kaybolmayı istemediğimizden mi bunca yazıyoruz? Bir şair kaç yılda ölür? Hangi satırda kaybolur? Hayal kırıklıklarından yaptığımız mezar, bizi bize buldurur belki. O zaman unutuluruz, hem pek güzel tören olur bundan. Kansızlığımıza kelimesizlik diyoruz, parasızlığımıza masalsızlık. Söylesene en son hangi masala inanmıştın da bir de üzerine gerçek oldu? Kelimelerinin çıplak acizliğine uğradık, yara izi bırakıp, giden dikenleri bile unutmuyoruz, perdelerin yaz akşamları karanlıkta rüzgârla salınan müstehcen dantelleri… Geçtiğimiz sokaklarda namımız kaldı, tavan arası bile yeterdi aslında kokuşmuş duygulardan kaçıp, kurtulmamıza. Parçalanılışımıza herhangi bir tanık bulamadık, aramadık zaten, kendi eksenimizde çizdiğimiz yuvarlaktan hayat denen bir şekil oluşturduk, içinde yaşam yoktu.

Kalbimin kamaşmasına aldanıp, yırtmak istiyorum, içindeki her şeyi, sen dâhil, delip deşmek istiyorum. Beynime giden dumanlarda senin payın var. Herkes kırmızı kalpli, parlak balonları severek izliyor, kimse onları; kimin satmak için elinde tuttuğuna bakmıyor. Sıcacık bir şal istiyorum ve tüm saframı halının üzerine kusmak istiyorum. Dünya durmadan dönüyor ve bu benim başımı daha çok döndürüyor. Yersiz cesaretlerimin karşısında, sonraları gülme krizlerine giriyorum. Hatırlamamam gereken bir yığın şeyle dolduruyorum unutmam gerekenleri. Sıcağın donduracağı, soğuğun bunaltacağı, soğuk duvarlar istiyorsun. Bedeli bir nesil öncesinden ödenmiş gülmelerinde, hep ağlayan bir şey var, gözlerinde borçlu bakışlar sergiliyorsun, kaçmak istediğin dünyadan, pencereden sarkıtacağın ipi, kendi ellerimle örüyorum, ayaklarına batmasın diye çakıl taşlarının kenarlarını bir şekle sokuyorum, kendimi kendimden kaçırayım diye uğraşıyorum, hayat bana kötü şeklini yaparken…

Herkes sıradan şeyler için çıldırma nedenleri ararken, bu seni çıldırtıyor. Kendi gölgesiyle bile geçinemeyenler seni delirtiyor, biliyorum, içimden biliyorum. İçimden susmak geliyor oysa hep, yalan duyduğumda kaçıyorum, beni bir tek bu kaçırtıyor, yoksa sabırlıyım, anlayışlıyım ama yalanlar yoruyor. Güzel anlar olunca tanık sayılmıyoruz, nerede bir acı var, tanık oluyoruz. Sızılarım tepindikçe bağrımda, bağırmalarım tıkanıyor, hissetmiyorum. Yazdıkça yaşadığım duygusu beni yaşlandırıyor, kaçmak istiyorum, yürüyemiyorum. Sırnaşık ve ciddiyetsiz vedalardan bıktım, hiç duymayacak olana anlatmaya çalışmayı, anlamıyorum. Yaradılışım doğru zaman dilimi değil, bu dilimi hazmedemedim, neslimde doğmadım. Bardakların kırdığı damarlarım, şimdi ıssız, yine de aklımın içinden renkli legolar uydurmaktan geri durmuyorum, acıyla yıkanıyorum, kanadıkça paklandığımı sanıyorum. Neyin günahını ödüyor bu ağlamalarım, bilmiyorum. Gidecek yeri olmayan bir çocuk gibi sızlıyor içim, adımın yeniliği çağrıştırdığı kadar eski hissediyorum, tezatların anlamında kayıplardayım. Neden sorusunu yanlış zamanda sorduğumuzdan belki yanlış cevaplara razı olduk.

Densiz bir yumuşamanın ardından gelen gözyaşlarına hiç hazır olamadım. Gözlerimin ihanetiydi bu. Yaşayamama hastalığının bıraktığı izleri birkaç organımda buluyordum, fizyolojinin bozulması ve görevlerini yerine getirmemesi deniliyordu buna, ben rutin diye cevaplıyordum.

 

On Dört Haziran İki Bin On Yedi 16:00

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut Uncategorized yeni yazı

Dejavu Tedirginliği

Muhtemelen hamurum hayal kırıklığıyla yoğrulmuş. Şaşırmayı unuttum ama hayal kırıklıklarına dair bir çözüm bulamadım şimdiye kadar, kısacık bir zaman içinde tüm buraları terk edip, gidesim var. İyi olduğumu söylemek için konuşmak isterdim ama öyle bir şey de yok, daha çok yazıyorum, kötü iyi olmadığım belli olmasın diye. Elimden gelen rol buydu, yapabileceklerim bu kadardı, kızgınlık bile duyamıyorum bir yerden sonra, o sınırı aşınca, çığlık atılacak zamanları da geçtim, içimde sürekli konuşan sesi de solladım. En son hangi gerekli bir neden için ağladığımı unuttum, kaskatı bir şey oldum. İçimden geçenleri yine içimin çukuruna gömmekten başka elimden bir şey gelmiyor. İçim belki de çoktan derinlerde bir yerde öldüğünden, ölümler, yok oluşlar da yabancı gelmiyor artık. Anlatmak, eski dilde, masallara özgü bir şey, lüks bir ruh hâline mahsus. Susmak bizim en hazin, en etkileyici kelimemiz.

İntihar etmek isteyen birisine, intihar eden bir yazarın edebî kitaplarını önermek…

Bu dalıp gitmelerinin bir anlamı var sanıyorsun, belki de vardır, bilmiyorum, huzursuzluğun nasıl da tanıdık, bir dejavu tedirginliği var tutulmalarında. İnancından kurumuş bir papatyaydım, hani beyazdım, sonra kirle tanıştım, inanmak bir kere daha kirlenmek anlamına geliyormuş, biliyordun, sen biliyordun ama söylemedin. Üçüncü kez koparıldım yapraklarımdan ve defalarca kalbimden. Defalarca delirmelerimin nedenini biliyorsun, ilaçların sinir krizleriyle arkadaş olduğunu da… Her şeyi belki birlikte planladık, bu kötü dünyayı, kavuşmak için başka bir yer yoktu belki, ettiğim kavgalara gülücüklerimle cevap verdiğimden ve gülümseme artık en değersiz silah olduğundan yenildim. Öldükçe büyüyorum, büyüdükçe kirleniyorum. Bu yenilişimde tanıdık bir şeyler var, tanımadıklarımla da şimdi tanışacağım, tek başıma yürüdüğüm sokaklardan biliyorum, sigara dumanına yakıştırdığım yüzlerden ve küllerindeki tanıdık yalnızlık duygusundan. Pencerelerin çokluğu birini beklediğin değerle ölçülüyordu, kimseye mantıklı gelmeyen şeyler nasıl da sana anlamlı geliyordu. Delilik diyemediklerine mana yüklemek zorundaydın. Her rüzgârda bahçedeki ağacın sallanan yapraklarına içinin ürpertilerini de katıp, karıştırıp, o kırışan yapraklarla birlikte uzaklara giderdin, gelişini ertelemekten başka çaren yoktu. İçindeki seslere tek başına bilenirken, hiçbir müzik seni senden alamazdı, oysa en çok senin kendinden kurtulmana ihtiyacın vardı, bunu bilmiyorduk. Yalnız kalınca daha iyi olur her şey zannettik, bilirkişi raporuymuş gibi. Zamana bırakalım dedik, o da geldi bize sarıp, durdu.

“Nereye gidiyorsun?” diye sorma bana, içimdeki korkuları bırakacak yer bulamıyorum. Kendimi bazen bomboş bir araba gibi alıp, bariyerlere çarpasım geliyor. Trenlerin havalanmışlarını hayal ediyorum ama hiçbir bulutu ezip, geçmiyorlar, trenler her araçtan daha merhametlidirler. Çocukken yolun karşısına kaçırdığım topları hâlâ yakalamak derdindeyim, oysa dinlediğim şarkının melodisini bile yakalayamıyorum, ayın ışığı nereye gitsem yakalıyor, saklanamadığım siren sesleri var, çarpma sesleri, kulağın dolusu metal sesleri, hepsi sinirimizi bozuyor. Gitmem lazım, daha ne olsun? Yağmur yağınca artık daha az salyangoz çıkıyor, karınca yuvaları toplu katliama uğramış gibi. Her yanımız hafriyat alanı, içimizi oyuyorlar.

Sen yine de paramparça hâlimi görürken, bütünlükten bahset, yalan söyle, belki biraz yaralarımız iyileşir. Yan yana dizilen aynı model sandalyelerin bir kısmında yalandan sigara yasağı var, kimse kimseyi rahatsız etmek istemiyor gözüküyor, ama herkes birbirini rahatsız ediyor. Bunları söylediğim için, yine de beni aşırı bil. Hayat aşırı kötü, insanlar aşırı sıkıcı, herkes aşırı duyarsız, ben bunları dikkate aldığım için aşırı tedirgin olayım. Sustuklarım beni kusturuyor, söylemesem olmayacak ya da beni siyah-beyaz fotoğraflı zamanlara gönder, gönderemiyorsan da “gitme” deme. Anlamak gurur meselesi olmamalı ki bizim hâli hazırda pek çok meselemiz mevcut. Martılar sevilmeyen çocuklar gibi ağlıyor. Duvarımda daha evvel yapıştırdığım kartpostalın izi, söküp almış boyalarını, rutubetin yardımıyla, bunca yaşanandan sonra izden bahsetme bana. Hayatımızın çuvaldızını söktüler, ucuza yaşadığım sevgilerin bedelini ağır öderken, yalnızlığın faturasını yeni kendimize kestik.

Kendimi deniyorum, acımla dalga geçiyorum, bakalım ne kadar daha dayanabileceğim diye ilaç almıyorum. İşte böyle kendi kendime bile yenilebilirim, hem böylesi çok daha alımlı. Tam da böyle anlatamadıklarımın ortasında, hissettiğim rüküş, eskiden kalma ama nostalji olamayacak kadar değersiz duygularla birlikte. Suskunlarımın yanından geçebilseydin eğer, kalbimde çalan saatin sesini duyabilirdin. Saçlarımı artık hiç taramadığımı, kulağımın arkasına çiçek takmadığımı, uzun zamandır kırmızı fırfırlı etek giymediğimi, oldubittiye getirdiğim şeyleri, şişkinliklerimin acılardan kaynaklandığını, içimin darlığının, darlıkla bir alakasının olmadığını, tüm bunları suskunluk denilen o çukura koysam dolardı belki…
Yüzüme bakmak için uzandığım aynaların hepsi kaydı, gitti başka bir yüze, kırılmadan ama kayarak, erir gibi bir şey. Gözlerimden aşağıya sarkıttığım incilerin değerini bilebilecek sarrafı kaybettim. Şimdi neye değer biçsek yanlış ölçülüyor. Dudaklarım yabancı bir balığın dudakları, susuz ve uslu. Mucizeleri tükettim başka hayatlarda, kendime verecek olağanüstü bir şeyim kalmadı. Keşke sağanak yağmurlarla biraz daha içli dışlı olsaydım, o zaman belki giderdi susuzluğum, balığın hayatı yağmurdu ve buralarda tatlı su yoktu. Keşke biraz benliğimi hapseden duyguların dışına çıkıp, illegal yaşayabilseydim, varlığımı saklayacak bir yer bulabilseydim, böyle yok olmazdım. Saçlarımı kestiğim gibi, hayatımı ortasından kesip atabilseydim, kangren olmuş, kesmem gereken, hastalıklı yerinden, keşkelerimi saklayacak bir mezar kazsaydım sonra, ölümlü şeyler ne yakışırdı kendime, aynada ve saygısızca.

Kirlenerek geldiğimiz dünyada, temizlikten bahsetmek biraz fazla kibirlilik olmaz mı? Belki de sürekli çirkinlikten, kötülükten bahsettiğim için, tüm bu kötülükleri ruhum emdiği için, sünger gibi temiz sayılmam. Ama hiçbir kötülüğe bulaşmadan yaşayabilir miydik? Böyle bir şey mümkün müydü? Her gün birileri dünyanın kirliliği hakkında yakınırken… Ki dünyayı da insanlar kirletiyordu en çok, o yüzden ilk kirlilik yine de insandan çıkmıştır. Sırf bunları bildiğim ve söylediğim için sizden daha fazla kirli olmuyorum, içinizden bağışladıklarınızı aşağıladığınızı biliyorum, o hastalıklı gururu da biliyorum. Dünya daha güzel bir yer olsaydı, biz de daha güzel olabilirdik. Hepimiz birbirimizin çirkinliğine muhtacız ve hepimiz her geçen gün birbirimizi kirletiyoruz. Kendimize özenle ayırdığımız renkler de bir işe yaramıyor, dünyanın kalıbı sökülmeli belki yerinden, boyanmıyor, boyansa da alttaki kirlilik boyayı da kirletiyor. Her şey iyi olsaydı çarpık kelimelerin peşine düşüp, teselli aramak zahmetinde bulunur muyduk? Dahası en inanılmaz şeylere bile inanma saflığını gösterebilir miydik? Kirlendiğini hisseden herkesin düştüğü o hiç bitmeyen çemberin içinden umut diye soluk alıp verir miydik? Ayrılık adına yazılmış hangi mısralar ya da sayfalar bizi avutabildi?

Öyleyse bu kirlilikte yeniden temizliği öğrenme mücadelesi, kelebek kanatları gibi geçici, kuşlar gibi pervasız, bir kar tanesi belki unutturabilirdi tüm kirleri… İnanabilsek belki o kelimelere, suçluluk ile özgürlüğün nasıl yakın olduğunu, unutabilirdik belki her şeyi, tüm yargıları…

İki Haziran İki Bin On Yedi 14 10
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut Uncategorized yeni yazı

Son Ada (Rüyası) – Zülfü Livaneli

20170528_132913

 

Kütüphanemde değişik ne okusam diye bakınırken, yıllar önce alıp, beklettiğim bu kitaba rastladım. Her kitabın okunma zamanı vardır ki, bu da tam zamanına denk gelmişti. Doğrusu Yaşar Kemal’in açıklayıcı önsözünü okusam da yine bu derece etkileneceğimi hiç düşünmüyordum. Ama okuduğum andan beri beni içine çekti, olumlu ya da olumsuz anlamda. Gerçek anlamıyla tam olarak artık o Son Ada’nın içindeki evlerden birinde, herhangi bir numarada oturuyordum.

Adaya gelen eski Başkan tarafından, kendi menfaatleri doğrultusunda, adanın eski huzuru, güveni ve doğallığını bozmaya başlıyor, felaketler silsilesi tam da başkanın geldiği zamanlara denk geliyor. Doğayı bozmanın cezasını tüm ada sakinleri çekmeye başlıyor. Huzursuzluk, katliam ve vahşet, tümü de artık adada bulunuyor. Herkes huzuru bulmak için gittiği adada huzurdan eser kalmıyor, kimse kimseye güvenmiyor, doğaya da güvensizlik başlıyor. Başkan kendi çıkarları doğrultusunda, insanların hayatını mahvetmeye devam ediyor. Ada sakinlerinin bir kısmı adadan uzaklaşıp, eski şehirlerine gitme düşünceleri doğsa da bunu yapamıyorlar. İçlerinden birkaç kişi durumlardan şikâyetçi olsa da çoğu başkanın tarafında yer alıyor. Öyle bir zaman geliyor ki, eski huzurlu günlerini bile unutmuş oluyorlar.

Okuyup uyuduğum, uyuyup okuduğum bir hafta sonunda, adadaki o vahşeti o kadar kafama takmış olacağım ki, daldığım rüyadan daha doğrusu kâbustan, seri hâlinde birkaç kitap çıkardı. Bu kâbusların kitapla alakası var mı bilemem ama bildiğim tek şey çok gerçek olduklarıdır. Kâbustan kâbusa atlarken, ilkinde kalabalık bir yerde silahlar patlıyor ve inşaat gibi bir yerden üzerimize betonlar dökülüyor, birçok insan yaralanıyor, bizleri de bir araca doldurup, uzak bir yere götürüyorlar, ama felaket tüm şehri sarmıştı. Götürüldüğümüz yerde de sıraya dizilip, bir sandalyede oturtuyorlar bizi. Benim sırtımı bir kurşun yalayıp, geçiyor ama yaram öyle çok ağır değil. Yine de acı çekiyorum ki bunu tüm hücrelerimde gerçekten hissediyorum, kanın ılık ıslaklığı sırtımı ürpertiyor. Sıraya dizilmiş bizlerden mor saçlı bir kadın sırf yazdığı için, sorguya çekiliyor ve çeşitli hakaretlere uğrayarak dalga geçiliyor, anladığım kadarıyla bizleri yazdığımız için toplamışlar o felaketten. Sıra bana doğru gelirken, (kalbim tabi bu arada müthiş atıyor, uyandığımda duracak seviyeye gelmişti neredeyse) o arada bir motor, bot gibi bir şeye bindiriyorlar, güya tanıdıkmış onlar ama tanımıyorum, bir felaketten kaçarken diğerine tutulacağımı tahmin etsem de, o felaket türünü bilemediğim için gitmek durumunda kalıyorum. Kapkaranlık bir gecede, karanlık bir denizde yol alıyoruz, sallanarak. Sonra beni o saldırının ilk olduğu yere doğru götürürken, deniz beni içine çekiyor ve ben bu durumdan hiç şikâyetçi değilim, öleceksem bile böyle ölmeliyim diyerek, denize bırakıyorum kendimi. Ama o bıraktığım yerde bir sürü suyun yüzüne çıkmış öylece duran cesetlerle karşılaşıyorum, yüzemiyorum, kolumu attığım yerde bir şeye çarpıyor ellerim. Çok korkuyorum tabi, tek çare belki de kendimi dibe vurmak diye geçiriyorum içimden. İnsan ölülerini tıpkı denizin üzerinde vurulan bembeyaz martıların suyun üzerindeki cesetlere benzetiyorum.

Soluk soluğa ve kocaman bir kalp gümbürtüsüyle uyanırken, gördüğüm şeyin gerçek değil de kâbus olduğunu görmek de rahatlatamadı beni. Keşke bazı şeyler gerçek olmasa, okumaya dayanamazken, yaşanılanlar var. Gözlerimi açtığımda hayatın kaldığı yerden devam etmesi hiç ama hiç rahatlatmadı yüreğimi.

Martılar bizden önce de bu kıyıların sahibiydi, kendi çıkarların uğruna doğadaki düzeni yok etmeye çalışırsan, en büyük zararı kendin görürsün, başta küçük sanılan, büyük günahların hikâyesi bu.

Bir vahşetten kurtulmak için, daha büyük başka bir katliamla karşılaşıyor ada ve sakinleri. Kanla beslenen bir millet hâline geliyor çoğu, lanetli adada insanın içindeki canavarlık ve gerçek dostluk sorgulanıyor. Bunca hırs ve öfkeye rağmen hiç kimse kazanmıyor, herkes ettiğinin cezasını acı bir şekilde çekerken, bu duruma karşı çıkanlar da aynı sonuçlara maruz kalıyorlar. Masumiyet ya da suçluluk bazen fark etmiyor, kötülüğün çok olduğu yerlerde. Zenginlikle kandırılmaya izin vermiş olmanın ve açgözlülüğü huzura tercih etmenin kefaretini ödüyorlar. Bencillik, diktatöre boyun eğme, körü körüne inanmanın vermiş olduğu rahatlık, küçük hırslardan oluşan menfaat duygusu ve cehalet cennet gibi güzelim adayı cehenneme çevirip, herkesin hayatını yerle bir ediyor. Yasemin kokular ve çam fıstıkları olan adada artık yalnızca lanet, bir sürü katliam, is kokusu ve kocaman bir sis kalıyor geriye. Yanıkların bunca büyük olduğu hayatlarda bir daha hiç kimse toparlanamıyor.

O korkunç rüyadan sonra, uyandığımda bir an önce bunları yazmam lazım diye geçirdim içimden.

 

Otuz Bir Mayıs İki Bin On Yedi 15 00

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

İçimizin Kırıklarının Toplamı

Belki de söyleyemediğin kelimeler başka dilde başka anlama geliyordur. Gecenin bir yarısı hiçbir yere bağlanamayan bir muhabbetin tam ortasındayken düşünmüştüm bunu, bir yere varmayan kelimelerden aslında en güzel kelamlar çıkıyor. Dudaklarının yarını hissetmediğinden mi yarım gülümsüyorsun? Hediye ettiğin o melodinin an’ına sığın. Sığındım zorlandığım vedalardan koşup geldim. İnsanlığın eksildiği zamanlarda daha çok insan olmak gerekirdi, hüzün olarak kaldım, yarım ruhlu olarak geldiğim dünyada. Kendi sessizliğini tamamlayabiliyorsan, sınavını vermişsin demektir. Yalnızlığın ihtişamını kimselere bırakma, bunalımının da… Kimse kimsenin bunalımında değil, kimse bir diğerinin bunalımından kendini sorumlu tutmuyor buna rağmen o bunalımdan menfaat çıkar sağlamayı iyi düşünebiliyorlar… Yenilginin cazibesi ve gururu bu, adının yazılı olduğu alfabenin bazı harfleri eksik, yarım ağızla söyleyebilme ihtimalinden uzak duruyorum, birazdan dağılır bu bulutlar, biraz daha yalnızlaşırsın, öfken kabarır denizköpükleri gibi, parlar ay ışığında çünkü yarımlığımla bütündün. Kayıplarım naifti ama zarif değildi. Yüreğimde beslediğim umutları, ceplerime doldurduğum taşlarla ezdim, ağırlığımca. Hepsini geri cebime doldurdum, daha çabuk yok edebilmek için diğer yarımımı. Melodi kahroldu, ayakkabılarının altından yollar kaydı, kayan şeyler iyiydi, zaman gibi, bazen beyninin önce uğuldayıp, sonra kayması gibi, bir tek ellerinin elimden kayması normal değildi, saçmaydı. Gitmedi istedim çünkü öyle olması gerektiğini biliyordum, bilinçsizdim, harcayacak gözyaşlarım vardı ve nereye harcayacağımı bilmiyordum. Zaman içimde büküldü ve eridi, eremedim ateşin külüne, yanıkların soğumasını bekledim olay çıkarmadan. Küçük yolculuklarıma, büyük yokluklar ekliyorum, kaybetmenin daha büyüğünü yaşarsam eğer, o kayıp küçük gelir, dar gelir içime diye umuyorum. Hayallerimi hızlı giden bir trenin camından fırlatıyorum, eziliyor rayların üzerinde, bir kazaya daha kurban gidiyorum, hayalleri olmayan birisi daha fazla ileriye gidemez. Usulca bakışlarını gözlerimin ardına sakladım, saçlarımı da örttüm üzerine ama her rüzgâr gelip, dağıttı, sonunda büyük ve kaçınılmaz fırtına geldi. Yağmur saçlarımı yaktı, daha fazla acısın diye bu sefer kesmedim.

Üzüntülerimi neyle ölçeceğimi bilmiyorum, ayazın beklediği kapılarda tüm avazım çıktığı kadar gelmeni bekliyorum. Görmeyişlerin büyük kalp kırıklığı, büyük günah oluyor. O sevincim son hırsızlığımdı hayattan, bunca sevilmeyi hak etmeyişim, inansa, dudaklarımdaki kana, kanayan kelimeler yüzünden boğazımın düğümlendiğini, konuşamadığımı ama içimden sürekli haykırdığımı… Daha kaç kere yenilebilirim ki aynı savaşta, kaç kere düşebilirim aynı ölçülerdeki çukura? Bir defa kimsesiz kalınca bir daha da kimsen olmuyor. Kaç defa daha yanlış anlaşılabilirim aynı kelimelerle? Derdim yanlış anlaşılmak da değildi oysa o kelimelerdi. Sanma ki bir daha deneyeceğim, sanma ki bakışlarının düştüğü ormanda kaybolacağım. Hüzünlü ninnilerle uyutmasını da bilirim kalbimi. Avunmak sözlerden geçiyor, inan ki yaraların izleri hep var, iyileşmek için biraz daha büyük yaraya ihtiyacımız var, içimizin kırıklarının toplamından köklü bir kare çıkabilir ya da kocaman bir daire, kümelerine ayırabilsek…

Gözlerimi sımsıkı kapasam bile ezberlediğim şeyler var, geçmeyen, üzerindeki solgun ifadenin güneş çıktığında daha çok belirginleştiği, günün hiçbir solukluğu affetmediği, yüzünü soldurmana aslında bu kadar gerek olmadığını… Hiç vazgeçmeyeceğini düşündüğün şeylerin bile bir gün unutulduğuna dair masallar dinliyorsun ya, aslında onlarla senin masalların aynı şeyleri anlatmıyor. Gözlerinin ötesine gidebilseydin, bir kalbin derinliğine yuvarlanacaktın usulca, belki biraz korktun, belki çok uzak geldi orası, ama gidemedin, o soğukluğu görünmez ama elemli bir sıcaklığa tercih ettin. Tüm şiirleri neden bunca imzasız yazıyorum zannediyorsun? Adının anlamları silindi, alfabedeki vazgeçilmez harfler unutuldu. Türkçe’yi kötüye kullanmak istemem ama son zamanlarda aklımdan çok kötü şeyler geçiyor ve sen iyi ki bunları hiç bilmiyor, hiç okumuyorsun. İmzasız bir mektubu neden okuyasın ki, hem hiçbir şeyi üzerine alınmama gibi bir yeteneğin de vardı…

Kalbimin yarısıyla yaptığım savaşları kaybettim, diğer yarısı biraz daha hesapçı çıktı. Aynada her sabah aksimle boğuşmaktan yoruldum, kaçırdığım gözlerimin anlamlarını zedeledim. İnci kere incindik. Kırışacak bir şey kalmamıştı geriye, yarım yürekli, yarım dudaklıydık. Sanki bir felakete ramak kalmış gibi, iğreti duruyorum dünyanın bir köşesinden çeyrek kala düşeceğim gibi de o son saniye hiç gelmiyormuş gibi, gökkuşağında kuşlar asılı kalmış gibi, yüzün pencerede takılı kalmış gibi… İşkenceyi uzatmanın bin bir çeşidi var. Hiç beddua edemedim, ama dualarımda çok sabahladın. Bunu bilirim, bir de bizimle ilgili her şeyin vakitsiz olduğunu, içimizin kırıklarının toplamından bir mezar bile tamamlanmadı, sözler gibi yarımdık. Yarım ve zamansız.

Hayatın yeni versiyonuna alışmaya çalışmak karmakarışık bir şey, kırışan, uzlaşılmaz bir durum. Yeni şekilleriyle karşılaştığımız, duygusuzlukta bayağı ilerlediğimiz, buna karşın, bileşik, tuhaf, yalıtkan, akışkan ve dağılan bir şey. Bilinmezlik dalgalarından yarattığımız yeni titreşimler bizi olduğumuz durumdan uzaklaştırıyor, sahte bir sığınma, yine de bu şekil şekilsizlikten fazlası değil.

Hiç geçmeyen ağrıların sabahında artık “çekeceğimi çektim” cümlesinin dudaklarına yer ettiği bir umursamazlıkla dökülüyorsun sokağa, ağrılarına kaç hikâye sığardı kim bilir bu kadar üşenmeseydin. Aldığın onca vitamine rağmen ruhunun bunca güçsüzlüğü, her rüzgârda fırtına görmüş gibi sallantıları sana kıyameti hatırlatıyor. Biraz bıkkınlığından, biraz da buradaki varlığından sıkıldığından dünyanın sonunu özlüyorsun. Ne zamandır sevdiğin şairlere okumaya çekiniyorsun, sanki suçlu gibi, içindeki o amansız cümleleri fark edip, seni anlayacaklar ya da seninle birlikte suç ortağı olacaklar gibi geliyor, sevdiğin şeylerden uzaklaşmanın dünya nimetlerinden kaçmanla hiçbir ilgisi yok. Anlayan anlardı, anlamayana anlatılmazdı. Karıncaların bile göremeyeceği yerlere saklanmak isterdim, titrek ellerimin de tutunduğu şeyler vardı, güzel bir çocuk yüreği, bunca saf göremezdim yoksa dünyayı, bunca saydam ve yaşanılası. Atmosferimizi fazladan kirletmişti büyükler, dudaklarımın arasından çıkan dumanları suçlayamazdım, geldiğimde daha mı az kirliydi her şey? Tahta masa öyküleri yazmıyoruz ne zamandır, bu kadar uzaklaştık mı gerçekten? Her hâlinden şikâyetçi, “özgür değiliz artık” naraları atan insanlara sormalıydı bir kerede, bir başkasının travmasında nefes alabiliyor muyduk? Kemiklerim sarhoş yuvalarında sızarken, aklımdan geçen en güzel imgeleri kaybederdim her gece. Beynimi hapsetmeliyim sırf bu yüzden, bu tornavida tıkırtıları, hiç geçmeyen burnumun dibindeki matkabı andıran ses. Bardak diplerinde hepsini sırayla içtiğim içeceklerin pıhtıları, aslında tüm bardak dipleri içimize benziyor.

Ellerinde tuttuğun çiçeklerin kokusu kalacak zannediyorsun, ah nasıl da yanılıyorsun, o ellerinle yalan tuttun, o ellerinle yalandan dokundun, yalancıktan sarıldın, bir daha da çiçek kokmaz ellerin.

On Mayıs İki Bin On Yedi 16 40
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Sevgili Ödemlerimiz

İçimizde birikenlerimiz, kimsenin içine dert olmayacak sustuklarım, sanırım bana da dert olmuyor ki, artık çok da yakınmıyorum ya da taşımayı öğrendim artık sustuklarımı veya bağışıklık kazandım. Bir cümlede bu kadar seçenek olması, çelişkiden başka bir şey değildir, onu da biliyorum.

Olguların yerine kurguları yerleştirerek yaşamayı katlanılır hâle getiriyoruz, olan bu. Biz o şiiri yazamadık, kelimenin anlamı o manaya bile gelmiyor. Her söylenildiğinde başka anlamlar kazanan bir kelimenin kesinliği yoktur, keskinliği de şiir o yüzden kesici değil, seçidir. Yalnızca cümlelerin üzerinde dolanıp, duruyoruz, yapabildiğimiz bu.

Çantanda artık ilaçtan başka bir şey bulundurmaya ihtiyaç duymuyorsun. Ağrımasını beklediğin yerin değil de, hiç ağrımasını ummadığın yerlerin ağrıyor. Vücudun bile ihanet ediyor sana… Yanınca hepimiz birbirimize benziyoruz. Sigara közü ten közüne, tüm közler birbirine. Söndükten sonra hepimiz aynı külüz, hafif ve uçuk.

Tam da böyle anlattıklarının ortasında bir gün yapayalnız bulursun kendini. Beynindeki soru işaretlerine kimsenin yüzünde bulamayacağın cevaplarla kalakalırsın. Gidemezsin, gidemediğin kadar kalamazsın da… Üstelik artık sabahları o duyduğun coşku da terk etmiştir seni, sigaranın külünden yeni hikâyeler üretmeye çalışırsın, karaktersiz hikâye olur bunlar. İçinde biriken ödemlerden başka gideceğin yer yoktur ve seni onlardan başka hiç kimse boğamaz.

Size bağırmayı çok isterdim aslında, zamanın birinde ağzım kapanmasaydı, içime bağırdıklarımın ölçüsünü bilmeseydim ve taşacaklarından bunca korkmasaydım, size söyleyecek hatta bağıracak şeylerim olabilirdi. Aynadayım, aradığım eşkâle ulaşılamıyor şuan. Ulaşabilseydim ona bir çift güvercin borcum vardı, sağ-salim. Selâmlı kelamlı… (Bitiremediğim bir cümle daha, bu yarım cümlelerin yükünün hesabını vereceğim bir tek.)

Önceki cümlemi selamdan, kelamdan bahsederken bitirmişim, yazıları tamamlamak için iki yerde yazıyorum, ucu bucağı da belli değil, neyi nereye bağlayacağım da hiç ilgilendirmiyor beni. Bir canım sıkılmış ki, bu akşam doktor randevusu olmasaydı, başka şeyler yapardım, ölecek birinin son istediği şeyleri yapmaya teşebbüs ederdim mesela, ama onlar her zaman ertelenir değil mi, hiçbir zaman öyle bir zaman dilimi ayrılamaz o isteklere… Keşke denilen pişmanlıklardan geçiyorum, elimden gelen, şeylerin yerine gelmeyenleri kullanıyorum, İçimi bir türlü bastırmayan yemekler yiyorum, canımın sıkıntısını gidermek için, daha çok kelimeleri sarıyorum başıma, hiç bitiremediğim o saçma hikâyeyi de artık öldürmek istiyorum. Benim gücüm de zaten ancak kelimelere yeter ki; onlar da hiçbir işe yaramıyor zaten. Canı sıkılınca başka insanlar güzel şeyler yapmaya özen gösterir ama nerede bende o itina? Canımı patlayıncaya kadar sıkma çabasına girerim direk. Fotoğraf çekmek mi, yazmak mı, hiçbiri artık doldurmuyor içimdeki boşluğu. Kendini bile çekemeyen birisinin sözleri, hayata bağlı diğer insanlar tarafından yadırganabilir ancak, fakat hiç mühim değil. Kendi kendimi de yadırgamayı öğrendim. Zoruma gitmiyor tüm bunlar, dahası kırılmayı bile beceremiyorum artık, kırılmak için bile bir miktar yaşama sevinci kırıntısı kalmalı, öyle ya…

Herkes sıkılınca güzel resimler yapamıyor. Bazılarımız da kafayı kırıyor işte. Sıkıntıdan patlayan Burcu’lar, plazalara sıkışıp, kalmış Fatma’lar, amirinden azar yiyen diğer insanlar, kimlerin umurundayız acaba? Bir gün birçoğumuz bunca sıkıntıdan kalp krizi geçirecek, bazılarımız kötü hastalığa yakalanacak. Ama o insanın bunları yaşamasına neden olan diğer “insanların” hiç ruhu bile duymayacak. İşte ben buna dibine kadar “adaletsizlik” derim.

İnsan kendi kendine konuşurken de başkalarına bir şey anlatabilir. Neden büyük büyük yazarlar, nerede müptezel var, onların hikâyelerini anlatır ki? Anlatabilmekle anlatılamayan şeyler de vardır. Yeterli olmaz bazen. Neden mücadele eden insanların hikâyesi o kadar da ilgi çekmez yazılsalar bile ve üstelik neden bundan alınmaz mücadeleci insanlar? Anlatılamasa da anlaşılan şeyler vardır ve kafam sorular ülkesi…

Bir şeylere fazladan anlam yüklemenin gereksizliğini fark ettiğimde üşenmeye başladım, beynimi düşünerek yerinden oynatmanın lüzumsuzluğuyla çırpınıp, durdum, kelimelerin çıkardığı zorunlu seyahatler yordu, artık gitmeler istemiyor canım, üstelik feragat ettim zorlayan tüm haklarımdan. Yorgunluklarıma da ağırlık yüklemek istemiyorum, anlamanın ağırlığını, hiçbir şeyi çözmeye uğraşmayınca geriye bir çaba da kalmıyor. Rahatsızlığın gereği yoktu ve artık hiçbir şey düşünmeye değmiyordu.

Kırık tırnakların üzerine oje sürerek kapatmaya çalıştığım gibi içimdeki kırıklar, iç kanamadan ölsek bile fark edilmeyecek bazı şeyler. Dışını boyuyoruz, içini tamir edemiyoruz, uğraşsak bile bir işe yaramıyor. Görünmeyen ama varlıkları olan şeyleri büyüttüğüm için belki de o görünmeyende kaybolmayı özledim. Aynaya baktığımda “yoruldum” derken bile yorulan birini tanımaya çalışıyorum. Bazıları aile faciası, dünya artığı…

Ellerinde kuruyan gülleri unutmuşsun, günleri birbirinin ardına ekleyip geçirmişsin, hepsi tek gün gibi olmuş. Dertlerinin boyu dermanını geçmiş, umutların kaygılarına sırtını dönmüş. Gözlerin açıkken de uyumuş, gördüklerine tahammülsüzlüğünden, böyle suskunlaşıyor her şey. Ayağını yerine kadar uzatman da yetmiyor, derdine göre kalbini sızlatamadıktan sonra. Ağzımızı açacak olsak, yanlışlıkla yalnızlık dökülür, iki kelamdan birisi ıssızlığa dayanır, kuşlar bile aldanır, tüm tenhalığımla tehlikeli bulduğum her yere dalmak istiyorum kafa, göz, ağız, burun. Her şeyin bunca yarım olması hiç tamamlanamayacağımızın kanıtı, martıları unut, onlar pencereni unuttu. Göğün altında bir yer buldun ya kendine, şimdi ardına bakma, ama yaslan, geçmişine, yıldızları tarif et yol tarifi soranlara, ağladığıma gözlerimi inandıramıyorum, bulut indi zannediyorlar. Biraz fazla rüya görsem öldüğüme inanıyorum. Sonbahar yapraklarından anlaşılıyor, sen hüznünden tanınıyorsun, başka kimse böyle hüzünlenemez çünkü diye düşüyorsun.

Beynine batan kelimelerin suçu yoktu oysa beynini yıkamalarına izin veriyordun sadece. Sudaki aksinle zıtlaşıyordun, dişine göre, diline göre tartışacağın kimse olmadığından belki de kendinle kavga ediyordun. Dikenleri sevmenin bedeliydi kanamak, sen dikenleri sevince batmamak gelmiyordu akıllarına, daha çok acıtıyorlardı sevince, uzanan dikenler. İçimden geçen gemilerin hiçbir limana varamayan düdükleri, sokak çiçeklerinin balkonu düşlemesi gibi içim. Giyindiğim şu hüzün, hiçbir elbiseye benzemiyor, içi hava dolu, boşluk dolu, bir fırtına bekliyorum usulca, yalnızca saçlarımı götürmekle yetiniyor, oysa bana yetmiyor saçlarımın gitmesi, daha büyük şeylerim gitmeli, devranın noksan döndüğü, unutulan yeminlerin yerini hatırlanan kirli duyguların yoğunluğu aldı. Saçlarımın uzunluğundan anlıyorum artık rüzgârın uzun zamandır uğramadığını, ışığın uzamasından anlıyorum, bitmeyen karanlıkları.

Uzağımda oluşun yakınlığımızdan oluşuyor biliyorum çünkü benziyoruz, anlıyorum, anlatamıyorum, anlatamıyorsun, kızmıyorum. Kızamıyorum ama çok çaresizim. Tek leke vardır ruha yer eden; eksiklik.

Beklemiş kokuların bozularak birbirine karışmasının ulaştığı o garip durumun rutubetindeyim, biraz ıslak ve hüzünlü. Üstelik yağmurda beklemeye de benzemiyor bu. Dünyadan sonra kendimden de iğrenerek uyanmaya başlıyorum artık sabahları. Hayatın içinde olmak, çirkefin, kötülüğün içine illaki karışmak demek, mide bulantısı, yapımda emeği geçen herkese teşekkürler…

 

Yirmi İki Nisan İki Bin On Yedi Cumartesi 10:30

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Hayvan Çiftliği – George Orwell

 

20170419_150845Bir kitabı nasıl anlatabilir bir insan, başka bir kitabı, bir başkasının kaleme aldığı kitabı, bilmiyorum aslında. Kendi kitabını anlatmaya kalksan bile anlatamazsın, sadece duygulardan ve hissettiklerinden yola çıkarsın ki okuduklarımızın bile başka anlamları, anlamlarının altında da başka manaları vardır muhakkak. Akşamın karanlığında başlayıp, sabahın mesai koşturmasına başlarken bitirdiğim, gün boyu da aklıma yer eden kitabı, günümüzle ne kadar benzetsem azdır. Yarım asırdan fazla zaman önce yazılmış olmasına rağmen, bu kadar güncel, bunca içimizden ve bu kadar günümüzden anlatılması insanı şaşkına çevirip, sersemletiyor.

 

İnsanı insandan ayıran yalnızca merhametidir, gücüne karşı.

 

Tam da belki şu günlerde “Hayvan Çiftliği” kitabı okunmalı, okuyanlar bir daha okumalı ki, bulunduğumuz durumu daha da iyi kavrayabilsin. Sonunda neden şaşırmıyoruz acaba hiç, yaşadıklarımızdan mı, yaşayacak olmalarımızdan mı? Hafızamızı istedikleri gibi silebilirler değil mi inançlarıyla, inandırmaya çalıştıklarıyla… Bir önceki zalimin bu “insan” oluyor, yaptıklarının aynısını “başkan” seçilen zaten seçilmese de yine diğer hayvanların başında olan “domuz” insandan daha zalim olmaya başlıyor. Öyle bir yere geliyor ki durum; tüm çiftlik hayvanları daha çok çalıştırıp, daha az yiyecek verecek duruma getiriyor. Çiftliğin en fedakâr atın bile çalışmaktan ciğerleri parçalandığı hâlde, diğer hayvanlara onu hastaneye göndereceklerini söyleyip, at kasabının arabasına veriyor. Diğer hayvanlar arabanın üzerindeki yazıyı okuyorlar ama artık her şey için çok geçtir. Zaman geçiyor, daha çok çalışıyorlar, tabi birçokları da ölüyor ama bu arada domuzlar da o insanlara benzemeye başlıyor, hatta zamanında kötüledikleri insanlardan, özgürlüklerini kısıtladığı insanlardan bile daha zalim oluyorlar. Çiftliğin dirlik, düzeni, bütünlüğü ve beraberliği için konulan tüm kurallar yok sayılıyor, hatta değiştiriliyor. O kadar sindirilerek yapılıyor ki her şey, diğer hayvanlar artık şaşırmıyor. Neyin daha korkutucu olduğuna karar veremiyorlar bir türlü. Şu zamanda huzurlu olduklarına inandırılıyorlar çünkü. Eskiden mi daha mutluydular yoksa şimdi mi bilemiyorlar bir türlü. Bilemedikleri için de hiçbir şey yapamıyorlar. Sonuçta bir akşam hayvan çiftliğine gelen diğer çiftliklerin başındakilerle birlikte, (bunlar insan oluyor) aynı masaya oturup kadeh tokuşturmaya başlıyorlar. Aralarındaki konuşmalarda önder olan domuzu tebrik ediyorlar, hatta diğer çiftliklere örnek olmalı diyorlar, hayvanları nasıl çok çalıştırıp, nasıl az yiyecek verdiği için. Sindirdi, korkuttu ve inandırdı, önceki insandan daha diktatör oldu. Üstelik artık çiftliğin adı da en eski adına dönecek, kötüledikleri “Beylik çiftliği” olacaktır.

 

Konuşmaları duyan diğer hayvanlar insanlarla domuzları birbirinden ayıramıyorlar, hepsi birbirine benzemeye başlamıştır artık. “Bütün hayvanlar eşittir” kuralını “bazı hayvanlar daha eşittir” diye değiştiriyorlar. Köleliğin üzerine biraz daha kölelik, zulmün üzerine biraz daha zulüm ekleniyor. İnandıkları her şey hayal kırıklığına dönüşüyor, yaşamanın şartı buymuş gibi… Önceden belki karınları daha iyi doyuyordu ama başkaları için, insanlar için çalışıyorlardı, şimdi de başlarındaki diktatör domuzu doyurmak için çalışıyorlar, ürettikleri hiçbir şey onların kursağından geçemiyor. Tek kural kalıyor geriye yedi kuraldan, o da kölelik.

 

Beklediğim gibi çıktı, umduğum gibi bitti sonu, dünyanın sonu gibi, hissettiğim gibi. Üzüldüm çünkü yine de insanın içinde bir umut, hayvanın içinde bir umut oluyor her zaman. Yılmıyoruz, inanıyoruz, bir gün her şeyin daha iyi olacağına.

 

Nevin Akbulut

On Dokuz Nisan İki Bin On Yedi 15:00