Renkli boncuklar takarak, kendini masumlaştırmaya çalışan beynim, gökkuşaklarını özlüyor, hem de kaç kuşaktan beri… Senin dokunduğun her şey, masumlaşmasa da çoğalsın ve bu kalabalıkta kaybolayım istiyorum. Yokluk içinde büyüyen her şeyin yerine tüm zamanlarda özlemlerim gibi olmak istiyordum, onlara benzemek, onlar gibi anılmak, onlar gibi kızılmak. Bu kadar da ayrı olmamalıydım, illâki bir şeylere, birilerine benzemeliydim. İyilik bir şeylerde donup, kalıyordu, kötülük kirli bir yağ gibi yayılıyordu, bodrum katların küf kokusu gibi herkese kendini bizzat takdim ediyordu.
Belki yine gelecek huzur, belki de huzursuzluktan öleceğiz. Olsun, uçamıyorum ama eskisi kadar da hissetmiyorum, kırık kanatlarımın uçlarını boyadım, içine birkaç mektup gizledim, kendi el yazımla yazdığım. Göğsümde uyuduğum kitabın en kederli yerlerine ninniler okudum her gece. Olsun, uykusuzluğa da alıştı gözlerim, şişkinliği gizlemeye de alıştım, eskisi kadar da acımıyor anılarım, bir düne göre, koskoca yeni umutsuz günler geliyor, gelecek geçmişten parlak değil, fakat yine de bilinmediği için, parlıyor görünen günlerin uçları, sivri bir makasın ucuna güneş değmiş gibi… Her geceyi boyamayı da biliyorum, tüm renklerin haricinde, sabaha karşı bölüyorum geceyi, o gece başkalarının gecesi değil, yalnız benim ânım o, kimsenin dokunamadığı, parçalayamadığı, yırtamadığı, hatta gözleriyle yaralamak için bile göremediği… Dünyanın bütün kitaplarını okusam da, seni bulamayacağım gerçeği ve yine bütün kitapları okusan da, beni anlayamayacağının umutsuzluğu var üzerime sinen. Kaç gecedir bunu düşünüyorum.
Aradan yıllar geçtiği zaman bir tek şeyden artık emin olursun; artık gelmeyeceğinden. Ama o iş artık o raddede değilken, birdenbire karşına dikilip, hiçbir şey olmamış gibi muhabbet etmeye başlar, o zaman işte emin olduğun şeylerin yalnızca bir sanrıdan ibaret olduğunu anlarsın. Emin olduğum bir şey vardı, o da artık hiçbir şeyden emin olamayacağım… Bizi kanatıp, bir güzel giden insanların başka yaralara merhem olduğu doğrudur. Çünkü insan öyle nankör bir yaratıktır ki; çoğu zaman kendi yarasından tiksinir, kusmak ister, terk etmek ister. Sahip çıkmaz, benimsemez, sarmaz, sarılmaz, sevmez. Herkes yara yapmak, iz bırakmak ister, fakat çok azları bu yaraları onarmayı göze alabilir. Bu yüzden kendi yaralarımızdan çok, başka yaraları severiz.
Küçülüp, yok olmak istediğim zamanlar vardı, üzülünce çoğu zaman. Büzüşünce yatağımda daha fazla saklanacak yer bulamam zannederdim. Kelimeler varmış oysa her birinin ucu hikâyeye uzanan, yeniden doğmak isterdim. Yeniden doğabilince saklanmaya ihtiyacım olmayacak zannederdim, yeniden doğmak da yaşadıklarının tekrarından başka bir şey değilmiş, gidecek bir yerin gerçekten yokmuş, bunu iki defa ya da üç defa veya daha fazla yaşayınca yine de yer etmiyor insanın içine, bir hücrenin içinde sızıp kalmak istemiştim. Küçükken eriyen kar tanelerine ağlardım, yastığımda çiğ taneleri birikirdi, saklardım. Bazı şeyleri saklamak ne zormuş meğer. Gönlümün razı olduğu tek şey rüzgârdı, yazgımı silmeye çalıştığım tozlu silgiler, her bir harfi özenle biriktirdi, mezarıma çiçek bırakmak istedim, birkaç yıl sonra yeniden koklayabileceğim… Ölümle yaşam arasındaki mesafeyi ayarlayamadım, yaşamımın içine biraz ölüm sızdı, aklımı kaçırdım, artık bana hiç lazım olmayacak düşlerin kıyısında sabahladım. İnancımı eski bir uygarlığa bağışladım, elimdeki örme sepette kır çiçekleri canlılığı anlatmaya çalışıyordu, boyunları kırıktı, inanmam imkânsızdı, yine de kırmak istemedim kır çiçeklerini çünkü çok sarıydılar, her an ölecekmiş gibiydiler. Gülmeye razı oldum, içimden gelmese de, içimden gelenlerin üzerini bu şekilde örtebilirdim, yoksa deliliğim fırlayacaktı sokaklara, saklanamayacaktım. Zaten dünya küçüktü ve beni saklayacak kadar cömert olamazdı ki annemin karnı bile daha fazla saklayamamıştı. Dünya annemden daha fedakâr olamayacağına göre…
Kalbim bazen gereksiz yere, gereğinden fazla atıyor. Sol kaşımdaki izi taşımanın yükümlülüğüyle biraz daha bozuluyor her şey, önce kalbim, tam o zamanlara denk gelmişti ağırlaşması, yaşatılan güzellikleri düşünmek varken, kötülükleri düşünmeye vaktim olmuyordu, sırf belki de bu yüzden ve yeniden aynı kötü şeylerin izi kalıyordu içimde. Gökyüzüne uzak olduğumdan, ulaşamıyorum hiçbir güzel yere, gülüşüm asimetrik şekilde yayılıyor çevreme, kendime çok kalmış ama yine de yalnızlığa kalamamış zamanlardayım. Huzura özlemim eskilere dayanıyor, yersiz eksikliklerden. Şimdi şöyle dursam rüzgâr da duracak gibi, bulutlar artık dağılmayacak gibi, kendimi anlayabilmenin bilmişliğiyle bakıyorum yıldızlara, kalabalığın zerafetsizliği bozuyor göz zevkimi, kimseyi görecek hâlim olmadığı hâlde her şeyi görüyorum, beni asıl yoran bu. Fazladan kalbin atınca, daha çok atmış olmuyor, kalp atış sayısındaki kalanından düşüyor, kalp atışların.
Yıllar içimizden, bazen hissettirerek, bazen de acıtarak geçip gidiyor. Geçen yüzyılda kalmak istiyoruz belki. Bazı harflerin diğer harflerden daha değerli olmadığını bildiğim hâlde, müstehcen bir ilgi duyuyorum. Kürdilihicazkâr makamında susuyorum…
Ölüler, öldüğünü bilmiyorlar
Ölümü, yalnız canlılar hissediyor…
İyi ki ölüler, öldüğümü de bilmiyorlar, gölge rengimde olduğumu, soluğumda nefesin olmadığını, ellerimin toz gibi dağıldığını. Sol elimin içine sakladığım şiirlerin, tam hasarlı sinirimin üzerine bir dize hâlinde oturması, sağ elimin suçudur, sol elime yazabiliyorum fakat sağ elimin içine sol elimle nasıl yazabileceğim? Bir melodide kafamı içindeki beyinden sıyırmak istediğim düşüncelerim sıralanıyor, sol elim zayıf kalbime rağmen daha güçlü, sağ elim, o taraftaki kanadıma rağmen daha güçsüz. Türümün içinde benimsemediğim ve asla benimseyemeyeceğim şeyler var. Çabalarım olumsuz ve sonsuz. Söylenilen sözler, oyuncak olmaktan öteye gidemiyor.
Seninle birlikte aynı renkte montun içinde dolaştım aylarca, elinin değdiğini tahmin ettiğim hiçbir kıyafetime kıyamadım, parçalamam gerekiyordu içimdekilerle birlikte, yıkatmadım hatta ütülemedim bile. Buruşmuş olması bazı şeylerin, çok zaman geçmiş anlamına gelmiyordu, her şeye rağmen, o büyük kötü şeylere rağmen, gamzemdin, elimde değildi. Aynı sokaklardan aynı ayakkabıyla ve aynı hızlı adımlarla geçtim, aynı duyguları, bulup, buluşturup içime yerleştirmeye çalıştım, her şey aynı olursa, belki gerçekten her şey aynı olur diye düşündüm. Kendimi olanlara bırakamadığımdan, olmayacaklara bıraktım.
Sararan yapraklar gibi, hep yok olan bir şey olarak kaldın aklımda, yine de tüm yokluğunla vardın, bir şiirin en sarhoş dizesiydin, unutulurdun ama yeniden yazılırdın. Bir daha dünyaya gelirsem eğer, seni kendime şiir diye değil, kader diye yazmak isterdim. Hayatımın ilk sayfasına, büyük puntolarla, önemini belirtmek için altını çizer, saklamak için parantez kullanırdım. Bu dünya bizi kendimize getirmeyecek kadar kayıp doluydu ve hastaydı hiç birimizi tamamlayamayacak kadar. Yarımdı, yarımlığı bizi birbirimizden soğutuyordu ve eksiltiyordu. Başımın döndüğü iyi zamanlar da vardı, hatırlıyorum, dün gibi dediğimiz her gün yeniden yazılmak isteniyordu, yakınlaştırıyorduk, yine de yaklaşmıyordu o günler. Uzaklaşıyorduk, önce güzel günlerden sonra da kendimizden. Kendimizin içinde insanlar doluydu, gidiyorduk, sararan yapraklar gibi sarı ve bitmiş hikâyeler anlatıyorduk, ama birbirimizi dinlemiyor, üstelik dinlemediğimiz için itiraz da edemiyorduk.
Ne çok acımız varmış, yaşamadan geçtiğimiz ve ne çok fotoğrafımız varmış, yaşayamadan paylaştığımız, bizim olmayan acıları sahiplenişimiz, hiç mi bir şeyimiz yokmuş, geçmişimizdeki kırgın çocuklardan başka ve ne çok az kalmış aslında huzurumuz…
Yirmi Sekiz Temmuz İki Bin On Altı 16 30
Nevin Akbulut