Sahafta birbirine rastlamış iki eski kitaptık, tozluyduk bazı insanlar bunu kir ile karıştırırdı, biz buna yaşanmışlık diyorduk. Bir sürü el dokunmuştu ruhumuza ya da dokunduğunu zannetmişlerdi, yüz yılın özlemiyle sayfalarımı hışırdattım. Yalnızca çokbilmişlerin anlayabileceği bir bilgelikle yaklaştın bana. Uzak bir ülkede, tesadüfen karşılaşmış gibi ve bu iyi bir şeymiş gibi gülümsedik. Son zamanlarda başımıza hiç iyi şey gelmiyordu, dahası artık insanlar kitap sevmiyordu. Yüzümüze bakan yoktu ve hep daha kötü şeylerin olacağına dair hislerden harflerim titriyordu, uzaktan bakan birisi bu durumu mürekkebimizin yayıldığını sanabilirdi ya da ıslandığımızı, gerçi ıslanmıştık evet, yıllar zorlu geçmişti, hiçbir yere gitmeden çok yere gitmiş gibiydik, durup dururken de yaşlanırdı kitaplar hatta dururken daha çok yaşlanırdı.
Kalbimin yerini bulabilseydim eğer, sana içini açacaktım. Açıp gösterecektim, konuştuğum ağaçları, izlediğim kuşları, sustuğum zamanları. Uzun süredir iyice unutkan olmuştum. Suskunluğuma bir de nutkumun tutulması eklenmişti, sayfalarım ağırlaşmıştı, yirmi dört saatin muhtemelen yarısından fazlasını uyuyarak geçiriyordum, ama özel kelimesinin manasını biliyordum; şu rafa geldiğinden beri, sana hiç sıradan biriymişsin gibi bakmadım, bakarsam da sayfalarım yırtılsın, yüreğim yangın yeri, bu cümleyi herhalde bana yakın bir şiirden duymuştum, unuttum. Mühim olan o değildi zaten, güzel olan unutamadığın kadar değerli cümlelerdi. Sabahın köründe kuş cıvıltılarını saklamak isterdim mesela bir sayfamın kenarına, zamana karşı koymak yerine zamanla birlikte sürüklenmeyi istedim. Bazen öyle oluyor ki, hayat bir anda son bulsun istiyorum, gözlerime kadar gelip, değen kötülüklerden dolayı. Şurada bir kibrit olsa çakardım belki de şimdi, bizim de silahımız o, her zaman silahlardan korkulmaz, bazen de kurtuluş gibi görünürler gözüne. Hayattan kopma provaları yaparken ne kadar beceriksiz olduğumu bir kere daha anladım, kendi kendini yiyip bitiremeyenler içindir silah, belki de ihtiyacım olan tek şey tek kullanımlık bir kibrit çöpüydü, ağaç kavuklarına sakladığım hikâyelerimin de üzerine kuşlar yuva yapmıştı. Hem bu hâlde gidemezdim eskimiş hikâyelerin içine. Yeteneksiz olduğum kadar cesaretsizdim de…
Aşkı yitirdiğim sandıkta kendimi kaybetmiştim. Senin bahsettiğin bulutları beynim unutmuştu, ben kendime hâkim olma duyumu yitirmiştim. Bu aşağı yukarı kör olmak gibi bir şeydi. Anla diye anlatıyorum. Kâğıttan kedi resimlerine bakıyorum, arada kulaklarım uğulduyor, muhtemelen beynimdeki tozlanmadan geliyor, insanlar buna belki de tümör diyorlardır. Bazı acılar kanser gibi, bazı ayrılıklar ölüm gibi. Bulanık gözlerimin bildiği bir şey vardı, söz diye kafamı dağıtmak için kelimeden kelimeye koşuyordum, ayaklarım yoruluyordu, kafamın dağınıklığı yine de gitmiyordu. Bazen boşuna kitap olmuşum diyorum, bazen o kadar kitabı boşuna görmüşüm, o şarkıları boşuna dinlemişim diyorum. Sonra da gayet sanki çok uyumluymuşum gibi, böyle olması gerekiyormuş diyorum, tüm korkaklar gibi. Kırgınlığımın nedenini başka yerlerde aradığımdan, neye kızgın olduğumu da bilemiyorum aslında. Arada kızıyorum sanki başka dilde, biliyorum sen bile anlamayacaksın, sussan sustuğunla kalıyorsun, ben çıkardığım gürültülerle kalıyorum.
Tüm bu beklemelerden sonra sıkılıp düştüm, yere serildim, ben buna serpildim diyorum, büyüdüm, olgunlaştım. Sayfalarım da yaşlandı, nemlendi. Tek derdimiz rutubetti, kalbimin yerini kaybettiğimden muhtemelen onun yeri de rutubetlenmişti, bunca nem belki de gözlerimden geliyordu, büyük gözü olanlar büyük ağlıyormuş diye düşünüyorum. Savaşmadığım için yenilmedim de, ama tüm bunları anlatacak kadar hikâyem olmadı. Zamanla başka kitapların hikâyelerinden kopya çekmeye çalıştım kendi hayatıma, demek böyle olunuyordu diye. Olmadı, oturmadı hiçbir hikâye içime, yaşanmayan hayatın hikâyesi de olmazdı doğal olarak. Beni anlamaya yaklaştın sanıyordum, bileceksin diye ödüm kopuyordu içimi, sessizliğime yüzümde bırakıp, kahkahalar attım. Muhtemelen öksürüyorum zannediyorlardı, bunca tozun içinde ancak öksürebilirdim, gülemezdim çünkü. İş arasında aldığım notları da artık karıştırıyorum yazdıklarıma, duygularımı iş bilip, işlerimi boş veriyorum. Birinin dilindeki duaya sığınmış gibi rahatım, cüretim bundandır belki. Acıların uyuşmasının telafisi gibiydi bu. Her şeye alışıyoruz da şiirlerin sahipsizliğine nasıl alışacağız? Neyle teselli edeceğiz kendimizi, şairi ölen şiirleri kim onlar gibi koynunda besleyip, uyutacak, biz unutuyoruz, gittikçe unutuyoruz, gitmesek de unutuyormuşuz meğer bunu henüz bilmediğim için gitme diye tutturmuştum taş duvarın orada. Öyle ya nasıl alışacağız bir daha yazılamayacak dizelere, şairsizliğe, yeteneksizliğe, bu boşluğa…
Dinlerken bile kalbimin çarptığı (-ki o zamanlar kalbimin yerini biliyordum) ve acı çektiğim şarkıları şimdilerde öylesine sıradan buluyordum ki, acıya alışıyordum ve hep daha başka acılar rica ediyoruz yeryüzünden. Bir yerden sonra pencereyi çarpan rüzgâra, yapraklarımın savrulmasına, ahenkli, korkulu rüyalara rağmen uyku basmasına, sigara dumanlarına, duvarlardaki boyalara, tavanın umursamazlığına, asılı biberlerin kurusa bile kokusunun kalmasına, bazı kitapların yüz defa okunsa bile bunca gizemli oluşuna, doğruluğa, vedalara, gidemeyenlere, kalsa bile gitmişlere karşı ehlîleştim, türlerini öğrendim. Doğrunun yakın anlamı yoktu, en yakın anlam belki de yalandı, bunca inanışımızdan belliydi doğruya yakınlığı. Denizde olsaydık eğer, büyük ihtimalle en alabora yerine denk gelirdi bizim hayatımız, bilmenin faydası yok. Hissiz bilgi, hiçbir şeydir. Kimsenin artık sahaflara uğramadığı, uğramadıkları için kepenkleri kapanan eski dükkânların birinde, toz ve gövdemden beslenen böceklerin arasında bulabilirsin beni. Sayfalarımın arasında intihara meyilli bir kibrit çöpü, nemden ıslanmadıysa, demi de kaldıysa biraz ölürüz belki. İyiye gitmeyeceğine her şeyin tam kabullenmişken ve hiçbir umudu bir daha böyle beklemezken, ellerimin içindeki kendi kurumuş kanımdan ve alnımdan damlayan çiy tanesinden vazgeçmiş, kaybolmuşken. Öyle hazırım ki tetiğin çekilmesine, söz can bile çekişmeyeceğim, yapraklarım dünden hazır yanmaya, öyle ıslandım ki… Neyin gerekeceğini ve gerektiğini bilmeden beklediğim tüm zamanları bile affediyorum, sana sığınarak.
***
Kendi kendinin şiiriydi, çirkefti, kötüydü, yokluktu zaman. Şiirlerini yazacak parası yoktu, ellerine yazdı, bileklerinden sızan sıvıyla. Avuçları yeter zannetti gökyüzüne açtığında büyüdüğünden. Çocukluğunun dizlerinden kalan kırık ve yaralı anılarıyla gitmek istedi, dizeleri kırıldı dünya döndükçe, şiir artık eskisi gibi değildi. Şimdi günde birkaç paket sigaraya böldüğü hayatını, ne yapsa geri getiremezdi, hem üstelik o boşalttığı hayatı başka şekilde, başkaları tarafından doldurulmuş ve harcanmıştı. Kuşların insafına kalsaydı keşke bazı şeyler, betonların vicdanına kalmıştı koskoca şehir, insaf denilen şey, ruhsuzluğa ve şatafata yenik düşmüştü. Başka dilde şiir yazabilse belki de yazabilmiş olurdu, yoksa bu elindeki öykülerle şuradan şuraya gidemezdi, gitse de gittiğiyle kalırdı.
On Üç Eylül İki Bin On Sekiz 15:50
Nevin Akbulut