Browsing Tag

psikoloji

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Hayattan Kopma Provaları

Sahafta birbirine rastlamış iki eski kitaptık, tozluyduk bazı insanlar bunu kir ile karıştırırdı, biz buna yaşanmışlık diyorduk. Bir sürü el dokunmuştu ruhumuza ya da dokunduğunu zannetmişlerdi, yüz yılın özlemiyle sayfalarımı hışırdattım. Yalnızca çokbilmişlerin anlayabileceği bir bilgelikle yaklaştın bana. Uzak bir ülkede, tesadüfen karşılaşmış gibi ve bu iyi bir şeymiş gibi gülümsedik. Son zamanlarda başımıza hiç iyi şey gelmiyordu, dahası artık insanlar kitap sevmiyordu. Yüzümüze bakan yoktu ve hep daha kötü şeylerin olacağına dair hislerden harflerim titriyordu, uzaktan bakan birisi bu durumu mürekkebimizin yayıldığını sanabilirdi ya da ıslandığımızı, gerçi ıslanmıştık evet, yıllar zorlu geçmişti, hiçbir yere gitmeden çok yere gitmiş gibiydik, durup dururken de yaşlanırdı kitaplar hatta dururken daha çok yaşlanırdı.

Kalbimin yerini bulabilseydim eğer, sana içini açacaktım. Açıp gösterecektim, konuştuğum ağaçları, izlediğim kuşları, sustuğum zamanları. Uzun süredir iyice unutkan olmuştum. Suskunluğuma bir de nutkumun tutulması eklenmişti, sayfalarım ağırlaşmıştı, yirmi dört saatin muhtemelen yarısından fazlasını uyuyarak geçiriyordum, ama özel kelimesinin manasını biliyordum; şu rafa geldiğinden beri, sana hiç sıradan biriymişsin gibi bakmadım, bakarsam da sayfalarım yırtılsın, yüreğim yangın yeri, bu cümleyi herhalde bana yakın bir şiirden duymuştum, unuttum. Mühim olan o değildi zaten, güzel olan unutamadığın kadar değerli cümlelerdi. Sabahın köründe kuş cıvıltılarını saklamak isterdim mesela bir sayfamın kenarına, zamana karşı koymak yerine zamanla birlikte sürüklenmeyi istedim. Bazen öyle oluyor ki, hayat bir anda son bulsun istiyorum, gözlerime kadar gelip, değen kötülüklerden dolayı. Şurada bir kibrit olsa çakardım belki de şimdi, bizim de silahımız o, her zaman silahlardan korkulmaz, bazen de kurtuluş gibi görünürler gözüne. Hayattan kopma provaları yaparken ne kadar beceriksiz olduğumu bir kere daha anladım, kendi kendini yiyip bitiremeyenler içindir silah, belki de ihtiyacım olan tek şey tek kullanımlık bir kibrit çöpüydü, ağaç kavuklarına sakladığım hikâyelerimin de üzerine kuşlar yuva yapmıştı. Hem bu hâlde gidemezdim eskimiş hikâyelerin içine. Yeteneksiz olduğum kadar cesaretsizdim de…

Aşkı yitirdiğim sandıkta kendimi kaybetmiştim. Senin bahsettiğin bulutları beynim unutmuştu, ben kendime hâkim olma duyumu yitirmiştim. Bu aşağı yukarı kör olmak gibi bir şeydi. Anla diye anlatıyorum. Kâğıttan kedi resimlerine bakıyorum, arada kulaklarım uğulduyor, muhtemelen beynimdeki tozlanmadan geliyor, insanlar buna belki de tümör diyorlardır. Bazı acılar kanser gibi, bazı ayrılıklar ölüm gibi. Bulanık gözlerimin bildiği bir şey vardı, söz diye kafamı dağıtmak için kelimeden kelimeye koşuyordum, ayaklarım yoruluyordu, kafamın dağınıklığı yine de gitmiyordu. Bazen boşuna kitap olmuşum diyorum, bazen o kadar kitabı boşuna görmüşüm, o şarkıları boşuna dinlemişim diyorum. Sonra da gayet sanki çok uyumluymuşum gibi, böyle olması gerekiyormuş diyorum, tüm korkaklar gibi. Kırgınlığımın nedenini başka yerlerde aradığımdan, neye kızgın olduğumu da bilemiyorum aslında. Arada kızıyorum sanki başka dilde, biliyorum sen bile anlamayacaksın, sussan sustuğunla kalıyorsun, ben çıkardığım gürültülerle kalıyorum.

Tüm bu beklemelerden sonra sıkılıp düştüm, yere serildim, ben buna serpildim diyorum, büyüdüm, olgunlaştım. Sayfalarım da yaşlandı, nemlendi. Tek derdimiz rutubetti, kalbimin yerini kaybettiğimden muhtemelen onun yeri de rutubetlenmişti, bunca nem belki de gözlerimden geliyordu, büyük gözü olanlar büyük ağlıyormuş diye düşünüyorum. Savaşmadığım için yenilmedim de, ama tüm bunları anlatacak kadar hikâyem olmadı. Zamanla başka kitapların hikâyelerinden kopya çekmeye çalıştım kendi hayatıma, demek böyle olunuyordu diye. Olmadı, oturmadı hiçbir hikâye içime, yaşanmayan hayatın hikâyesi de olmazdı doğal olarak. Beni anlamaya yaklaştın sanıyordum, bileceksin diye ödüm kopuyordu içimi, sessizliğime yüzümde bırakıp, kahkahalar attım. Muhtemelen öksürüyorum zannediyorlardı, bunca tozun içinde ancak öksürebilirdim, gülemezdim çünkü. İş arasında aldığım notları da artık karıştırıyorum yazdıklarıma, duygularımı iş bilip, işlerimi boş veriyorum. Birinin dilindeki duaya sığınmış gibi rahatım, cüretim bundandır belki. Acıların uyuşmasının telafisi gibiydi bu. Her şeye alışıyoruz da şiirlerin sahipsizliğine nasıl alışacağız? Neyle teselli edeceğiz kendimizi, şairi ölen şiirleri kim onlar gibi koynunda besleyip, uyutacak, biz unutuyoruz, gittikçe unutuyoruz, gitmesek de unutuyormuşuz meğer bunu henüz bilmediğim için gitme diye tutturmuştum taş duvarın orada. Öyle ya nasıl alışacağız bir daha yazılamayacak dizelere, şairsizliğe, yeteneksizliğe, bu boşluğa…

Dinlerken bile kalbimin çarptığı (-ki o zamanlar kalbimin yerini biliyordum) ve acı çektiğim şarkıları şimdilerde öylesine sıradan buluyordum ki, acıya alışıyordum ve hep daha başka acılar rica ediyoruz yeryüzünden. Bir yerden sonra pencereyi çarpan rüzgâra, yapraklarımın savrulmasına, ahenkli, korkulu rüyalara rağmen uyku basmasına, sigara dumanlarına, duvarlardaki boyalara, tavanın umursamazlığına, asılı biberlerin kurusa bile kokusunun kalmasına, bazı kitapların yüz defa okunsa bile bunca gizemli oluşuna, doğruluğa, vedalara, gidemeyenlere, kalsa bile gitmişlere karşı ehlîleştim, türlerini öğrendim. Doğrunun yakın anlamı yoktu, en yakın anlam belki de yalandı, bunca inanışımızdan belliydi doğruya yakınlığı. Denizde olsaydık eğer, büyük ihtimalle en alabora yerine denk gelirdi bizim hayatımız, bilmenin faydası yok. Hissiz bilgi, hiçbir şeydir. Kimsenin artık sahaflara uğramadığı, uğramadıkları için kepenkleri kapanan eski dükkânların birinde, toz ve gövdemden beslenen böceklerin arasında bulabilirsin beni. Sayfalarımın arasında intihara meyilli bir kibrit çöpü, nemden ıslanmadıysa, demi de kaldıysa biraz ölürüz belki. İyiye gitmeyeceğine her şeyin tam kabullenmişken ve hiçbir umudu bir daha böyle beklemezken, ellerimin içindeki kendi kurumuş kanımdan ve alnımdan damlayan çiy tanesinden vazgeçmiş, kaybolmuşken. Öyle hazırım ki tetiğin çekilmesine, söz can bile çekişmeyeceğim, yapraklarım dünden hazır yanmaya, öyle ıslandım ki… Neyin gerekeceğini ve gerektiğini bilmeden beklediğim tüm zamanları bile affediyorum, sana sığınarak.

***

Kendi kendinin şiiriydi, çirkefti, kötüydü, yokluktu zaman. Şiirlerini yazacak parası yoktu, ellerine yazdı, bileklerinden sızan sıvıyla. Avuçları yeter zannetti gökyüzüne açtığında büyüdüğünden. Çocukluğunun dizlerinden kalan kırık ve yaralı anılarıyla gitmek istedi, dizeleri kırıldı dünya döndükçe, şiir artık eskisi gibi değildi. Şimdi günde birkaç paket sigaraya böldüğü hayatını, ne yapsa geri getiremezdi, hem üstelik o boşalttığı hayatı başka şekilde, başkaları tarafından doldurulmuş ve harcanmıştı. Kuşların insafına kalsaydı keşke bazı şeyler, betonların vicdanına kalmıştı koskoca şehir, insaf denilen şey, ruhsuzluğa ve şatafata yenik düşmüştü. Başka dilde şiir yazabilse belki de yazabilmiş olurdu, yoksa bu elindeki öykülerle şuradan şuraya gidemezdi, gitse de gittiğiyle kalırdı.

On Üç Eylül İki Bin On Sekiz 15:50
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Dejavu’lar Renkli Olmaz ki…

Şimdi yaralarımdan sorumlu kaç kişi varsa eğer, kaldırım taşları şahittir, güvendiğim tüm sokaklar çıkmaza çıktığı zaman, gidemediğim zamandan kalma, hasret ve özlemlerimle kucakladım hayalleri. Bu çağa ait olmadığımdan yeterince hatıram yoktu, o yüzden daha çok hayal vardı, her yerdeydiler. Üstelik kimseyi küçümsemeyecek kadar da yüce gönüllülerdi. Oysa benim başım yapılan imla hatalarıyla beladaydı. Bildiğim imlâ kuralları dünyadaki hiçbir hatayı düzeltmeme yardımcı olmadı…

Kendi içinden bir yere hiç gidememiş insanları nerede görseniz tanırsınız, kendi olmaktan başka hiçbir şey yapmayı beceremeyen insanları, dönüp yüzlerine baktığınızda içinde bir yeri tanıyormuş gibi, hemen gözleri dolar, zaten genelde doludur gözleri, ürkektir duygusunun bir tarafı açılıp da ucu görünecek ve tüm içindeki sıvı dökülecek gözlerinden diye korkarlar. Çokta haklıdırlar kaygılanmakta, tüm hayat boyunca incindiği için, sanki ruhundan özür diler gibi bakarlar herkese, dünyaya gelmenin rahatsızlığından dolayı bir telafi gibidir onlara göre bu durum. Hayatta hiç başrolde olmayıp, hatta bunu reddedip, hep yedekte oyundaki sürenin dolmasını beklerler, oynayasıları yoktur hiç. Yıldızları sayıp her akşam, uzaklara gitmenin hayalini yaşarlar, bulutlara şekil uydurup, hava muhalefetinden çeşitli anlamlar çıkarırlar. Adımlarını çizgilerin üzerinden atlayarak geçirirler, eğer basarlarsa bir felaket olacağına inanırlar, olur olmaz zamanlarda gülümsemekten geri durmazlar, bu içlerindeki acının olgunlaşarak dışavurumudur. Huzurdan ya da keyiften değil de kederden attığı kahkahaları vardır, dış dünyaya kapandıklarından içeri açılan yerin genişliğinin rahatlığıdır belki bu, etrafındakileri umursamamalarının delilidir, sizin huzur gördüğünüz onların kederidir. Varlığına içten içe her gün lanet okuyup, dışarıya “hayırlısı” derler, olumlu gibi görünen tüm kelimeler aslında birer iç çekiştir, izahı yapılamayan bir tür isyandır. Siz kendinize yabancı olduğunuz kadar onlar da dış dünyaya yabancıdır.

Yanındayken, yer çekimi diye bir şey yoktu sanki sonra saçmalığına emin olarak anladım zamanın acımasızlığını, bir şeyleri başka bir şeylerin içine tıkıştırırken, zamanın içinde büzülüp, kalmıştık. Çığlıklı şarkıların anlamsızlığı da çözemiyordu içimizdeki arapsaçını. O kadar da imkânsız görünmeyen şeylerin önünde kendi imkânsızlığımızda boğuluyorduk. Bunca yaşanmışlığımıza rağmen hâlâ aynı yerden kırılıyorduk işte. Uykusuz onca geceye, ağlamaktan şişmiş gözlere, yine huzursuz kalp çarpıntılarına rağmen yeniden ne kolay inanıyorduk, ne çabuk aralıyorduk yüreğimizin kapısını? Artık bir daha aynı duyguları tadamayacağız, kalbimiz bir daha aynı şeyleri hissedemeyecek diyeydi belki de korkumuz, ondandı bu çocukça kanamalara rağmen inanmamız. Yalnızlık değildi korkumuz, sıradanlıktı, acı değildi kaygımız, ruhsuzluktu. Yaşam bir alıntıdır, ölmek ise acemi bir ezber…

Eski cümlelerde bırakılan, şuan kullanılmayan, unutulan kelime gibi duruyorum. Mükemmel olsaydım, muhteşem şeylerin farkına varamazdım. Deliliğimi başkaları almasın diye en derinime sakladım. Ancak delilikle akraba olanlar tanıyabilir onu. En kötüsü de bu boşluğu anlatamıyorum, anlatmaya çalıştığım her şey daha da derinleştiriyor. Yazmak bazen de eksiklikten içindeki bir şeylerin olmayışından kaynaklanır. Doldurmak istersin boşluğunu, yazarak… Senli hayallerimi yüreğimin içine kilitledim. Saçlarını kulaklarının arkasına savuştururken, yüzündeki o hoşnutsuz ifade. Allah’ım daha ne kadar esirgeyip, bağışlayabilirsin ki beni? Dile düşmesi yaşamaktan daha zormuş, yaşanılanı beynin bir şekilde yok sayıp, unutulanların içine atabiliyor, zaman geçiyor üzerinden ama söylenilince, bu içine yapılan itiraf sayılıyor, unutulmuyor. Boğazımdaki düğümde, içimin eksikliğindesin.

Şimdi git gidebilirsen bu sokakların içinden, şu nemden, onunla dolaştığın kasvetli akşamlardan, sabahına her şeyin iyi olacağına inandığın pencerelerden, ay ışığının odandaki duvara yansıyıp, yaptığı şekillerden. Sesinin yankısında kaybolan sessizliğinden, kimsesizliğinin korkusundan, korkma istersen. Kaldırımlarda yürürken, bir arabanın ansızın kaldırıma çıkıp, sana çarpıp altına alabileceğini düşünmeden, yürürken baktığın vitrinlerin camında aradığın yüzünü unut unutabilirsen. Kıyısında ağladığım deniz, hep başka kayasına düşen gözyaşlarım… Bitmesine üzülerek okuduğum kitapları bitirdim. Renklerin bitmesine üzülerek daha çok renk katmak istedim dünyaya. İlk sigaram, ilk sahilde tek başıma yürüyüşüm, ilk dertlenişim, çocukluğumun biteceğine üzülerek büyüdüm. Nasıl küçüktü kederim, büyütüyordum. Kelimelerin bir gün bir yerde sona ereceğinden korkarak sustum. Düştüm, düş kalacaktım gerçekler canımı sıktıkça. Gözyaşlarımın bir şekilde tükeneceğinden korkarak, gülmeyi öğrendim, olur olmaza güldüm, deliliğe sığındım. Daha aynı yerimin ne kadar acıyacağını bilemeden ezberlediğimi zannettim, her seferinde hazırlıksız yakalanıyordum…

Hayallerimin hep aynı yerinden kırılmasına alıştığım için, hayal kurmayı bıraktım. Geçmişten aldığım acıyla karışık ilhamı, gelecekten kendimle birlikte koparmayı başardım. Hayretlerim hep başka şeylere yöneldi. İnancımı perçinleyen doğallığın doğasını bırakmadılar. Düşürdüm inancımdaki hacmi. Aldığım radyasyonlarla başka bir boyuta geçerim diye umuyordum, elimde kadeh, dilimde keder, yüzümü döndüm yalnızlığa, sırtımı unutulduklarıma, Bu benim ruhumun eskiliği değil, içimin kayıtsızlığıdır. Dünyayı sana feda edeceğim zamanlar geçti, henüz erkenken vakit daha çok sarılmalıydık. Koca ülkeleri gezebileceğimize inanırken, şimdi yanı başımdaki şehir bile uzak oldu. Sabah olacak diye uyumadığım gecelerde bitkinlik nedir bilmiyordum, şimdi gündüz bile uyumak istiyorum. Üstelik şu durumdaki halsizliklerime dünyayı ortak edip, yaşıma suç buluyorum. Her şeye anlam aramaktan üşenir oldum, üstelik hayat böyledir deyip, geçip, gidiyorum. Bir şeylerin eksikliğini kararan zamanlardan anladım, biraz yokluğundan, biraz benim içimde ölen şeylerden, gelsen bile aydınlanmayacak ışıkların yasını tuttum, karanlıklarda… Akşamüstü vakitlerinin hüznü en çok geceleri vurur oldu, bu sene uyumayı belki de en çok bundan sevdim. Sabaha yakın yerlerinin ağırlığı hüznümü geceden bile koyu renge boyadı. Üstelik güneşin doğuşu da pek bir şeyi değiştirmedi, çocukluktan kalan kalın perdelerim, pencerenin hemen oraya dikilen yeni bina, özlediğim rüzgâr, beğenmediğim her şeyi, zamanla somutlaştırıp, normalmiş gibi görmeye başladım.

Gidebildiğim tüm yollar beyhude, başlangıca gitmemin ya da sona varmamın teorik olarak bir anlamı yok. Kesinlik yok, hiçbir şey yok. Sadece yürüyorum, varmak için değil, belki sadece olduğumu anlamak için, ayaklarımın varlığını kanıtlamam için. Büyüdüğüm sokaklar bir yerden sonra ayaklarımda büyüyor, zaman daraldıkça. Kendi oluşturduğum melankoliye hapsoldum. Raif Efendi gibi bir babam olsaydı, bence o kitap da bir masaldan ibaretti, düş olamayacak kadar uzaktı o babalar, üstelik ne aileleri, ne yakınları ne de kendi çocukları tarafından kıymetleri bilinmeyen… Kendi inançlarımdan yarattığım hastalığın pençesindeyim şimdi, olmayacak şeylerin hayaliyle var olacağımı zannediyorum, hayret edemiyorum. Herkesin söylemeyi istediği şeyleri içimde doldurmuş da bekliyormuş gibiyim. Şaşırtmıyor artık hiçbir şey, gördüğümü zannettiğim dejavu’lar hariç.

Nevin Akbulut
On Yedi Ağustos İki Bin On Sekiz

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji yeni yazı

Duble ızdırap, çifte hüzün, keyfe keder

Yalnız insan kimdir biliyor musun? İçinde barındırdıklarına yer bulamayandır, bunu başkalarına anlatamayan ve anlam bulamayandır, hissettiklerinin sadece kendisi için bir önemi olduğunu anlamasıdır, kendisi hariç, kimsenin samimiyetine inanmayandır.

Bir an en önemli parçasını bulmuş yapboz gibi hissettim ama çok küçük bir an. Sonra beynimden bir çığ yuvarlanmaya başladı. Aşağılara indikçe aramaya başladım, bulamadım, korkularımı yakıştıramadın hayallerine ve senden farklı oluşumu suç olarak görüp, farklı olduğumu kabullenmedin. Farklı şeyleri sevmem, senin sevdiğin şeylerden uzak oldukça sınır koydun aramıza, kudretinle yükseldin, zaaflarımla alçaltırken beni. Müziğin sesini açmak istiyordum çünkü kendi iç sesimi dinlemekten kafam şişmişti, büyürken büyüyeceğim yerler incinmişti, bu yüzden sevmediğin her şey benim en sevdiklerim oldu. Daha çok kitaplara gömüldüm, daha çok dumanı sevdim, belki fark edilmek istedim çocuk aklımla, bilmiyorum, pek başardığım da söylenemez zaten. Kendime acımadım, belki sen görürsün de merhamet edersin diye, içimin sızladığı zamanları şimdi bir tek ben biliyorum, yaralarımı öğren istedim, öyle bilgisizdin ki bu konuda, anlatamadım. Senin için hep başka şeyler önemliydi, yine de benim sana olan ihtiyacım dinecek gibi değildi. Senin yarım bıraktıklarınla, benim çocukluğum birleşirse, belki bir bütün olabiliriz, hazır dokunulmayan bir onlar kalmışken…

Gerek yokmuş kedi masallarına, dünyanın kirinden, pisliğinden nefret ederken, yaşamakla nasıl mücadele ettiğimizi övünerek anlatıyoruz. İçimizde bizden hariç bir işgüzar daha var. İçimizle aramızda mesafe var ve kendimizden kopuğuz ya da uzlaşmak istemiyoruz. İçimdeki sorular yüzünden, yüzümdeki simamın kolajlar hâlinde yaşlandığını hissediyorum, başkalarının insan etinden olmuş bir ömür parçası, isyanla biriken gen hastalıkları var insan türümüzde, oysa insan etinin içine sıkışıp kalmasaydık, belki kendimiz olabilirdik, başkalarına benzemek, çekmek değil de sırf, duru ve saf başka bir şey olabilirdik. Başkalarının can çekişini içimizde yaşamak zorunda kalmazdık. Birilerine mecbur ya da maruz kalmak, kendi varlığımız anlamına gelmiyor çünkü yaşamak aslında can çekişmedir. Başkalarının kurduğu hayatın kurgusuyuz, kendi hikâyemizde ancak figüranlık yapabiliyoruz, söz hakkımız ya yok ya da kısıtlı, bu yüzden diğerlerinin fikirlerine önem veriyoruz. Bu labirentten çıkamıyoruz, kanatlarımız eksik.

Her gün tek bir noktandan bile anlam çıkarmaya çalıştığım zamanlar bitti, tükendim sonra uyandım, meğer herkesi inandırmaya çalıştığım masala bir tek kendim inanabilmişim. Bu benim yüreğimin katıksızlığı değil, inancıydı. Dünyanın etrafını ölçen çizgilerin bile gücü yetmez saçlarını sevmeye zannederdim, dağılan her şeyi toparlayabiliriz zannederdim, dağılanların keskin yerleri saçlarımı kırpmadan önce. Benim hatırladığım her şeyi özensizce unutacağını bildiğim hâlde tüm bunları saklamayı başardım, bir gün geri dönüp, hatırlamak istemeyeceğini biliyordum. Unutmak nasıl olsa kolaydı, ben zor olanların peşindeydim, yüreğimin her bir parçası başka bir yarımadaya dağılsa bile. Korkularımın üzerine biraz fesleğen ektim, şimdi daha güzel korkuyorlar. Kaçtığım ya da saklandığım yoktu ama unutacağım diye biraz korkum vardı, tüm o duyguları saklamam bunun içindi, içlerinin bozulmaması ve değişmemesi içindi. İnsan sadece korktuğunda saklanmaz, bazen de içindeki sesleri duymak için saklanır.

Genetik miras olan kaderinin derdinden kurtulmak için kendini daha ne kadar değiştirebilirsin ki? Gittiğin yere içindekini de taşıdıktan sonra ve onlarsız gidemedikten sonra… Geceleri dinlediğin şarkılar, okuduğun kitaplar da uzaklaştıramadı seni benliğinden, öylesine şikâyetçiydin ki içinden, kurtulmak istedin, bütün hikâyeleri sildin, bir an kısa süreli uğrayan buhranlarında her şeyi unutabileceğine dair tutamayacağın yeminler ettin. Buhranların olmadan olamazdın. Üstelik bir işe yaramasa da bunalımların isterdin, istemesini bildiğini zannederdin… Bazen denizler taşsın, depremler olsun, dünya yerle bir olsun istiyorum, kıyamet kopsun istiyorum elimden bir şey gelmediğinde masumlara yapılan kötülüklerde, biliyorum benim dileklerimin dinleneceği bir yer yok uzun zamandır, yine de istiyorum, bir bebek öldüğünde, bir yavru köpek katledildiğinde bir masuma kıyıldığında, dünya yansın istiyorum.

Küçücük bir zaman gelir, o gece ay ışığında çıkan dalganın sesleri tüm zamanlarını istila eder, sesini keser, nefesini keser, hislerinin sonuna vardığını daha fazla ileri gidemeyeceğini hissedersin, kesilirsin, lanet edene kadar bir sürü canını acıtır o dalgalar küçük çiseler hâlinde, iğne gibi batar. İşte böyle bir felaket istiyorum bazen de kendim için; kapımın önündeki apartmanın kenarına dikilen direğe büyük harflerle konulan “Dikkat, ölüm tehlikesi” yazan tabelaların altında kalmak, harfiyat çukurlarında unutulmak, dalgaların ıslattığı kaldırımlarda sabahlayıp, boğulmak istiyorum, yeryüzünden silinmek, hiç olmamış gibi olmak istiyorum… Ki şu hâlim inan daha az boğuluyor değil.

Kusurları öven birisinin kusursuzluğu…

Nehirler boyu yürüdüğüm o yollar yalan, vardığım yere inanıyorum ya da inanmıyorum. Bilekleri ne zaman kilo alır insanın, kaç yaşında mesela? Kesilmekten usandığı, ağrımaktan bıktığı, vurulmaktan yorulduğu zaman durup, dinlendiğinde mi? Olmayan korkuları büyüttüğünde mi küçülür insan biraz daha? Kurduğun düşlerin kırıldığını anladığında mı kırılır daha fazla?

Olmuşla ölmüşe çare yokmuş, bende çare tam da bu, ölmüşlerden hatıralar biriktirip, kendimizi hatırlıyoruz, olmuşlardan besleniyoruz çünkü geçmişten bir adım ileriye gidemiyoruz. Dilimin varmadıklarını yüreğim sustu da bu ağrı hep bundan. Mazi dediğin şey kara delik gibi yaralarla dolu. Yine de hatırlamaktan kaçamıyorsun, kendinden kaçamadığın gibi. Düşsem, bir yerim acısa, bileğim incinse, sendelesem, bayılsam hep aşk acısına yoruyorum, buhranlarımın hesabını ondan sormak istiyorum. Gözlerime kadar batmışken bu karanlığa, daha fazla kavrulmam bir şeye yarar mı artık bilmiyorum. Yanındayken unuttuğum saniyelerin hesabını bile sordu hayat, şimdi biriktirsem de yılları birbiri ardına ekleyemem. Paramparça olmuş gecelerin dinmez fısıltıları, unutulmayacak sözler, bitmeyen şarkılar, dinmeyen sızılar, dinledikçe daha çok içine alan şarkılar… Cevapsız deli mektupları, sarhoş kahkahalarından çok gözyaşları, buluşulan hatta sonra çok değişen ama bir türlü unutulmayacak caddeler, dokunulan yaralar, iyi olma sözleri, değilen kum taneleri, parmağın ilerlemesine izin vermediği yelkovanlar. Yolu kesilen kaldırım taşları, sadece o an anlamlı gelen mısralar, çürümüş yeminler, şiş gözler, sırılsıklam yastıklar, nasıl unutuldu o vaatler diye hayıflanmalar kaldı geriye. Hayal kırıklıklarının yarattığı öfke nöbetleri, yumruklanan duvarlar, sadece kendi ellerini acıttığın anlar, sirenler, anonslar, ayrılıklar kaldı. Tüm bunları anımsarken bile gülümsüyorum, kayıp gülüşümle ya da kaybolan yerlerimle. Herkesin sonu mutlak bir ölümse bilinen tek gerçek bu, kesin bilgi, tüm ciddi her şeyin dışında bu.

Dünyayı ıslatacak kadar ağlarken, kaldırım taşlarını bile ıslatmaya gücün yetmiyor, sırf bu yüzden ıslanan yüzünü silmiyorsun, yüzünde kuruyor hepsi, içinde kuruyup çürüyor söyleyemediklerin. Uzaklarda akşamlar birbirine benzer ve evler hep mutlu zannedersin çocuk aklınla, bir sızıdır kaplar içini, özlemin sebep olduğu bir sızı ya da ne yapacağını bilememenin verdiği sıkıntı. Seninle aynı düşüncelere sahip kimse yoksa o akşamları da tek başına göğüsleyeceksin, bunu biliyorsun. Gözünden çıkan kıvılcımlardan yüzüne yayılan ateşler de yetmedi doğruluğunu anlatmaya. Bunca ruhsuzluğa dayanamam zannederdim önceleri. Sonra dalgalarca uydurduğumuz diller, akıntıya kapıldı. Kumlar, denizanaları ve yosunlardı sahiplenen bu dilleri. Üstelik iç ferahlatan her şeyi kaybediyorduk büyük bir hızla, önce gün batımları, ağarmaları, ağaç yaprakları, sonra birbirimize söylediğimiz kelimeler, sonra bizler ve en sonunda her şeyi yutan o kıvrımlı dalgalar…

İki Ağustos İki Bin On Sekiz 15 : 00

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Hiçbir Şey Anlatmayan Yazı

Uzaklardan bir yerlerden kan yürüyor boğazıma, ağzıma gelse kusacağım biliyorum, sesini duysam o an öleceğim, işim çok zor. Şimdiye kadar tüm kusmaları unutturacak kadar birikmiş şekilde geliyor. Hayvan gibi hırlamadım hiç, nefes alamadığım zamanlarda bile, belki ölürken hırlar boğazımdaki canavar. Elinde cam olan çocukların korkusu ve hassasiyetiyle kesilir boğazım belki bir yerlerde, gerginliğimi azaltmak için fazladan aldığım şurubun tadı kalır belki boğazımda, dilimde adı yaşarken… Belki de hiçbir şey hissetmeden her şey olup, biter. Gırtlağımın kenarına yıllarca yer eden arsız düğümün içinde biriken kelimeler ortadan ikiye ayrılırken, belki ayılırım, denizi ikiye bölemem ama belki hikâyeyi ikiye ayırabilirim, öncesi ve sonrası diye, sonsuzluğa doğru koşarken adımlarım, bir rüyanın içinde gizlenir belki umut, bir sonraki nesle yeniden gösterime girmez üzere.

Son gördüğü rüyada öldüğünü bildiği için, uyandığında yaşadığını görünce; bunun bir rüya olduğuna inandı. Alametlerin çoğu çıkmış, dünya yerle bir olacakmış, dünyanın batacağına içten içe sevinirken, bir şekilde bu şekilde de olsa kötülüklerin de yok olacağına sevindi. Kendi batışı da bunun içindeydi. İnsanların paniklemesini sessizce seyrederken, hiçbir şeyin umurunda olmaması, o anda elinde tuttuğu kitabı bile bırakmamak ya da dinlediği şarkıyı kapatmamak, hatta elinden kaleminin bile düşmemesi kesin onu olduğu yerde güldürürdü. İşte bu hayalinin bile hayaliydi.

Duvardan sıyrılmış badananın eksik yerlerinde bulmaya çalıştığı şekillere anlam yüklüyordu, her birini bir canlıya benzetmesi şarttı, tavanda uzanan uzuvlar, duvardan uzaklara doğru akan gözler, eski öpüşler, dudaksız… Zaten vurulmuş birini daha fazla vuramazsın, zaten yitirilmiş birini bir kere daha kaybedemezsin. Canını canına yara bandı gibi sardığın zamanları unutamazsın biliyorum, üstelik sararken bile çektiğin acıları, etlerinin çekilmesini, küçük gelmesini dış dünyanın benliğine, neresinden yazarsan yaz bu hikâyeyi anlatamazsın bayat öpüşlerini ve taze ölüşlerini. Yaranın üzerine düşen yangına körükle giden tuzlu gözyaşlarını unutamazsın. Yitirilmişliğe alışma, kedere ve yorgunluğa arada bir hüzünlen, o bile yeter yirmi birinci yüzyılda verilen değere.

Başka anılar olmasın diye, eskilerini özenle yaşayıp, eskitmeden ve tüketmeden yeni hatıralar yaratmaktan kaçınmak. Korkaklık değil de bu, başkalık, illa anı yaşatmak gerekiyorsa, hazır olmuşlarını yaşatırız. Hiç var olmamış ya da bu çağa yanlışlıkla yamanmış gibi hissettiği için, başkasının da varlığını kabullenmiyor. Hayal gibi yaşadığı zamanların şarkıları da çıkmasa karşısına kendi varlığından bile şüpheliydi, yüzleşecek bir yüz bile bulamayacaktı. Neyse ki kanlı canlı, sesli melodiler vardı.

Umutsuzluktan daha büyük bir şey varsa; o da delirememektir, denge dediğimiz şey bizi dışarıda olmamız gereken normal diye tanımlanan, çoğunluğun bulunduğu kalıba uymamızı sağlıyor. Dengeleri bozmaya çok ağladığım zaman birden içimden fırlayan kahkahanın peşine takıldığımda başladım, geleceğin aslında geçmişten pek de farklı olmadığını anladığımda, çarptığım kapıların ya da denize düşecekmiş gibi yürümelerimden artık korkmuyorum. Kaçmanın sadece küçük kurtuluşlar olduğunu biliyorum ve ölüm büyük bir uzaklaşma, gerçek bir selamet. Başka hikâyelerde aradığımı bulamayınca, kendi içimi kazıp, biriktirdiklerimi ortaya çıkarmaya başladım. Unutulacak kadar eski, antik bir aşktan kaçarken yakalanışımı, sebepsiz gidişlerimi, olayların içinde tesadüfen bulunuşlarımı, bir türlü sönmeyen ateşleri buldum. Biraz da kül buldum, soğuk, kendim ve başkalarına ait küller, ayrı yerlerde aynı yanan küller.

İleride göz torbalarıma biriktireceğim gözyaşlarını şimdi cömertçe harcıyorum, ne kadar ilerisi olabilir ki hem? Ellerimi yalnızlığın içinde kışın soğuk günlerinde ısıtmaya çalışırken, hep yaptığım gibi katlayıp cebime bıraktım, bir zaman sonra lazım olduğunda yeniden bulmak üzere, yalnızlık hep lazım olmuştur zaten. Birilerinin beni görmesi, gerçekten varlığımı kanıtlar mıydı, acaba şuan burada mıydım gerçekten? Yoksa dublörüm mü karalıyordu şu satırları? Gözlerimi içine bakabilen birisini bulduğumda bunu sormak isterdim ona. Kendimi bulmak için hissetmek, hissetmek için de aramak gerekirdi ama ben uzun zamandır kendimi aramıyordum. Aldığım nefeslerin yetmediği, yerlerde sürünen oksijenle artık baş edemediğim zamanlardı, yaşadıklarımdan dolayı mı bu hâle gelmiştim, yaşayamadıklarımdan mı? Her ikisi de eksik anlamına geliyordu, her gün aynı şeyleri yaşamak yaşam anlamına gelmezdi, her gün sokaklarda dolaştığımda bile bir türlü kaybolamadığımı görüp, gömemediğim ölüyle mezarlığa dönüyorum.

Tam olarak ne zaman uçmayı bırakıp da sürünmeye başladım, bilemesem de içimin sezgisinden tahminle yola çıkıyorum; birkaç yıl önce, dolaşmaya bile tenezzül etmediğim kuş olmadan uçtuğum zamanlardı, olmayan saçlarımın hayali dalgası vardı, yüzülmese de görülürdü. Nemin ıslattığı yaz günü sevdiğim haftasonu sevmediğim şeylere dönüşmüştü. Tüm gece yastığa sarılıp ağlamanın bıraktığı nem, sıcakla birleşince boğulacak gibi olmuştum. Soğuk duvarlara koyduğum alnımı, düşünmeye iten bir şey yoktu artık, daha doğrusu düşünmeye değecek bir şey kalmamıştı, huzurlu aileler hep uzaklarda olurdu, gürültülü kahvaltılar, kahkahayla karışık çatal, çay kaşığı sesleri hep bizim evden yükseklerde muhakkak penceresi bizden tarafa bakan ama bizi hiç görmeyen yüksek katlarda olurdu. Kışın üşüdüğümde cama vuran güneşin bıraktığı o sıcak izi bile sana yormaya alışmıştım, ilgisi olmayan şeyleri bile seninle bağdaştırmakta üzerime yoktu, bunu bırakmaya başladığımda mı anlamımı yitirmiştim, bilmiyorum. İçimdeki her şeyin ölmediğine unuttuğum adım kadar emindim, içimdeki son duygu kırıntısı da öldüğünde, yok olacağımı biliyordum, gözyaşlarımdan arta kalanı onları beslemek için kullanıyordum. Kendimi hissedemiyordum, iyi ya da kötü, hissedebildiğim tek şey; sıkışmışlıktı, bir kavanozun içinde, kapağı kapatılmış gibi ve her gün kendimi oradan oraya yuvarlamaya çalıştığımda bile kırılmayan bir kavanozun içinde…

Aldığın nefesi bile unuttuğun olur bazen, vermesini unutursun, iç çekişlerin de olmasa, ciğerlerin büzüşüp kalmıştı öyle, damarlarında dolaşan cılız kanın aktığını unutursun bazen, niye yaşadığını, her sabah bağ ağrısıyla niye uyandığını, ama hep bu ağrılar yalnız bir şeyi hatırlatmak için vardır, yaşadığını ya da unutmaman gereken bir acıyı. Bazen öyle anlar olur ki; daha önemli, daha kişisel şeyler bile o anda anlamını yitirir, her şey ona bağlanır bir tek, diğer tüm zamanlar kararır, ışık boşluğa yuvarlanır, sen ışık bulacağım diye biraz daha diplere sürüklenirsin. İşte tam da böyle oldu; üzerime kalın bir karanlık örtüldü, etrafın beyazmış gibi göründüğüne bakmayın, gözlerimizi yumduğumuzda her yer karanlık, üstelik bu karanlık hiçbir şey anlatmıyor artık, romantik falan değil, sıkıcı ve korkunç. İyileşeceğine inanmayan birinin ötanazi hakkıydı istediğim.

Etrafındaki her şey ölü gibiyse, öldüm de anlaşılmıyor sanıyor insan. Karanlığa alışmak bir şey değil de korkmak yoruyor, bir de üşümek, bunca sıcağa rağmen, içinin üşümesi, böyle zamanlarda daha çok inanıyorum ölü olduğuma ya da delirdiğime, delilik normal oldu zaten, deliremeyenler çıldırıyor. El yordamıyla uzattığımda elimi, kitaplara tutundum, tekrar yazabilirim zannettim, tüm okunanları, yeniden bir tek ben başka anlayabilirim sandım, anladığım şey, dünyaya bile sığmayacak kadar geniş bir anlamın boşluğuydu, çıkacak durumum da yoktu bu çukurdan.

Sana yakıştırdığım çünkü’leri biriktirip, kendime hep ama’ları bıraktım. Senin hep nedenlerin olduğundan bana hep bahaneler kaldı. Yokluğundan kendime bir elbise diktim, özellikle gece üzerimden çıkaramadığım, o olmazsa benimde olmayacağım, yarım yamalak varlığımı onun içine gizlediğim. Bileklerime kadar dolanan harflerden, söze döktüğün her kelimeden kurtulmaktı niyetim, damarlarımdan değil, ama içindeki kana kadar karışmışsa, ayıracak bir becerim yoktu.

Sekiz haziran iki bin on sekiz 13:40
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Şu Biçim

Ölümün ilacı yok, ne çare? Evvel zaman öncekiler burnumun direğini sızlatırken, hâlâ dün gibi olması ne garip… Ama ne gam, büyük keder, günümü göremeyecek kadar kör ben. Herkesin terk ettiği bir memleket gibiydim, saçlarım uzuyordu kırmızı, gözyaşlarıma karışıyordu. İçimde bir şeyi öldürdüğümü zannediyordum her aynaya bakışımda, üstelik her defasında başka biriyle karşılaşacağımı bilerek, yine de incelemeden geri alamayarak kendimi. Bu uğraşlar boşuna, ölüme gitmenin kestirme yolunu da uzatmışlar. Başlayan hikâyelerin biteceğine inandığımızdan bir türlü gelişme dönemini yaşayamıyoruz, aradaki zamanı yaşamadan geçip, gidiyoruz. Oysa yarım kalsa ne olurdu ki? En fazla sonsuz bir hikâye olurdu. Hayattan alacağımı, bana olan borcunla birleştirdiğimde içimin muhasebesinden çıkamıyordum, bir an önce gitmeliydim yaptığım hesaplara göre, ama hiçbir tarih izin vermiyordu gitmeme. Beni gündelik olaylarla bağlayacak hiçbir şey yoktu burada, kapanamayacak kadar yaralarım vardı, hatıralarım olmasa ne çıkar?

Hiçbir harfi yakıştıramadığımdan adına, böyle isimsiz, sıfatsız, harfsiz seviyordum, kelime olmaya gerek yoktu, böyle yarım hikâyenin içinde. Görseler, duysalar hakkımda iyi şeyler düşünmeyeceklerini biliyorum. Ama illa da isim mi koymak lazımdı her bir şeye?

Hiçbir kelime, hiçbir harf çıkmadan da ağzımdan anlatabiliyordum seni sevdiğimi, bağırsam bile anlamayacağın şeyler de vardı, artık çok geç mesela, bunu hangi zamana koysan geç kalınmış oluyordu. Geç bile olsa seni affetmeden kendimi alamıyordum. Bunca cömert olmamamı öğütlüyordu hayat, ama ne elimden geliyordu, ne yüreğimden… “Seni kendimden biliyorum” derken en çok kendimi tanıyamamışım ben, şimdi hangi buluşma, tanışma anlatabilir bizi? Hangi geç kalmışlık onarılır? Kanayarak öğrendiğim şeylerin yaralarını izah edemem sana ama ölü birini doğmuş gibiyim dersem belki de anlarsın tarifsizliğimi… Yine de anlatmak istiyor insan, en çok neresinin acıdığını, burnunun nasıl sızladığını, o direğin büyüklüğünü, uykusuz gecelerdeki kâbusları, bu dünyayla uzaktan, yakından ilgisi olmayan ve olmayacak şeyleri. Ama suskunum işte, küsmek gibi değil de dargınlık gibi.

Masal anlatır gibi, sıradan havadan sudan bahseder gibi ama gizlice, güvenliğinin olmadığını söylüyorlar ve kimseye güvenin kalmadığını… Kendi yaranla başkasına tecrübe taslayamazsın, kendi bildiğin başkasının bilmediği anlamına gelmez. Dahası kendi yaranla başkasını da iyileştiremezsin.

Düşmekten korkanların gidemediği sokaklardayım, düşeceğini bilen birinin cesaretsizliğiyle güvenli olamazdım. Ne kadar yüksekten düşersem, o kadar anlayacaktım, ne kadar yerin dibine girersem o derece öğrenecektim bilmediklerimi. Düşmekten korkanların hiçbir güzel şeye, tecrübeye erişemeyeceğini zaten çok küçükken öğrenmiştim. O yüzden bulduğum her yükseklikten boyuma bakmadan kendimi bırakma isteğim, o yüzden kendimi bunca yükseltmem ve diğerlerinden daha hızla alçaltmam. Dünyadaki diğer çokbilmiş canlılarla aramda şayet bir fark varsa, olsa olsa ancak budur. Atlama isteği, düşme inancı.

-i ve ünlem işaretinin (!) yan yana gelmesi gibi bir şeydi bizimki… Paragrafa ilk defa küçük harfle başladım belki bunu hak etti bu durum. Bilmiyorum. Bitmeyen cümlelerin yerini kısacık, tek kelimelik cümleler aldı, durum bunu gerektiriyordu. Ne imlâ kuralları umurumdaydı artık, ne okunup, beğenilmesi. Hayat bana en büyük hatasını yapmıştı zaten. Okuduğu kitaplara deli gibi inanan, o karakteri gerçekten arayan birinin incinmesi gerçek hayatta daha kolaydı. O kitaplara inanmaktan başka çaresi kalmayan insanı da son bir kez kandırmış oldun sadece. Bundan sonra inanılacak bir şey kalmadığına göre, konuşacak da bir şey kalmamıştı. Her şey yalan olsa bile seni aradığım sokaklar gerçekti. Anlattıklarının hepsi yalan olsa bile benim inandıklarım gerçekti. Bundan böyle ne hayal kırıklığım, ne kırgınlığım, bir tek damla saf bir yaştan başka bir şeyim olamazsın. Sana böyle tutulmamın nedeni, sadece uzaklarda olman ve benim kaybolmaya olan zaafım.

Bir şey anlatmaya kalkışsam, kırmızı satırlı, tüm kitaplar resmi törene geçiyor. Kedilerle oynadığım oyunlara özeniyor çocuklar, onlara masal anlatıyorum, kaldırımlar söz konusu olduğunda hep beklemek kalıyor geriye. Acıyı yüklenince hafifliyorsun, sanki başka yükün yokmuş, olmayacakmış gibi geliyor. Koltuğun köşesindeki dertli yastık kadar yorgunum ama sandalye gibi dimdik oturuyorum. Kendi bacaklarım kendime batıyor artık, beynimdeki tahtalar eskidi, belki kurtlandı düşünceler, düşünemiyorum. Bir bıçakla bir çivi aynı işi görmüyor, tamir eden her şey biraz daha acıtıyor. Yatağın hep duvara yakın yanına ilişiyorum her akşam, dünyanın kenarından düşecekmiş gibi soğuk duvardan imdat dileniyorum. İsyankâr şairlerin kelimelerini yokluyorum her an beynimde durup durmadıklarını kontrol etmek için. Kırmızı satırlardan kırmızı bir çorba yapmak istiyorum, tarifi de tadı gibi belirsiz. Bıçağın ucunun değdiği kelimeler gibi yersiz ve estetiksiz ağzımdan çıkanlar. Ruhumu yanlış bir yere mi üfürmüşler yoksa? Nedir bu boşluk? Avuçlarım bomboş, kaç zamandır parmaklarım değmedi ellerine ve kaç zamandır ellerim özlemedi bir çiçeği, bir ağaca deli gibi tutunmadı… Her şeyi yıkamış ve öyle kalmış gibiyim, ama yıkılmış da gibi, pürüzlerimizden yeni bir dünya yaratabiliriz belki, her şeyin anlaşılabileceği bir dünya. Kötü şarkılar dilime dolanmasın Allah’ım, kötü kelimeler de uzak dursun ağzımdan.

Anlatarak bitiremediğim hayatı susarak anlatmaya meylettiğim son paragrafındayım bugün. Bunca acının içinde, balkonda bağdaş kurup, pijamalarınla otursan da seninle hiç bağdaşmayan şeyler var. Saçlarından yastık yapsan da, şişelere sarılıp, eski hikâyeleri ansan da uyunmuyor! İçimizde doğan her yeni fikir, içimizdeki başka bir şeyi bitirir, öldürür. Ömründe bir kere boş yere bile hüzünlendiysen, bu hep böyle devam eder. Nasıl bitireceğim bu hüznü, bilmiyorum, öğrenemedim. Sevdiğim şeylerle, öfkeleriniz arasında yuvarlanıp, gidiyorum, çoğunda görmüyorsunuz beni. Bazen bir balkonun parmaklıklarına parmaklarımı geçirmiş oluyorum, bazen yıldızlara tutunmak istiyorum, kuşlardan sevgili ediniyorum, en yoksulundan. Avucuma yazdığım şiirler hayat bulamadı, su olsa çiçek sulardım. Tırnaklarımı geçirdiğim avucumdaki izlerden belli hiç kimsesizliğim, böyle sessizliğim. Eski hikâyelerin tereddüdü ve tekerrüründen doğmuş bir müsveddeyim, kendi hikâyemi yaşama lüksüne ya da gafletine gelmeyeceğim, yaşanamamışın ucundan koparıyorum, az kullanılmış, çok yıpranmış birkaç satır kalıyor kırmızı tırnaklarımda, nereye gideceğimi bilemediğim muammadan trenlerle yol yapıyorum, yıldızları çalınan şehrimden.

Gitmelerden arta kalan insanlar, gittikçe mi değişirler yoksa kalsalar da mı değişeceklerdi? Terk edilmeseler de kalpleri yine nemli odaları rutubetli mi olacaktı? Huzuru yanlış uykularda aradık belki de, yoksa cevapları yanlış sorulara kaptırmazdık. Küçümsediğimiz o duyguyu da yitirdiğimizde artık bir gölgeden farksızız. Görünmezliğimden ürperdim, bilinmezliğimle gururlanırken. Utançla yıkandığın o günler nasıl da senin gölgeni hiçe sayarak gerçekliğe koşuyor, yetişemiyorsun. Yetişsen de elinden bir şey gelmeyeceğini biliyor ve anlıyorsun. Geceleri de boşuna bekliyorsun, gelmeyecek yine uykuların. İlerde güzel günler olacak gibi saçma umutlara girmiyorsun artık, heveslenmiyorsun, aptalca buluyorsun mutluluk kelimesini. Hiçbir şeyi değiştiremeyeceğinin kesin, geri dönüşsüz itaati bu, değiştiremediğin için hiçbir şey yapmama gönüllüğü… Yalnızlığını başkalarına yükleyip, suçlamak en kolayıydı, sen affetmeyi seçtin. Kendinden kaçmasını beceremeyenler hiçbir yere de gidemiyorlar, gitmek için önce kendinden kaçmasını öğrenmek gerekir. Gidişin hikâyesini oturduğun yerden yazarak da gitmiş sayılmazsın, hele de uyandığın karanlık aynıysa… Apaçık yanlış olduğunu bildiğim şeylerin zihnime yaptığı baskı neticesinde, sezgilerime inanmış gibi yaptım, her şeyi bunca karmakarışık yapan aklımı bir kenara itip, sersemlikle birlikte ne için yaptığımı, nereye gideceğimi bilmeden gittim çünkü inanmıştım kendimi kaybetmek seni bulmak anlamına geliyordu kalbimdeki lügatte. Hiç olmak istemeyeceğim birine dönüşürken, yarımımı yitirdim. Şimdi ruhu olmayan diğer yarımla yaşamak zorundayım, üstelik nefes alıyormuş gibi yapıyorum.

On Altı Kasım İki Bin On Yedi 16:30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut Uncategorized yeni yazı

Bir Şeylerin Muadili

Gelmeyen uykularla ne yapacağımı bilmiyorum, gece içimizdeki kalıntıları, katılaştırıp, gözümüzün önüne çıkarıyor. Bazı gecelerle ne yapılır bilmiyorum, kimse bilmiyor aslında çünkü herkesin gölgesi birbirine benziyor. Farkına varmadan anladıklarımın anlamında boğuluyorum, kendimi tanıyamadığım için kimseyi de bulamıyorum. Aynayı da görmüyorum uzun zamandır. Denize yuvarladığım şişelerden hiçbir haber çıkmadı, mutfakta uzun zamandır açık bırakmak istediğim gaza da zam geldi, içimizi patlatmak için bile pahalıyız artık ya da geç. Oysa kimsesiz şişeler gibi sınırı olmayan denizlere yuvarlanabilirdik, insanların koymaya çalıştığı sınırlardan bize ne? En çok güldüğüm zamanlarda, içime birdenbire gelen o durgunluğu hiçbir ilahi sözle anlatamam. İlahi de değildir muhtemelen, bir şeylerin muadili, artık bulunmayanın ve olmayacak bir şeyin kopyası. Talih kuşunun uğramadığı ya da kör olduğu zamanlardan bahsediyorum, talih körleşince “kader” diye anılmaya başlanıyor. Sırf yeni olduğu zaman güzel elbise, eskiyip, kirlenince çamaşır diye anılan kıyafetler gibi… Gidişleri gönlümde büyüttüğümden, gözümde kutsallaştırdığımdan bu suçlu anlamlar.

Dünyanın telaşından kendimize küçük oyunlar bulup, kapılıyoruz ki; bulunduğumuz durum bizi çıldırtmasın. Deliliği deli gibi özlerken, her şey aslında delirmemek için. İçinde bulunduğumuz gerçekleri kabullenemediğimizden kendimize ya masallar icat ediyoruz ya da efsanelere inanıyoruz… Ruhum küçümsüyor aklımı, yazdıklarım küçülüyor gözümde, gözlerim büyüyor, sırf bu yüzden daha büyük gözyaşları dökülüyor ağlayınca, tüm dünyayı ıslatabilecekmişim gibi geliyor. Sonra bütün üşümelerim, tek bir günde birikmiş gibi, üşüyorum.

Kalbinden geçenlerin aklındaki hesaba uymadığı zamanlarda gider insan en çok. Sigarandan önce kirpiklerini yakıyorsun, genç yaşta ölen teyzenden öğrenmişsin böyle sigara yakmayı. Kirpiklerin uzun zamandır kısa, saçların kısa zamandır uzun. Tüm bu tersliklerdir seni dosdoğru tutmaya yarayan şey. Yine de harcamadan edemedin şiirleri, kurcalamadan gidemedin hayat denilen şeyin anlamını… Bir sürü şiirdi kimsesizlere bağışladığın, aşk diye ağladığın gecelerde, kendini çöplük gibi süründürdüğün… En az birkaç aşk sığardı oysa o şiire. Tırnakları kaşınan kedinin, yepyeni, pürüzsüz bir deri koltuk bulmasındaki hınçla karışık sevinç gibi törpülemişlerdi seni, işte bu yüzden bile tenini sevmiyorsun, içine kadar örselenmiştin. Batmıştı bir sürü şey içine, kanayacağın kadar kanamış ve bir daha kanamayacaktın. Yaşamak büyük zahmet oluyordu ama hayat hiç de zahmet olmuş gibi davranmıyordu, muhtemelen sana zahmet verdiğinin farkında bile değildi. Kendine ait tüm parçaları toparlayabilsen belki de ölmek için uygun zamanı bulabilecektin. Bir avuç atık kadar yer etmediğin dünyada, yine de parçalarını bulamıyordun, o kadar uzaklara fırlatılmıştı ki, kalbin… Şiirlerden başlamak gerekirdi toplanmaya, oysa onlar çoktan gitmişlerdi. Bir daha hiç ama hiç toparlanamayacağının farkında, sokak lambasının ışığında payına düşen yasını okuyordun.

Hepimiz bir süre tekrarlara inanırız, tekrar hatırlayabileceğimize dair hafızamızı umursamayız. En çok hatırlamak istediğin anda hafıza tam da burada ihanet eder beynine. Belleğin acımasızlığı çarpar yüzüne.

İçi, dışı bir olsun diyorsun ya, sanki bir meyveden bahseder gibi, inan bana bilmek istemezsin. Her bildiğin bir şey sende hayal kırıklığı yaratacak ve sonra ruhunda izleri silinmeyecek derin ve onarılmayacak çatlaklar. Sen sadece dış görünüşüne bak, yüzünün güzel görüntüsüne, simasının ferahlığına ve iğreti gülümsemesiyle yetin. İçini öğrenmeye kalktığında merak ettiğine pişman olacaksın çünkü her insan içinde katil kadar kötü hisler taşır sadece biz bunları sevdiklerimize yakıştıramayız. Acımasızlığını merhametiyle gizler, kötülüğünü iyilik yaparak, ruhundaki çirkinliği güzel gülümseyerek ve acılarını kahkaha atarak… O yüzden kimsenin iç yüzünü merak etme.

İçimde sürekli sanki aynı monoton şeyleri yaşamam gerektiğini vurgulayan bir ses vardı, dinliyordum istemsizce. Bir yerden sonra bedenin, beynin, ellerin hep o ezberin peşine takılıyor, ezbere yaşıyorsun. Her sabah aynı saatte kalkıp, aynı yollardan geçip, aynı sıkıcı hayatın içine karışıyorsun, her akşam aynı hızlı adımlarla koşturup, eve ulaşmaya çalışıyorsun, ezberini bozamadığından uykun geliyor, her akşam bir başka kitap elinde uyurken düşüp, göğsüne vuruyor. Her şey aynı bir tek mevsimler değişiyor, dolayısıyla kıyafetler. Kışın kalın giyinip, sarınırken, yazları da aynı ezberden en ince kıyafetleri giyiyoruz. Daha yaşamaya başlamadan içimize ezberletilen ve bizi hazır ettiğine inandığımız şeyleri yaşıyoruz.

Geleceğini söylediği hâlde bazen bilirsin, asla gelmeyeceğini. Yine de içinden çok nadir zamanlarda inanmak istediğin yalana inanırsın, hatta gelecekmiş gibi bütün işaretleri beklersin. Hayal edemediğin bir zamanı yaşıyorsan, gerçeklerin gerçekten de çekilmez bir hâl almıştır.

Bazen neye nasıl sevineceğimi bilemediğimden, sevinme bozukluğu yaşıyorum, sevinecek bir şey bulamadığımdan belki, elimdekini de kaybediyorum. Yüzü olmayan günlere uyanıyorum sabahları, akşamları da koyu karanlık, yüzsüz gibi bir şey… Birlikte üzülmeyi bilmediğimiz için de birlikte sevinemiyoruz… Hayallerim maslup olmuş, içimde gittikçe eskiyen bir cenazeyi gömememiş gibi taşıyorum, katılaşan ruhum eşlik ediyor, kopkoyu gece varlığıyla… Dünyada yalnızca bir tek merasimim var; ne düğün ne sevinç, ne özel günlerin kutlanması, ne kitap imza günleri, ne başka bir şey. Yalnızca ölüm törenim, onu da giderken alacağım dünyadan, kimse kutlamasa da benim düğünüm olacak o gün. Hadi bunca inşaattan sonra, bunca kazıyıp, harfiyattan sonra, hadi inşallah, amin…

Herkes şair, ressam ya da filozof, herkes çok edebî ya da bilgili… Kimse içini açıp; acizim, güçsüzüm, korkuyorum, yaşamak yük gibi geliyor diyemiyor. Aynada gördüğü kırık yüzü umursamıyor. Herkes mükemmel oysa kimse senaryosundan memnun değil, tuvale atılan yanlış fırça darbesi gibiyiz, durmadan bulaşıp, yayılıyoruz. Yanlış bir şeyler var ama kendi çizgimizin yamukluğuna değil, düzenin bozukluğuna kabahat buluyoruz. Zaten her zaman biz değil, karşımızdakilerdedir kusur. Hepimiz çok okuyor, çok geziyoruz, eğleniyor ama hiç anlamıyoruz. Ölen şairlerin hayatlarına içlenip, şiirlerin kıymetini bilmiyoruz. Biz gerçekten çok donanımlı, teknoloji delisi, sanal efendisi ve her şey hakkında muhakkak fikir sahibiyiz. Sahiden biz çok şey biliyoruz!

Biraz daha gayret etsem, pek umutlu olabilirdim, az kalmıştı. Defalarca aynı yerden sevip, başka yerlerden hatırladığımı anladım, böyle yapmasaydım belki yalan yanlışlardan daha kolay sıyrılabilirdim, her bir yalan en güvensiz yerime, kalbime denk gelmezdi bunca. Ne zamandır yastık gibi bir şey taşıdığımı fark ediyorum kalp yerine. Aptal, saman gibi bir duygu, hatta duygu bile denilemez, yine boşluk diyeceğim çok kullandığımdan o kelimeyi demek istemiyorum. Yersiz bir yerdeyim, yerli değilim. O yüzden belki de her hareket ve ifadelerim yersiz kalıyor. Payıma düşen, düşmeyen acıları görmüş ve yaşamış gibiyim, buradaki zamanım dolmuş, tüm rüyaları görmüş bitirmiş gibiyim. Yapacak bir şey kalmadı… Öyküsü olmayan hayat, eceli olamayan ölüm gibi, abartıyor muyum, aslında hayır.

Yirmi Beş Ocak İki Bin On Sekiz 16:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut Uncategorized yeni yazı

Bir de Bu Acıdan Bak

Hayatımdaki en önemli paragraftın, tamamlayamadım. Yaşadıklarımı yalanlamak gelmedi aklıma ama yaşayamadıklarıma biraz yalan ekledim, öyle tamamladım o paragrafı. Yoksa bu bir hikâye olamayacaktı, çöp gibi bir şey olacaktık.

Martıların gagaladığı bir midye kabuğu, bastığım kızgın kumların arasındaki görünmez bir şey, ayaklarımı kanattı kanatacak. İçimi süsleyen cümlelerin beynimi sulandırdığı, midemi kazındırdığı zamanlardı. Süslü bir oda demek, kalabalık demekti benim için, nesnelerin kalabalığı. Günler ya beni eksilterek geçiyor ya da beni benden alarak. Oysa kendimi kendimden korumam gerekti, kendimi sevmeden evvel. Hazırlıksız yakalanmışım, gereksiz acılar çekmişim ve ummadığım zamanlarda kesilmiş bir yerlerim. İlaçlar ya zehirleyecek ya da iyileştirecek, ortası yok, zaman da yok. Açılmayan mektuplar var, bir türlü yerine ulaşmayan, mektup yazıldığının bile farkında olmayanlar var, aramızda küs olan bir şeyler var, kelimeler mesela, yasaklı gibi hiç anmadığımız ve benim hiç hesaplayamadığım, anlamakta direndiğim bir mesafe. Bir ömürlük mesafe değil ki bu, ya vardık ya varacağız. Ölümle yaşam değil ki bu, öyle olsaydı belki daha kolay olurdu. Ama hiçbir şeyin ortasında olamayan biz, tam olarak bir belirsizliğin ortasında tüneyip, kaldık, martılar gibi. Kenarları kıvrılmış bir kâğıt parçası gibi başka sayfalara yüz verdik. Bir kitabın içinde birleşsek bile, biz bunu hiç anlayamayacağız. Uçurduğum uçurtmaların kuyruğu bile değmeyecek gölgene, akşamüzerinin gölgesi ne kadar büyük olursa olsun. Üstelik buna hiçbir kahramanın gücü de yetmeyecek. Biz belki de hikâyeden önce, kahramanımızı yitirdik. Gecelerim sabah serinliğine dargın, kokulu ve alıngan. Hangi edebiyat türü anlatabilir içimdeki tereddüdü?

Sefa çiçekleri baygın, uyanmayı unutmuş gibi, yanımda uyuyan kedi hep hâlsiz, her şey bozuluyor gitgide ve ben hiçbirini iyileştiremiyorum. Toprağına ihanet etmiş tohum, zamanına ayak uyduramamış saat, hikâyesine sadık kalamayan paragraf, belki hayat dediğimiz şeyin özeti tam olarak bu. Aramızda yanlış yere yazılmış mesajlar, doğumhanede unutulan çocukluk fotoğraflarımız var, aramızda o kadar mesafe var ki; uzaktan bakıldığında hiçbir şey yokmuş gibi görünüyor. Uzaklarda birilerinin bir sürü daha yazı var, yaşanacak. Bizim toplasan birkaç yanlış zaman anısı, biraz beğenilmeyen fotoğraf ve beğenilmekle beğenilmemek arasında gidip, gelen birkaç saçma yazı.

Kalıplaşmış, yaşantımıza öylesine sızmış alışkanlıklar, taşlaşmış insan kalpleri, doğasını yok etmeye uğraşan bencillikler, bunlar bizden uzak dursun yine de, çıplak elleriyle şiir yazan gönül işçiliği olsun bizim mesaimiz. Mesafeler yine olsun, ama ulaşılabilir olsun, şikâyet edersem, tek kelime yazmak nasip olmasın. Yazılamamış başka şeyler kalsın aramızda. Yeni doğan bir bebeğin dilinden annesinin anlaması gibi, kedinin derdini anlayabilmek gibi, yalnız bizim de anladığımız şeyler olsun istiyorum. Anlamak bilmenin kaç katı eder diye hesap yapmak istemiyorum. Anlamasak bile hissettiğimiz şeyler var, iki ucunu bir araya getiremediğimiz zamanlar mesela. Hiç görmediğim babaannem mesela, ama tanıyorum görmesem de… İki cümle bile birleşmez bazen, art arda yolu düşse bile kâğıda. Aramızda upuzun bir sessizlik var, hangi cümleleri içine yerleştireceğimi bir türlü bilemediğim… Belki başka yepyeni bir dilde bu cümlelerin içini doldurabiliriz. Yaşla dolan gözlerin alfabesini biliriz biz, yağmurda ıslanmanın ağırlığını, kimsesiz sokaklara sahiplik etmenin mütevaziliğini ve sokaklardaki hayvanlara annelik etmenin cömertliğini, yüzü kızaran bir çocuğun utancındaki iç ağırlıklarının toplamını, ameliyat sonrası hissizliğinin, sevgisizlik gibi bir şey olmadığını, uyuşukluğun, uyumakla ilgisi olmadığını ve bitkisel hayatın bitkilerle ilgisi olmadığını… Yüksek dozda duygusallık kimyasına bulaşınca, biraz saçmalamış olabilirim, tüm bunlar da içimizde kapladığımız yere dair. Her gece yastığa değil de duvara dayadığım yanağım, ıslak yanağım şahit ki bizi kurtarsa bu yeni dil kurtaracak. Yoksa bu rutubet tüm şehri eritecek.

Bilmiyordun çocukken, büyüyünce daha çok ağlayacağını. Bilseydin, bunca ağlamak için tutturur muydun? Ağlamak istediğinde, sana hiç cevap vermeyen ve ne yaparsan yap, cevap vermeyecek soğuk duvarlara sığınıyorsun çünkü ateşin çıkıyor. Şiirlerine laf atma bahanesiyle yanaşacaklar, biliyorsun. Pencereyi açtığında geceleri, umduğun soluğu bulamadığından bu şehirde, gitmek isteyeceksin belki de ciğerlerinin isteği bu, ayakların istemeyecek. Kendine eşyalardan sırdaş yapmaya devam edeceksin, pencerenin eski, küf ve ıslak tahta kokan ahşabına yaslanacaksın, sızlanmalarını dinleyecek. Ayna hariç çünkü aynalara yalvardığında seni hiç dinlemeyecekler, devam edeceksin hep ağlamaya. Gözlerinin en derinindeki o kırmızı ıslaklığa bakmak da dindiremeyecek ağlamanı ve yalvarmanı. Gökyüzüne yıldızlı şiirler yazman, gecenin aydınlık olduğu anlamına gelmez ve doğanın güzelliğinden bahsetmen, dünyanın daha çok yaşanılır bir yer olduğu anlamına da gelmez. Senin susman bir sürü şey söyleyebildiğini de değiştirmez.

Nefretle sevginin bunca yan yana olması sanki bir tek seni rahatsız ediyordu. Sevinçle hüzün gibi, gülmekle ağlamak gibi, hep iç içe. Kaçıncı kıyametimizden sıyrılıyoruz?

Yüreğimdeki tüm kuşluğu bir insanın göğüs kafesinde bıraktım, parmaklıkların ardında ezildi yüreğim. Benliğimi ve bana ait olan her şeyi o kafesin ardında yitirdim. O parmaklıkları kıramadığımdan, kendimi parçaladım. Sonrası ne bir daha kuş olabildim, ne uçabildim, ne başım bulutlara değdi…

Ağlarken sızdıran burnumu dikebilsem keşke… İpe sapa gelmez şeylere, uluorta ağlamasam, ağlayınca çırılçıplak hissediyorum kendimi, en mahrem duygularım çamurlu yolun ortasına düşmüş pespembe bir kıyafet gibi… Dünya bozulurken, inancım da ona ayak uydurmasaydı. İyi niyetim, kötü niyetlerin esareti altındayken, iyi niyetten eser kalabilir miydi? Beynimle midem arasında kesinlikle bir bağlantı olmalı, ne zaman düşünmeye başlasam bir ağrı, bir tatsızlık vuruyor. Umutsuzluğumuzdan beslenen mutlularla bir de bu dünyada uyum içinde yaşamaya çalışıyoruz, bundan büyük işkence var mı? Herkesin içinde ayrı bir hüzün varken, dışardan bakıldığında herkes birbirini taklit ediyor gibi bir görüntü, bir gariplik var bu işte, bir tutarsızlık. Kolayca savurduğum cümleler son birikintilerin. Zaten kim olduğunu hiçbir zaman düşünmeye yüreğin yetmedi. Ayrıca ne fark edecekti ki? Ya soruların yanlıştı ya da cevapları yüzyıllar öncesinden verilmişti, burada değildi.

Kelimeler de artık gittiğinde yerinde kokular kalır, bazen ekşi, bazen dumanlı, bazen koca bir kasvetle birlikte bir de boşluk korkusu. Bir daha hiç söylemeyeceğin kelimeleri ölümlerine terk ettiğinde birkaç yerinden kırılmış ve yıllanmışlık kalır. Gündüzleri hak etmediklerini düşündüklerin geceleri haklı çıkar, kelimelerin bile haklıdır artık. Derdini diyecek kadar anlatabilmeli, gerisi koskoca bir hava boşluğuna dönüşür. Dünyaya gelmiş olmanın ağırlığını omuzlarından alıp, kelimelerine yükleyebilen insanlar, diğerlerine göre biraz daha şanslıdır.

Sevdiğim şarkılar gözyaşlarımda boğulurken, sevdiğim kelimeler de bir denizin dibinde öldü, fazla tuz ve havasızlıktan. Gerçeği sakladığımız diplerde, sahteliğimiz boğuldu. İnsani ihtiyaçlardan sıyrılamadığın sürece, hangi manevi acıdan bahsedebilirdin ki? İzleyip de konuşmadığım şeylerin büyüsüne kapıldığımı zannediyor görenler, başımın arkaya sarkması boynumun ağrıdığı anlama gelmez, belki başka uzakları görmeyi umuyorumdur. Bu suskunluğun dil bilmemekle ilgisi yok, duygu karmaşasıyla ya da duygu körlüğüyle ilgisi var. Tüm olup, bitenlerden saklanmak istiyorum, bir şeyler olurken, ben olmamak istiyorum.

On Yedi Ekim İki Bin On Yedi 14: 15
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut Uncategorized yeni yazı

Beni Anlamak Zararlıydı

Aysel’i o odada ölmeye yatmaya ikna eden, içindeki o duygu belki bizimde içimizde bir yerdeydi, üzerini kalın, kışlık bir yorganla örtüp, duymazlıktan geliyorduk, hissizlikle erteliyorduk, hatta daha ileri gidip, kendimizi duygusuzlukla suçluyorduk. Böylece ölümün kıyısından sıyrılıp, yaşıyormuş gibi yapacaktık, diğer tüm işleri yaparken yaptığımız gibi, yaşamak da başlı başına bir işti sonuçta, ölüm gibi. İçinde büyüttüğü şiiri ona göstermediler, küçücük bedeniyle kafa tutarken, cezaevindeki müdüre, alay etmeleri, onun utanacağı anlamına gelmiyordu, müdür bunu biliyordu ama o bile bilmiyordu henüz. İçindeki şairden tanırken o şiiri, her gün kelimelerle beslediği, bir yığın ağırlık yapana kadar… “Minnacık kadını” sevdiğini anlatacak şiirler yazılmayacak artık. Yıllar geçtikçe büyüyecek, dağılacak ama asla parçalanmayacak bir şeye dönüşürken o şiir, açıklamak ne mümkün aslında, yetersizlik miydi bu, kelimesizlik mi? Yoksa ölmeye verilen karar mıydı? Dışarıdan gelen aldatmalardan ziyade, içimizde inandığımız şeyden dolayı aldanmak ve sonra içinden kovulmak, kendinin kendinle bile anlaşamaması. Şimdi o zamanları düşününce evden kaçıp, görmeyi istediği sadece bir yığın sarı saç ve “kocaman mavi gözlü bir devdi.” Büyük, kocaman bir şeydi çocuksu yüreğinde ama imkânsız olacak kadar değildi. Asıl bundan sonrası olanaksızdı, bir daha yazılamayacak şiirleri sevecek, ölmeye verdiği karardan kalkmak için, kendisini ne ikna edebilirdi…

Sürekli dönüp, dururken başka şeylere dönüşmek, ama en sonunda yine insan olmak, tenimizin içine tıkıştırılmış bir hastalık belki de bu. Kendimin yerine kendimi koyma çabaları da yersiz, hâlâ hiçbir şey olmamış gibi, olmadı belki de.

Saatim durmuş fakat günün hangi diliminde beni ilgilendirmiyor. Ama hâlen yaşadığımı varsayarsak, saatler ölse bile zaman lazım olacak. Şimdi ölmekten caydıysam eğer, hastalıklı bir hayalet gibi bir daha hiç ölememekten korkuyorum. Üstelik şimdi ölmek için de çok beceriksizim. Kendimle bir ömür nasıl geçinirim?

Gitmekle de varılmayan yollardayım, yürüyorum ama bir yere gittiğim de yok, her akşam aynı yerimde buluyorum yine kendimi. Oysa gerçek bir bölünme isterdim, belki birazda ölünme. Hiç kimsem yokmuş gibi görünüyor dışardan bakıldığında ama aslında bir sürü kitabım, tonlarca ağırlığında kelimelerim var, çekmeceye tıkıştırdığım ve her akşam aynı saatte sanki çok düzenliymişim gibi bir telaşla çekmeceyi açıp, önce yoklayıp, sonra da içtiğim ilaçlarım var, onlara gösterdiğim düzeni ne kıyafetlerime ne de hayatıma gösterebildim. Bitmiş yerlerini makasla kesiyorum, çöp oluyorlar, sonra yine aynı yerlerine… Sonra bir sürü izleyeceğim film listelerim var, okumaya ve izlemeye ömrüm yetmese de burada bir yerdeler. Bir sürü pijamalarım, kremlerim, diş macunlarım ve zeytinyağlı sabunlarım var, her gün uğrayamasam da bir dünya çocuk dolusu parklarım, çöp konteynırlarının yanında sevdiğim kedilerim, gittiğim yerde unuttuğum peçeteye karaladığım müsveddeler ve gözlüklerim var. Deliliklerimin bir delilinin olmasının gerekmediği yerler var, gitmesem de biliyorum. Yoksa başka nerede bunca eşyanın anlamı böyle olurdu ki? Hem bazı duyguları önce hissizleştirip, sonra da eşyaların yanına göndermek istediğim de doğrudur. Beynimden geçen, geçerken unutulan, unutuldukça çağrıştırılan diye bir yerde biriken kelimelerim var, okunmasa da olur, yakalanmasa da olur.

Sen beden, kalbinin eşyasısın, hislerini dizginleyemedikçe.

İlaç saatini bekler gibi bekliyorsun, bir sürü anlamsız kelimeden, anlamlı bir cümle çıkarmayı. Hayatını sana bir kabın içinde çalkalayıp, mantıksızca karıştırıp, eline tutuşturdukları günden beri. Kalbimde bir ton ağırlığında kelimeler var ve ben sanki hiçbirinin anlamı bulamıyorum gibi bir ağırlık…

Her zaman haklı olduğunu düşünmek için, her zaman doğru yolda yürüdüğüne inanman gerekir, inanmaktan önce de her şeyin de muhakkak doğru bir yolunun olması gerekir. Kendimi büyütmek istemediğimden belki de bunca küçük sorunlara büyük saatler kafa yoruşum. Başkalarının gözünde büyümekten, kendimi bir türlü büyütemiyorum. Oysa tam tersini isterdim, kendi gözümde büyümek için, başkalarının gözünde küçülebilirdim. Sanki denenecek her şey denenmiş, yaşanacaklar yaşanmış, yaşamam denilenler bile doldurmuş ömrünü, bildiğim, bilmediğim, biriktirdiğim, harcadığım ne varsa tükenmiş. Sonsuza dek cömert ve şefkatli olabilmek için, sonsuza dek merhamet duyacağın bir şeylerin olması gerekir. Yeniden ıslatalım kül olmuş hatıraları, bir de buna, bu kırıklara yakalım kalan son şansımızı. Dumanı bir de güneşin batan yönüne bırakalım, belki bu sefer başka batar güneş.

Kolları lastikle örülmüş, orlon, koyu renk kazağının kolunu hafifçe sıyırmış, yakıyorsun sigaranı, dumanı içinde saniyeler boyunca gezdirirken, çok önemli bir söz söylemek istiyorsun, hayatının film şeritleri, önemli anlarına karışıyor ve önemli anların kaybolup, gidiyor sabun gibi üzerinden. Sen yine de temizlenmiş saymıyorsun kendini, saysaydın masumiyetle ilgili birkaç söz edebilirdin. Dumanının bir kısmını bırakıyorsun dışarı, aklına kuşlar geliyor, özgürlüğü özlediğinden falan da bahsetmek istemiyorsun, seni anlamadıklarından bahsediyorsun, artık bu dünyaya ait olmayan gözlerinle. Sesin kaç yüz yıl uzaklardan geliyor, kimse bilmiyor bunu ama illaki ilahi bir anlam yüklemek gerekiyor bu duruma çünkü insanlar böyle yapar, anlayamadıkları şeyleri ilahlaştırırlar.

Yeni öykülerin, geçmişe öykündüğü zamanlardı. Tuhaf düşünceleri tuhaf karşılamıyordum artık, her şeyin açıklamasını kendimce buluyordum. Yaşadığımı zannettiğim acılara kılıf uyduramazken, tüm limanlardan uzaktaydım. Zihnimi yazarak yıkamaya çalıştım, biraz daha uyuşukluk gerekiyordu, böylece daha sıkıcı yazılar çıkmaya başladı. Ruhumun dinginliği ya da aklımın selameti için değildi bu, daha fazla tufana tutulmamak içindi, ancak bir kayboluşa kapılabildiğimde rahat hissediyordum. Yazarak kendimi ya da geçmişi temize geçmek gibi bir niyetim yoktu, olamazdı da zaten. Kendimi biraz daha hırpalamak iyi geliyordu belki, bir hiç olmak da bir şeydi. Acımı unutmak için saçmaladığım zamanlarda huzuruma diyecek yoktu.

Hikâyenin sonu güzel bir yere gitmeyecekse, neden ki bu çırpınma? Oyun oynamanın bile kuralları vardır, insan ne istediğini bilmeyen tuhaf bir varlık, bildiğinde ise her şey bitmiş olacak.

On Bir Ağustos İki Bin On Yedi 17 00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut Şiirler yeni yazı

Ruz Kâbusları

Şimdi kendi felaketimizden kaçmak için, daha başka felaketleri görüp, onlar için bir şey yapmak istiyorum. Çıkıp sokaklara bağırmak, büyük taşkınlıklar yapmak, insanları şaşırtmak, kendi huzursuzluğumu herkese göstermek istiyorum. Büyük plazaların camlarını kırmak istiyorum mesela, ama taş bile bulamam artık bu şehirde, her yer asfalt. Onları da sökmeye gücüm yetmez, hem iş makinesi lazım onun için, ayrıca taş bulup, atsam bile yine kırılmaz bu camlar, kaç katla kaplanmış içerideki dosyalar, insanlar, işler bilemiyorum, kaç kat saklanmış özgürlüğün rengi bilinmiyor. Bilemedikçe yoruluyorum, yoruldukça üşeniyorum. Kafamı bir şeye, ama sürekli bir şeye takıp, meşgul etmek istiyorum, ama aklım daldan dala konuyor sanki bunca düşünce nereme sığıyor bilmiyorum. Bazı geceler aklımdan fena şeyler de geçiyor, deliliğimi artık saklayamayacak yaşa geldim, bir sürü bağırıyorum içimden ama yalnız kendim duyuyorum, hem sonra el âlem rahatsız olur. Kendi rahatsızlığımdan çok, başkalarının rahatsızlığını düşündüğüm için, bir türlü rahat edemiyorum. Oysa bir kişi rahat edemiyorsa şu yeryüzünde, diğerleri nasıl rahat edebiliyor, şaşırıyorum. Onlar huzursuzluklarını saklamakta çok mu becerikliler ya da huzursuzluklarını gizleyecek kadar güvenlikleri ve mal varlıkları mı var? Ben artık gerçekten rahata eremiyorum ve ne yaparsam yapayım, olmayacak, neye sahip olduğumu zannedersem edeyim, yine rahat edemeyeceğim.

Gülünmeyecek şeylere de gülebilen biriyim aslında, bizi güzellik değil, delilik kurtaracak. Yaşayıp, geçiyoruz, ders yok, tecrübe yok, anlamak yok. Hikâye yok, kafamın içinde en sadeleştirilmiş şekliyle bir hayat geçiyor, virgüllere bunca takıldığım ondandır, anlatırken, sanki başka bir şey yapıyormuşum gibi, başka bir konuya atlıyormuşum gibi oluyor. Anlatamıyorum ben aslında, kafamın içindeki o karışık ve karanlık sulardan bir türlü çıkamıyorum. Her şey birbirine giriyor karanlıkta, bulamıyorum doğruyu, doğruyu bulamayınca yanlış da bulunmuyor. Hepsi birbirine bağlı olabilir ama aradığımız işaretler, olmasını istediğimiz mucizeler falan yok. Sonuç yok, hiçbir şey yok. Herkesin anlam yükleyebildiği şeyler komik geliyor, bir şey anlamak istemiyorum. Beynimde bir sürü anlamını bilmediğim şeylerin ağırlığıyla enkaz gibi oturuyorum. Sanki bir şeyleri yaşıyorum da cümlesini kuramıyorum gibi. Olaylar; sağımdan solumdan, kenarımdan geçiyor da, hiç kendimi saklayamıyorum gibi…

Varlığımı artık kullanılmayan, eski ve ölü bir masaldan yontmuşlardı. Ellerimin bir ölünün ellerine benzemesini buna borçluydum, gülümseyişimi de alıp, eklemeyi unutmuşlardı. Geçmişten söz edebilecek kadar canlıydım, geçmişi unutamayacak kadar bilmiş, yaşarken hikâyenin içi boşalmış gibiydi. Kimsesizlik böyleydi, ıssızlık bunu gerektirirdi. Boğazımda çiçekler açsın istemiştim ama düğümler, arsız otlar gibi izin vermedi.

Beynime yakıştıramadığım şeylerin eninde sonunda kalbimi bulacağını biliyordum. Cümlelerden kılıçlar gibi batacaktı kalbime, bir yanı daha keskin, odalarının içi yerle bir olacak, dağılacaktı, sonra mahvetmek için başka yerlere göçünü isteyecekti o cümleler, ciğerim yanmak için çok uygundu, parçalanmak için de eski deyimlerden yardım alabilirdim.

Fazla duyarlılık hastalıkmış diyor doktorlar, en çok üzülenler listesinde kaçıncı sıralarda olduğumu söylemedi ama bir teşhisi varmış. Normal insanlardan kaçarken, kedilere, kaplumbağalara ve kuşlara ağlıyormuşuz, sanki her şey normalmiş de bir ben değilmişim. Bunalım, bipolar bozukluk, panik atak falan hikâye hepsi. İnsan kalabildiğin için hep bunlar, bu ağlamalar, bu dumanlar…

Herkes okusun ama anlaşılmasın istiyorsun, herkes bambaşka bir şey anlasın ama ancak herkesin anladığı bir araya gelebildiğinde anlamı olsun istiyorsun. Yüreği yakıp, geçen şiirler gibi olsun istiyorsun yazdıkların ama neden acıttığının bilinmediği gibi… Sırf bu yüzden hiç yazılmamış bir şeyler söylemek istiyorsun, bunun için deliriyorsun. Lüzumsuzca geldiğin dünyada, istenmeyen birinin bile yaşama sevinci denilen büyüye tutunup, kalmasını anlatmak gibi, öleceğini bilerek birilerinin sevgisine bağlanmak gibi, olmayacağını bilerek inanmak, çabalamak gibi… Her hikâyenin biteceğini bildiğin hâlde, günlük saçma sevinçlere vakit ayırabilenlere burun kıvırmak, küçümsemek gibi… İspattan uzak, ama açıklayabilecek gibi doğmanın sitemini yazın sıcağında ağır bir battaniyeden zar gibi üzerinde taşırken, beynine hücum eden düşüncelerden, bunaltılardan seni koruyan, yüreğini ferahlatan kelimelere sığınmak gibi. Zihninde biriken bir sürü soruya cevap bulduğun hâlde kabullenip, sevinmemek gibi, aptalca inanmamak gibi, arayışlarına bir temenni yakıştıramamak gibi.

Kendi dehşetimizden kurtulup, başımızı dünyaya çevirdiğimizde, ilk kez şaşırmış gibi oluruz. Anlamsızlığın çatışması, umutsuzlukla çarpışır, teknik açıdan ilerlememiz bizi biraz daha aptal durumuna düşürür, sersemliğimiz derinleşir, düşüncelerimiz yapaylaşırken.

Ölürken izleyebileceğim, güzel bir film şeridim olmadı. Gecenin en karanlık yeri gündüzleri bile karşıma çıktı. Endişeden titreyen gölgemle baş başaydım, bizden başka kimseler yok ortalıkta, birde yağmurdan titreşen, titreştikçe korkan bir sarı lamba. Ölümü öğrenmek için, önce ölmek gerekiyor, kötü şeritlerden oluşan hayatımı nereye koyacağımı bilmiyorum. Güzel bir film şeridi olacak diye biraz daha yaşayamam ya, böyle arada kaldım. Hayatıma son veremedikçe hayallerim kırılacak, onlarla birlikte başka şeylerde… Beynimdeki uğultudan kafam uyuşacak, ama hâlâ hissetmeye devam edeceğim, üstelik hissetmemek için yapmaya çalıştığım hiçbir şeyin faydası da olmayacak. Kendi gözlerimin donukluğuna bakarken, donuyorum. Bembeyaz duvarda bir sürü şey arıyorum, pürüzsüz yapılmış badananın içinde, kirli çiviler bulabiliyorum bir tek, onları kafama takıyorum. İçim kararıyor, gözlerim kadar. İçimden geçen cümleler, keyfimi kaçırıyor.

Yazdıklarımı gözden geçirmeye kalktığımda, her satırda yatan birkaç ölü duyguya denk geliyorum, gündüz gözü kâbus görmek gibi bir şey, geceden daha çok, sayfalarca kâbus. Sanki bileğim, kesilmiş, kemiklerim kırılmış, ruhum kopmuş gibi ama hiçbir şey hissetmiyorum. İntiharıma biriktiriyorum tüm mutlu resimleri. Gözlerim çıplak baktığı için sokakları, ıslanmışlar. Yanlış değildi adımlarım, doğrusu bir yere varamadığımdı. Buradaki yanlış bu zamana kadar ölememiş olmamdı. Aynı şeyleri tekrardan yazınca, her defasında başka bir hikâyeye doğru gideceğine inanan katıksız itikatlıydım, saf suyun bir gün yolunu değiştireceğine olan inancı gibi. Nasıl anlatacağımı biliyorum ama nasıl kurtulacağımı bilemediğim kâbuslardayım. Boş şişelere anlam yükleyip, denize atabilecek kadar büyüdüm. Aynaya koşuyorum, kâbus değil de bu defa rüya görmek umuduyla, korkudan bakamıyorum. Hani bıraksam kendimi, içimden aşağıya, hiçbir yere varamam, koştuklarımla kalıyorum, arada düştüklerimle anılıyorum. Günün belli saatlerinde görünmeyip, unutulmuş, hiç rağbet görmemiş bir romanın en sıkıcı ve silik karakteri oluyorum geceleri. Sarhoş oldukça çekilmiyorum, kendimi taşıyamıyorum. Hayatta taşıdığım kadar acının yükünü, kilomun bilmem kaç katına çarpıp, bölmem gerekiyordu parçalarına, bilmiyorum. Aynaya baktığında; gözlerindeki doluluktan ayna taşar, duvarlara çarpma sesini duyarsın, yüzün kırılırken, içinden de bir şeyler tamir olmayacak şekilde parçalara ayrılır. Beynindeki öfke ve isyanla birlikte, hiç de durumuna uymayan bir tezatla, yanağında kurumayı unutmuş, alzaymır hastası bir gözyaşı vardır.

Yirmi Sekiz Eylül İki Bin On Yedi 17 20
Nevin Akbulut