Browsing Tag

yeni yazı

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Tenhalık

Dünyada muhakkak kendinden başka birilerinin de olduğuna inanıyordu, dolunayın olduğu akşamlar bir kere bazen de iki ayda bir kere dışarı çıkıp, etrafı kolaçan ediyordu. Takvimi olmamasına rağmen bunu adet edinmişti. Karşısına birinin çıkmasını, yürüdüğü tozlu yollarda kendi ayakları gibi bir çift tozlu ayağa daha rastlamayı bekliyordu. Koşsaydı etekleri bunca çamura, toza, buluta bulaşmaz, karışmazdı, yürüyordu, sanki sadece yürümek için gönderilmişti bu hayata. Yalnızlığından sıkılıyor ama ümidini de yitirmiyordu, yine yorgun argın döndüğü evinde bir gece yarısı bahçesinin kapısını açık bırakıp, ağacın altına oturdu, ıssız sokakların sesini dinledi, kuşların ötüşünden ve tanımadığı böceklerin kavgalarından başka ses yoktu, içinin sesi de susmuştu artık, evine girdi. Sabırdan ördüğü duvarlarda bir şeyler arandı, bulamadı, ilkel şartlarda belki de ölüp gitmekti niyeti ya da kalıp, çürümeyi beklemekti. Hiçbirini yapmadı, üşendi, sıkıldı. Yanına hiçbir şey almadan dünyasını terk etmeye hazırlandı, günlerce, aylarca yürüyüp, kendini unutacaktı çünkü dünyadaki son insan olduğunu henüz bilmiyordu. Bilseydi kestirmeden gidebilirdi bu dünyadan ama o işi uzatıyordu, zamanın kısalacağını zannederek… Belki bu yolda karşısına kendi gibi birisi çıkıp yoluna katılır ya da onu vazgeçirebilirdi gideceği bilinmezliğinden. Ama o uçmayı henüz bilmiyordu.

Artık evlerden çıkabildiğinde en çok nereye gitmek isterdin? Ben mesela sana dönmek isterdim, gidip, durmadan dönmek, başım dönünceye kadar dönmek. Sonrası olmasın, orada kalsın zaman, üstü kalsın ömrümün.

Halüsinasyonlar belki de ayetlerimizdir, üstelik de bizim görmediğimiz. Tek yaptığın şey noktayı silip, virgül yapıp, sonra da bitmek tükenmek bilmeyen cümlene devam etmekti.

İçten içe, içimi şu olanlardan etkilenmiyormuşum gibi inandırmaya çalışıyorum, psikolojim sağlam dursun ki, zaten düşük olan bağışıklığım daha da düşmesin diye, hiçbir şey normal değil ki, sağlığın, zorlukların yanında bambaşka şeyler de oluyor ki bir anda o girdabın içinde buluyorsun kendini, yine de umutsuzluğa kapılmamak, sağlam durmak şart. Umutsuzluk bağışıklığın en büyük düşmanı o da her azılı düşman gibi en zayıf yanını kolluyor.

Deliler herkesten daha güzel şiir yazar. Hayatı geldiği gibi yaşayan insanların rahatlığı, ruhlarının hafifliği hissedilir tüy gibi. O yüzden belki de kendilerini tam verebilirler uğraş verdikleri şeylere. Değer, kıymet, emek verirler. Bizim çağımızda bizi bize bırakmıyorlar. Uyansak bile bitmeyen kâbusların bekçileri gibiyiz. Hikâyelerdeki nesnelere anlam yükleyerek belki de yolunu bulabileceğini düşünüp, kaybetme umuduyla işaretleri takip ediyorsun.

Uyku düzeninin bozulması gibi bozulur, yerle bir olur mu bazı şeyler? Mesela düşüncelerimin en altına ittiğim şeyler, nesneleştirmeye çalıştığım görüntüler yeniden yer üstüne çıkar mı? Ya da düşünmeden duramayıp, her düşüncenin en üstünde sıklıkla aklımda ya da kalbimde beliren şeyler de alt üst olduğunda altta kalır mı? Adını o kadar çok tekrarladığım zamanlarda manasından, acı ve sızısından, yaşanılan ve yaşanılmayan tüm anlamlarından arınıp, sıyrılacağını düşünürdüm. Şimdi sanki o isim uzaklarda bir ölünün hayattan koptuktan sonra hayalet gibi aramıza karışma çabasındaki gizlilik, izleme, soluğu olmadığı için soluksuz. Uzaklarda unutulan bir ölünün adıyım, adın anlamları bambaşka şeylere bulaştı, değişti, anılsa bile o ad eski sahibini geri getirmeyecek. Belki de bir tek bana öyle geliyordu; sahipli, unutulmuş. Ben de değişik o olduysam, o da değişip başka biri olmuş olamaz mıydı? Ruhumla birbirimizi yeniden tekrar ve nasıl tanıyacaktık? Bir iz, bir işaret bırakabilecek miydik geride? Belki de kimse tanınmak ya da bulunmak istemiyordu, bulunmak unuttuğu bir kısım şeylerin gün yüzüne çıkması demekti, hatırlanmak, hatırlamak demekti. Yüzlerdeki sırdan çok kalpteki sırrı çözmeye uğraş veren kahramanların, ellerinde kıt kanaat yetindikleri umutlarından başka bir şeyleri yoktu. O umutla geçiniyorduk, yetiyordu, yetmediğinde kelimelerin aslında öyle olmadıklarını, içlerindeki sırra başvurarak, inancımızı kanıtlamaya çalışıyorduk. Yoksa şu cümlelere katlanılabilir miydi yeryüzünde?

Oysaki sıkıcı, rutin dediğimiz hayatı bile özleyecekmişiz, meğer tüm dünyayla aynı şeye dertlenecekmişiz. Gündelik dediğimiz şey bizim normalimizmiş. Vücudumuz yorulmaya bağımlıymış meğer. Bu bile bizi biraz olsun bütün yapar. Her şeyin normal olduğunu belki de bu anormal durumu yaşarken öğrendik. Yılların koşturmaları, şikâyetler, söylenmeler, bir türlü tatile çıkamadığın için sızlanmalar, yürümek. Trafik, durakta sıra kapmak için mücadele etmek, zaten dolu olan otobüse kıvrak hareketler yaparak binmeye çalışmak. Kazara bindiğin toplu taşımadan inememek, ineceğin durağı kaçırmak, markete gidip alış-veriş yapmak, fırından ekmek almak, sahafları rahatça gezebilmek, kitapçıda vakit geçirebilmek. Haftasonu bir yerlerde oturup, bir şeyler içmek, sonra hafta içi yeniden işe geç kalma korkuları, yoğunluktan bir şeyleri atlama, unutma korkusu, hepsi meğer çok normalmiş. Hep salt olanı ararken tutunduğumuz nesneler bile uzak artık, belki şimdi bulabiliriz içimizi. Gecede en az üç kâbus görüyorum, rüya kaldığı yerden devam etmesin diye iyice uyanıp, yeniden uyuyorum, bu sefer başkası, başka filmlerden alıntılanmış korkunç sahneler gibi, sabah uyanıyorum, başka bir kâbusun içindeyim.

Hepimizin arasına cam girdi, yüz yüze bakarken bile mesafeliyiz. Kediye sarılabiliyoruz da birbirimize sarılamıyoruz. Sevgi ezildi aramızda, tuttuk. Hâlâ yok olmasına tahammülümüz yok bir şeylerin. Tüm dünyayla ortak noktamız belki de ilk defa böyle beklemekti, Godot’yu beklermiş gibi beklemek, salgınımıza ilaç, kendimize şifa bekledik. Azaldık, öldük, nasihatler kaldı geriye, dokunamadığımız sevgileri bıraktık öylece. Herkes planlarını uzun bir süreliğine, belirsizliğe erteledi, kapılar uzun bir süre daha çalmadı. Onca uygarlıktan sonra bol g’li zamanlarda hâlâ yüzyıllar öncesindeki gibi derman arıyoruz, derdimize aşı. İnsanların terk ettiği sokakları hayvanlar sahiplendi, şaşkın, asıl onların yeri varmış gibi dünyada. Neyin inayetine kaldığımızı bile göremeyecek kadar küçücük bir şey, insaf bekliyoruz. Kardelenin inat ve azmini örnek alıyoruz. Coşkularımızı da başka baharlara emanet bıraktık. Bugün de ölmedik diye şiirler yazacağız, daha fazla şair anacağız. Belki bizi bağlılığımız kurtarır kim bilir? Züğürdüm belki de tesellim bu. Kaç ömür sığar, kaç kitap eder bir karantina? O unutamadığın şiirin gölgesinde daha ne kadar saklanacaksın? Geçip, gidebilecek misin sen de bu dünyadan, yüzüne bakamadıklarının arasından, hiçbir şey olmamış gibi… Asırlardır yok edilen yaşamların ahıydı belki de bu bize, miras gibi ölüm.

Şimdi biz ders alıp, geriye kalanlar, ölen oranın içinde olmayanlar; her şey bittikten sonra kalanların hatalarının ortalamasını alıp, payımıza düşen kısmını düzeltebilecek miyiz? Sürekli durmadan sürükleniyorduk, hatta evden hiç dışarı çıkamadığımız zamanlarda bile ama bizim aslında serüvenimiz eksikti. Uyuyup, uyanıp rüyalardan medet umuyoruz, dünya tenha, fenalık gibi bir şey.

Yirmi Sekiz Nisan İki Bin Yirmi 14:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Tedirginliğin Cehennemi

Kendi üzüntülerinden çok başkalarının sevinçlerine katlanamıyorsan, manasızca bencilsindir. Eğer en üzgün olduğunda birilerinden teselli bekliyorsan hiçbir zaman vaktinde yetişmez o teselli. Muhtemelen ihtiyacın kalmadığında, anlamını yitirdiğinde ulaşır. Bunu unutacak bir neden göremiyorum. Teselliyi de umutla birlikte can çıkmasa da raflarına kaldırdım. Bir şey oldu aniden, bir lamba yanar gibi, kızmamaya başladım, olgunluktu belki ya da kızmak için herhangi bir hissin veya hareketin olmayışıydı. Eksiklik boşluktu ama iyi geliyordu, tedavi gibi. Ne oluyorsa oluyor, bir dakika bile geçmezsen onca yıl geçiyor ya değmeden, dokunmadan, bulaşmadan, iz bırakmadan. Artık diyorsun bana hiçbir şey olmaz, hiç kimse bana bir şey yapamaz ama öldürürler, insanlar birbirini öldürebiliyor, durup dururken, bahaneli, bahanesiz ve acımasızca. Kimsenin artık hiçbir şey yapamayacağı inancını da başka bir yere kaldırdım. İnsanlar bile isteyerek hem de çok şey yapıyorlar, yapabiliyorlar. Affedilmeyecek şeyleri bile affedebiliyorlar, sırf kendi rahatları, huzurları için. Affetmiyorum, sırf onlardan olmak için sarf ettiğim çaba için en çok da kendimi affetmiyorum. Onlardan olmamı hak etmiyorlardı belki de, bu uğraş, gayret, sarf, bu uyum isteği, bu yalnız kalmama çabası, birlik, beraberlik, düzen falan, hepsi birer safsata, hepsi palavra. Tedirginliğin de gideceği bir cehennem vardır elbette.

Bir kez daha ıskaladı kaza kurşunu diye umduğum şey, kaza süsüne dönüştü. Hayatın tadı yeterince genzimi yakıyordu, kelimeler ustura gibi boğazımı kesiyordu. Bir derde düşme hayaliyle yanıp, tutuşurken hiç ummadığım anda aşkımı dert yapıp, ona teşne olmuştum. Dert olmuştu sonunda bana bu ve kolayca atamayacaktım. Çamurlu sulardan kendime şeffaf balıklar seçiyordum, yaşasınlar diye can yelekleri takıyordum. Süse dönüştü acılar bile, süslemesini bildim, kapatmasını ya da başka bir şeye dönüştürmesini. Altında kalan izleri hesaba katmadan yüzeysel acıların peşine düştüm. Görünürde acı versin istiyordum tüm acılar, içerde, derinde kalmasın istiyordum, bu sızıyla, bu yanıp, tutuşmayla dost olunamayacağını da o anda anlamıştım. Beni öldürmeye çalışan şeyin acılar da olmadığını anladım, onlar orada öylece sürünmemi, ölmememi istiyordu, tıpkı senin gibi. Eğer yaşarsam devam edecekti çünkü her şey, ben var oldukça bu acılar da var olacaktı, dolayısıyla her fani gibi onlar da göçmek istemiyorlardı. Başım dönsün istiyordum, dünya çok büyüktü kafamın kaldıramayacağı kadar, midemi bulandırıyordu bu büyüklük. Ne kadar gerçek olursam o kadar güzel biterim zannettim, inandığım şeyler de bana tıpkı inançlar gibi sahip çıkarlar zannettim, hiçbir yalanla ölçülemeyecek kadar yalnız bırakmışlardı beni. Oysa böyle divane biteceğim belliydi, en başından beri, benim hatam belki de korkuyu unutmak ya da ertelemekti.

Koltuk deseni gibi oturduğum günlerde benim sorunum, hiçbir koltuğa uymamış, yine de hiçbir yere gidememiş olmamdı. Kokuşmuş dünyaya göre gereksiz şekilde duyarlı, sabırsız insanlara göre fazla hayalperest, otoriteye göre fazla naiftim. Zamanı israf etmekten çekinmez, durup, beklemekten sıkılmazdım ama başka bir zamanın ortasında oradan oraya savrulmaktan da sıkılabilirdim. Amaçsız bir böcek gibi yaşamayı dileyebilirdim ama araya bir sürü şiir girdi, aramıza bir sürü yazı girdi, mesafelerimizin arasına dünya dolusu kitap girdi, hepsinde gözlerim ayrı doldu, kimilerinde taştı, dökecek kap bulamadım. Hiçbir şey yapmadan oturmak insanlığın lüksüydü, mücadele etmek ve bununla övünmek aynı zamanda da savunmak gerekiyordu çünkü herkes savaşa inanıyordu, durup, beklemeye değil. Durup, bekleyince bir şey yapmış olmuyordun, diğerleri gibi gitmedikçe yaşamış olmuyordun.

Beğenmediğim şu hayat bir gün bana da kapıyı gösterip, kovsun diye bekliyorum. Savaşmayı sürekli savunan insanların gerekçelerini, doğasını kazıdım ki içime, savaşmayayım diye, öyle olmayayım, böyle durayım, tam tersini yapayım diye. Savaşamazsa çünkü insan içiyle savaşır ömür boyu ve bir başkasındansa kendini daha kolay öldürür, işte belki de tam da bu yüzden böyle yaptım, içimle arama kimse girmesin istedim. Başkalarından bunalıp, boğulmaktansa kendi ellerimle kendimi boğmayı istedim, bu fırsatı kimsenin ellerine bırakamazdım.

Sanki bir tek ben mi hayal kırıklığına uğramıştım? Gözyaşlarım yükseldikçe susmalarımı büyüttüğüm, sahiciliğimi bir kenara terk edip, zaman neyse daha hızlı geçecekse ona yönelmenin menfi zararına rağmen, yine de en az kendimi düşündüğüm için, beynimde kuşkulardan örülmüş bir bomba, her gece o bomba ile aynı yastığı paylaşıyorum. Umduğum şeylerin yine de olmamasını umuyorum. Yaşamın içinde içime sinmeyen şeyler var, elime aldığımda ellerimi yakan şiirler var. Kimseye açıklayamadığım kelimeler var. İyimserlik saflık içerir. Çiçeklerin açmadığı, ağaçların olmadığı, toprağın öldürdüğü betonların üzerinde iyimserlik çivi gibi batar gözlerime. Rüzgâr artık okşayan değil, savuran, hırpalayan, ağaçların, çiçeklerin intikamını almaya gönüllü, biz de anlamakta gönülsüzüz. Kanıyor işte kelimeler, kanıksayamadığım bu. Düşünemiyorsun, öyleyse çürümüşsün.

Sanıyorsun ki buğulu camların arkası sonsuz boşluk, bulutların kapladığı gökyüzünde hiç güneş yok, zannediyorsun ki şu kara günlerin ardından iyi ve yenileri gelmeyecek. Yerin altını umuyorum, belki daha güzeldir. İnancım hayal kırıklığına uğramadan önce, daha afili cümleler kurabilirdim belki de, tıpkı eskiden olduğu gibi. O balonların bir daha uçamayacağındaki boşluğu tarif edemiyorum tıpkı o kuşların da bir daha uçamayacağını bildiğimdeki sessizlik gibi bazı hikâyeler, var ama hükümsüz, yargısız, öylesine duruyor.

Kıta değiştirilince masada unutulan kitap gibi şaşkınım, neyi yazabilmekten ziyade, neyi yazamadığını bilmek gibi bu daha önemli. Bazen sadece bir koku yetişir imdadına, seni bu zamandan koparıp, ta çocukluğuna götürür, o huzura, o tanıdık kucağa. Küçücük burnum var ve hep onun dediği oluyor, bu hiç değişmedi. Gelecekte olacak şeyler belliyse eğer, istemek, tutturmak, inat etmek neden? Umut boşuna çaba mı bundan bile şüpheliyim artık. Akışına bırakmak her şeyi tek şifa, tek teselli gibi, hoş bu kelimeleri de çok sevmiyorum ama diğer herkese benzemenin, dikkat çekmemenin ve araya kaynamanın şartı belki de bu.

İçimde tuhaf, anlaşılmaz bir üşüme var. Tüm bunları düşünmek bir tek benim aklıma gelmiş gibi bir yalnızlık, anlatsan anlaşılmayacak, söylesen mecalin eksik. Hiç özlemedim ben, özlemenin yükünü kuşlara, çiçeklere, sahile bıraktım. Özleyebilenlerin çabasına da hayranım. Benimle gülenleri unuttum da ağlayanları unutamıyorum halbuki çoğu için tam tersiydi. Güçlü duyguların delilikten geçtiğini anlamam çok zaman almadı. Durdun, saklandın, kaçtın, gittin, bekledin peki şimdi bulunduğun şu zamandaki kendinden memnun musun? Aklım uçuk bir pembede, öylece salınıyor, kalbim o iyot kokusunda parçalanıyor.

Özlemin, umudun yerini alan boşluk, bir daha asla eskisi gibi olamayacağını bilmenin rahatsızlığı, inancın zedelenmesi ve buna alışmış olduğun hâlde eskisinden daha fazla dokunmasındaki neden o boşluğun hiçbir zaman tamamlanmayacağı. İnsan kendi travmasına sahip çıkmalı. Tanıyordum bu dengesizliği ama sorumlusunu ayıramıyordum. Bazen var mıyım yok muyum farkına bile varamıyorum, bilincimin bana kötü bir şaka yaptığını biliyorum, ağrılarım olmasa varlığımı unutacağım. Ama yine de ağrının da hayırlısı, katlanılabilir olması, aniden çıkmaması ve dayanılır olması temennim. Dünyanın girişinde sanki; “gamsız girilmez” yazıyordu…

Otuz Bir Ocak İki Bin Yirmi 17:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Kendime bile benzemiyorum

Parçalayıp, böldüğüm, sonra başka bir yerinden başka cümlelerle birleştirdiğim, bütünlüğü genelinde kaybolmuş, asıl hikâyesi yitmiş yazılar gibiyim. Nar gibi değildim ama ben de kendime göre dağılıp, duruyordum. Dağılmam için yere çarpılmam da gerekmiyordu, köze gelmeden kül olabiliyordum, aradaki zaman yaşanmamış değil, harcanmış gibi oluyordu. Çölde seni yeşil bir dal zannetmiş olabilirim, seraplığıma ver, yaz günü kurumuş içimin yangınına ver, bir şeylere ver ama sevgime verme. Deli dolu söylendiğime bakma, tümünde gerçeklik var, hoşuna gitsin ya da gitmesin diye değil öyle olduğu için. Sazın, sözün, rakının yanında güzel gitsin diye de konuşmuyorum. Dert olsun diye hiç değil, kanımdan beslenmeyi amaç edinen sırtlan gibi duyguların da olduğunu bil diye söylüyorum. İçim içimi yemese, içim içime sığmazdı. Direnmesem bir şeylere çoktan gitmiştim buralardan, böyle gülüp, oturamazdım şurada.

Öğün atlar gibi atladım yıllarımın üzerinden, gelen geldi, giden gitti, yiten yitti, ben aynı kalakaldım bir düşün ortasında. Artık kelimeler pek tenha, kendi anlamlarını çağrıştıramıyor. O soğuk kış gününde, sislerin içinden geçerken, montunun cebinde ellerim vardı. Kokusuna belâ bulaşmış zifiri bir gecede, dumanı masmavi, közü kıpkırmızı, yanmış ve yarıda kalmış bir sigara izmariti gibi yürüyorum; içimdeki çok şarkı, az umut, bol hayalle birlikte.

Issız bir sokaktan, ıssız olmasına rağmen güvenle, bildik bir sıcaklıkla ilk kez geçerken bir daha aynı sokaktan aynı saatte geçsen bile o tuhaf duyguyu hiç hissedemeyecek olmanın hüznü gibi bazı insanlarla karşılaşmamız. İkinci sefer gördüğümüzde o ilk hissettiğimiz gibi olmayacak, belki de artık her şey böyle, çabucak, kolayca ve hunharca tükettiğimiz için. Harcadığımız için.

Limanından ayrılan geminin gölgesinin düşmesi denize, vapurun o acı bir şekilde çalan düdüğü ya da şehirlerarası yolculuklarda insanların uykulu ve daha çok hüzünlü olması mola yerlerinde, ayrılığı tatmamış birisine hiçbir şey ifade etmez. Bir yerdeyken başka bir yeri özlüyorum, uzaktayken evimi, evdeyken sokakları, hatta aşk acısını bile. Gereksiz kahkahaları duyuyorum sahte, sarhoş ağızlarda, sonra özlediğim her şeyden pişman oluyorum. Ben bazen de öldüğümü özlüyorum, kendime bile benzemiyorum. Beklediğin şey kitaplarda karşına çıkacak diye yıllarca kendini kandırdın, Alfabenin sonuna doğru, kenara bir yere tıkıştırılmış bir harf gibiyim. Sesim yok, buna rağmen duruyorum onlardan biri gibi, gömülemez bir beladan başka bir şey değilim belki. Bu dünyayla aramdaki uçurumu daha da derinleştiriyor, ne zaman ağzımı açsam biraz daha yanlış anlaşılmak için açmış olacağım endişesi beni tehlikeli bir şekilde susturuyor.

Sende kalsın kafamı süslediğim kelimelerin buğusu, kırık kalbim, ezip, marmelat yaptığım o derin ama çok derine gömdüğüm duygularım, bir işe yaramıyorlardı yer tutmaktan başka. Sezgilerim bende kalmaya devam etsin ki inanmadığım hâlde başıma gelenleri hatırlatıp, içime dizilsin. Dikilsin kötülüğün ateşi hep karşıma, ben yine içimden bildiğim şarkıları söyleyeceğim, dilim yansa da… Sekseninci katta bir perde gibi lüzumsuz ama salınmış durayım, rüzgârın çıktığı gecelerde sokaklarda unutsunlar beni, uyutsun yıldızlar, kollarımı iki yana sarkıtıp, kalayım. Sabah güneş doğunca hatırlasın beni o pencere. Yukarı çıkınca mı daha özgür oluyorduk? Yoksa dibimize gömdüğümüz duyguları daha derine atınca mı? Derine saklandıkça dışa vuracağımızı bilmiyor muyduk? Diplerin de bir sonu olduğuna, varamadığımızdan mı inanmadık? Sağ gözümü sana daha yakın hissediyordum, sol gözüm daha çok üşüyordu, kirpiklerimi kopardım, yanmışlardı. Bir zamanlar mavi bir duvar sevmiştim, yıkıldı… Benden bu kadar, lanetimi kimseye miras bırakmayacağım, içimde götüreceğim. Bu bile bana duyacağınız bir minneti size borç bıraktığımı gösterir, üstelik onca keşkeye rağmen. Nüfustan henüz ölü olup, düşmesek bile, bu bizim çürümüş olduğumuz gerçeğini değiştirmez. Zaman geçtikçe ölümden korkmak, yaşadıkça yaşamayı istemek değil de, yaşama alışmaktan ve bu alışkanlığın bozulmasından korkmak. Yoksa yaşadıkça hayatın tatlı falan geldiği yok, bunu çürümüş birisi çok iyi bilir ve bu çürümüşlüğünü söyleyebilen kişi daha da fazla bilir.

Azımsanmayacak kadar çürümüşüz, az olmayacak kadar delilik ve bir o kadar da ölüm. Yeni doğan birisi bile ölümü hatırlatıyor, doğmanın şartı ölmek çünkü önce sürünerek, sonra yuvarlanarak en sonunda ayağa kalktıkça yükseldiğini zannettiğin boşluklara düşerek. Eski tanıdıklara yeni günahları göstermek için biraz daha kıvılcım, küf kokan ve toza bulanan dünyadan boşuna kaçma çabaları, bunun tek katlanılır yanı eninde sonunda bir ceset olacağımız gerçeği, seviyoruz, seviniyoruz işte, yaşamın katlanılır yanı.

Arafta bir karakter, sabun olmayı bekleyen. Toprağımı kendi üzerimde taşıyorum, gözlerim desen gibi çizilmiş tenime, baktığım yerlerin haberi yok. Akranı değilim kimsenin ve şeylerin, geçmişe tutamadığım kafayı gelecekte bulamıyorum. Köz yangınını savurduğum geceyi yaktığım günlerin sabahlarında aradığım şeyi yine bulamadım, yalnızca bir his bu, esaret gibi, gölge gibi beni takip eden. Delilik bence; iç dünyanı dış dünyaya uydurmak zorunda olmamaktır, bir ayrıcalıktır. Gövdemi incittiğim kelimelerle sakatlanmış olabilirim, keşkelerle ruhunu sarmalamaktan, yaranı birine emanet etmekten iyidir bu. Parçalayıp, böldüğüm, sonra başka bir yerinden başka cümlelerle birleştirdiğim, bütünlüğü genelinde kaybolmuş, asıl hikâyesi yitmiş yazılar gibiyim. Kalbimi içimde o zamandan kalma seninle birlikte kurutup, bir kitabın arasına sakladım. Öyle kal diye, kalbim de değişmesin diye, o zamanda kalalım hep diye. Kitabımı kaybetmem zor olmadı.

Sürekli bir şey istiyoruz, bir mucize bekliyoruz, hayattan, yaşadıklarımızdan, yolda, giderken, gelirken, yanımızdaki koltukta oturan birisinden, hatta karşımızdakinden bile ama işin sonunda ne istediğimizi bir türlü bilmiyoruz, o anlık bilsek bile sonra bu istekler değişiyor. Geçmişte çevreden bize dayatılan şeyleri istediğimizde aslında onları istemediğimizi anlıyoruz. Böylece değişmesini umarak, bir mucize bekliyoruz, değişmeyince de hayal kırıklığına uğruyoruz, zaten yeterince yok muydu? Kendi özümüze kadar inip, aslında gerçekten ne istediğimizi bilirsek, hapsolduğumuz kuyulardan belki de kurtulabiliriz. Her zaman yaptığın bir şey, ansızın, birdenbire, durup dururken öyle saçma geliyor ki, gerçekliğe belki de bu şekilde ulaşıyorsun.

Tutulduğun kafes sarsılıp da açılmasın diye uçtuğumu söylediğimde inanmadılar. Önce şakayla karışık güldüler, sonra ciddiye almadılar ve en sonunda da duymamaya başladılar. Bir depremin kafesi sarsıp düşüreceği ve en sonunda serbest kalacağım için, sallantılara da inanmadılar. Kafesle birlikte dünya ters düz olduğunda, evrenin altına geçtiğimde belki serbest kalabilirdim ve kafesin bağlı olduğu mahkûmiyetten kurtulduğumda bu onların hiç hoşuna gitmezdi. Ama bunu saklayabildiğim için de bir süre sonra kendim de unuturdum. Dertlenip, tüm bunları düşündüm. Çürümemek için ne yaptığımı ve yapmadığımı…

Dört Kasım İki Bin On Dokuz 14:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Müstakil Bekleyişler

Bir şeyi bekliyorum ama hep boşunaymış gibi geçiyor zaman, ne yapsam o boşunalığı bir türlü dolduramıyorum. Tuhaf olan, o bir şey olsa bile o boşunalık dolmayacak, buna bünyemin alışmış bir meşguliyeti var, o oyalıyor işte.

Hiçbir zaman anlayamayacağım sonu ölümlü olan bir dünyada mutlu olmanın boşa çabasını. Bırakın gideyim, bir su gibi; belki yolumu bulurum…

Dokunduğu yeri kirletiyordu insan çünkü tek kirli olan yeri elleri değildi. İçinden gelen siyahlık tüm dünyayı sis bulutuna, toz bulutuna çevirmişti. Gözünü kırpmadan yavrusunun gözleri önünde annesine kıyabiliyordu, acımadan canlı düşmanı olmuştu, içinde barındırdığı tüm duyguları ölüydü çünkü. İçindeki vahşeti bir türlü doyuramıyordu, hep daha fazla, hep daha kötüsünü, daha fecisini istiyordu. Yaşamak için gerekli olan her şeyi de düşünmeden katlediyordu, kendi yaşamına lazım olacak olsa bile. Kendine ördüğü kirli dünyasındaki ağlarda insan utanmadan, çekinmeden ve en önemlisi yüreği hiç sızlamadan tüm bu olanları yayımlayabiliyordu, duyarsızlığı aşmış, hadsizliğine isim bulunamıyordu. Kimileri kendi içinde kaybolurken, kimileri birilerinin bıraktığı boşluklara yuvarlanıyordu, kimileri de kendi kötülüğünde ölüyordu, dünyaya çirkin, kötü, kara biz iz bırakarak. Tüm bunları bilmek, bilmekten de öte yaşamak insanı kilometrelerce tiksindiriyor.

Sokaklarına kızdığımız, trafiğine sövdüğümüz şehri özlerken aslında en çok kendimizi, o hâlimizi özlüyorduk. Şimdi birimiz olmadan, olamadan, yeşillere bulanan düşlerimiz olmadan hem de o yeşiller yakılmış ve yok olmuşken, tüm cinnetlerimiz karşısında şaşkınlıkla suskunluğumuzu koruduğumuz zamanlardan sağ salim çıkmayı hangimiz hayal edebiliyorduk ki? Şehrin iki yakası gibi bizim de yakalarımız bir araya gelemedi, yakamız var mıydı onu da bilmiyorum ama kalbimiz vardı, en azından o zamanlar varlıklarını kanıtlayacak şekilde rezillikler yapabiliyorduk. Ayın yüzümüze yansıdığı gecelerde keşke ay bizi yerin dibine soksaydı diye düşünmeden edemiyorum, artık yerin altının üstünden daha yaşanılır olduğuna eminim. Beraberken gökyüzü dokunuyordu bize, o kadar eriyordu başımız işte, aklımız da o kadardı, ermese de eriyor gibi geliyordu. Şimdilerde gördüğüm bulutlara uydurduğum şekiller saçmalıktan ibaret. Aklımı zamanında yitirememenin sancısıyla uyanıyorum her sabah, kâbuslar biraz daha gerçekliğini kanıtlıyor bu sancının. Korkun şefkatinden büyüktü, huzursuzluğun huzurundan belki de o yüzden duramadın. Gözlerimdeki derinliği hesaplamaya belki kalbin yetmedi, yüreğim gözlerime akmıştı oysa. Baktığım aynalardan kayıp, düşüyordum. Kendimi zehirlemelerim de unutturamadı yaşanılanları, ben azaldım, eksilen bendim, yaşanılanlar orada büsbütün duruyordu. Üstelik bölemiyordum, parçalayamıyordum, kıramıyorum, kendimi parçalıyordum ancak. Dokunur gibi oluyor bir süre kendime yaptıklarım, iyi gelecek zannediyorum, dokunuyor, iyi gelmiyor. Sokaklarda bilmeden, istemeden yaşamayı ezbere almış insanlar yanlarımızdan geçiyor. Her şeye bir anlam bulmayı hedefleyip, hisleniyorlar. Pısırıklığımızdan kalıp bir köşe başında ölemiyoruz. Issız duvarlara terk ettiğim şiirler belki bir köşe başında öldükten sonra aşırılır acemi bir şair tarafından.

Hayattan bunca vazgeçmiş olmak, maddi eksiklikten değil, manevi isteksizlikten kaynaklanabilir. Dünya yamuktu, mevsimler de ona benzemeye başladı, ayların suçu yoktu, olsa olsa en çok can sıkıntısından geçmeyen saatlerin rehaveti vardı. Âşık olduğunu zannetmek yanılgıyla hayal kırıklığının kesiştiği yerdir. Doyarak yaşadığım yine kendim; pencereden atıyorum kendimi bir sabah, ıslak sokağa, sonra ben daha aşağıya düşemeden, daha bir şey olamadan merdivenleri hızla inip, ayağımda terliklerle yakalıyorum kendimi düşmeden. Sana bir harf taktım, içime yerleştirdim sonra, her şey o harfle başladı, doyasıya yaşamak buydu. Hayatın övünülecek bir tarafı yoktu, insanlar canavardı birbirlerini öldüren, birbirlerinin hayvanlarını öldüren, ormanlarını yakan. Kimsenin acısını yaşamamak için değil de tüm bunları olduğu için bir an önce ölmek istiyordun. O sonsuz tünel dileğindi. Var olmak yetmişti, varlığını kanıtlamaya ihtiyaç duymuyordun.

Her şeyin bunca abartı olduğu zamanlarda kendimi gizleyerek yok etmeye çalışıyorum belki de, bana hiç benzemeyen bir mavi bu. Meğer boynumdaki ameliyat izi değil, mürekkep lekesiymiş, zamanında dökülmüş, yediklerimden, içtiklerimden. Meğer gözlerimin kenarlarındaki de yaş değil, mavi bir gölgeymiş. Mesela seni görünce benim acilen âşık olmam gerekiyormuş gibi geliyor, içime bir zorunluluk yerleşip, gitmiyor. Aşkı özlediğimden belki ya da sadece aşkı çağrıştıran o ışığı sende gördüğümden bilmiyorum ama sonra olamayacağımı bilince bir ağlamak geliyor içimden, elindeki balonu habersizce bir rüzgârın peşinden uçup, giden bir çocuk gibi. Aşkın ıstırap olmayacak olması sahiciliğini kaybettiriyor bana, hislerin sahtesi dökülüyor ortaya yaldızı dökülen değerli şeyler gibi. Oysa benim bu şekilde özleyebildiğim o kadar az şey var ki; bunlara annemin keki de dâhil.

Eğer bir suysam gideyim ben artık kurumadan, durulmadan, yolumu, yerimi, kuyumu bulayım istiyorum, o deyimi gerçekleştirmek istiyorum. Bu yüzdendir ki, olmayacak şeyler değil de basit düşler kuruyorum, herkes tarafından kurulabilen ve özel bir yeteneğe, bir hayal gücüne ihtiyaç duymadan. Doya doya yaşadığım yine kendim; pencereden atıyorum kendimi sokağa, sonra ben yerdeki taşı daha boylamadan, ayağımdaki terliklerle hızla merdivenlerden inip yakalıyorum kendimi. Kendi ettiğimi kendim bulmak istiyorum, bir kere de kendi kendime kötü gelmek istiyorum, kendimi bu sefer ben hasta etmek istiyorum sonra yine ben iyileştirmek istiyorum, kendimi parçalayıp, sonra birleştirmek istiyorum, şimdiye kadar kaybettiğim parçalarımla birlikte, bu defa gerçekten yepyeni bir şey olayım istiyorum.

Her şeyin bir kurmacadan ibaret olduğunu anlamaya başladığımda kendimden de kuşkulandım. Hayallerimi kontrol ettim, kusuruma da bakın isterseniz sizlerden değilim. Gidecek bir yerin olduktan sonra bir de gitmek için bir neden lazım. Hiç olmamış birinin yokluğu, hiç gidilmemiş bir yolun ezberi, sanki hep varmış da bitmiş gibi bir şeylerin eksikliği. Psikolojisi düzgün, dört dörtlük insanları sevemiyorum, kusura bakmayın ama ben kusur seviyorum çünkü ben de kusurluyum, özenle yaratılmadım, övgülerle karşılaşmadım, hatalarla dolu bir müsveddeye öylesine karalanmışım, karalanmayı da seviyorum, karayı da. Anlaşılır olmayı kabullenmiyorum, anlaşılmak duygularını hiç karşılığı olmadan elden çıkarmaktır. Anlamak için en az benim kadar kaybetmiş olmalısınız. Hayatı kusmuk gibi yaşarken, yazma cesareti delilikten ileri geliyordu. Biliyorum, ardını, arkasını, önünü, sonunu yine kimse temizlemeyecek.

Beş Eylül İki bin on dokuz 16:30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Bir Şeylerin Pek Gereksiz Taslağı

Sanata dönüştürebileceğim bir sürü yara izim vardı, eğer ölmeseydim. Zaman iki olay arasındaki zırva, ölümle yaşam arası, iki maaş arası gibi, aradaki birçok şey anlamsız, tenimdeki iyot kokusu belki de senden hatıraydı ya da yokluğuna dayanmak için bunu kalbim uydurmuştu, bunun varlığınla bir münasebeti olduğu kesindi. Yıllar önce bir şeye birden fazla anlam yüklüyordum, şimdi birçok şeyin bir tane bile anlamı yok. Bilmenin verdiği cehalet gibi…

Herkes bir şeyleri anlamadığı hâlde, yalnızca kendi çıkarına göre dinleyip, şekillendirirken, birçok şeyin acemisi olduğumuz hâlde ustasıymış gibi bir görüntü, tüm gerçekliğin sihrini bozuyor.

Kendimle tutuştuğum iddiaları sürekli kaybediyorum, gecenin yarısında gözlerimin artık batıştığı yerde, bulanıklaşıp, göremediğim zaman bile capcanlı görülebilen şeyler var, deli olmanın yenilmişlikten geçtiğini tam da bu zamanlarda öğreniyorum, tıpkı kaybedecek bir şeyi olmayanların kendine has cesareti, inatçılığı ve umursamazlığı gibi.

Bu sefer ciddi bir şekilde deliriyorum, sanrılara, yanılgılara ve yanılsamalara yer yok, düpedüz deliriyorum. Her korkunç günü atlatırken geçmeyen bir şey kaldı mı diye umut bulurdum kendimde, bu sefer bulamıyorum. Çıldırmamanın kendime çok büyük sahtekârlık olduğunu ve haksızlık olacağını artık biliyorum. Şimdi bu benim yaptığım intihar eden birine, veda mektubunun ardından cevap yazmak gibi bir şey, karşılıksız, bedelsiz, sahipsiz havaya uçan satırlar. Boşluğa seninle birlikte gömülen hayaller, ancak yokluğu derinlemesine anlamlandıran mevzular, yazarak, anlatmaya çalışarak durumu sindirmeye, belki de basite indirgemeye çalışıyorum. Şu çıldırdığım anları eğer atlatabilseydim, zamanı da belki ileri sarabilirdim, o zaman her şeyi atlatmış olurdum, bununla yaşamayı içime sindirebilirdim belki, hayatın yüzsüzlüğüyle birlikte.

İlerleyen, geçip giden zamanın peşinden koşmayacağım çünkü değişen hiçbir şey olmuyor, zaman geçse de yaşanılanlar, yaşanılacaklar hep aynı yerde kalıyor. Birisi bacağını kırdı diye, kalbin kırılıyor, biri öldü diye sen buralarda kalamıyorsun, birileri büyük kötülükler yaparken senin için rahat değil artık. Dünyanın kirini tanıdığından beri kendini temiz hissedemiyorsun, yaşamak için, yaşayabilmek için belki de en çok bu gerekliydi. İçimden gelen bu cinneti daha fazla bastırmayacağım ve teklifini geri çevirmeyeceğim. Geceleyin duyduğum hayaletin sesleri yüzünden kalbimin nidalarını duyamıyorum, bunca mutsuzluğu gören birisi için artık bir ümit olduğunu zannetmiyorum, hayatta en çok istediğim şey bile olsa artık mutlu olamam. Savaşmaktan vazgeçmek yenilmek anlamına gelir birçokları için, benimki sonu kabullenmek, mutlu ya da mutsuz. Yaşadığı şoktan aklımı kurtarmaya çalışırken, aslında hiçbir şeyin ancak bu kadar öyle olmayacağını anlıyordum, sırf bunun için bile bir geri dönüş olamazdı.

Kendimi yıkık, aşırı yorgun hissettiğim günlerin birinde zihnimin nasıl da bu kadar berrak ve dinlenmiş olduğuna anlam veremesem de bir şeylerin artık en azından içimden netleştiği için seviniyorum. Hiçbir insanla mutlu olunamayacağı gibi, hiçbir şeyle de mutlu olunamıyor, olunsa zaten bu diğerlerine haksızlık olurdu. Herkesle eşit şekilde mutsuzum. Kendime yenilmesem belki birilerinin hayatı için vazgeçilmez olacağım ya da mahvedeceğim onların hayatını. Bu iki seçenek ne kadar birbirine uzak olursa olsun bu iki ihtimal yüzünden hep bir diğerinden korktuğumdan, olasılıkları otomatik olarak sürekli kalbimden hesapladığımdan ama kendime veremediğim hesaplar yüzünden vazgeçiyorum. Bir şeyleri mahvetmek değil, mahvetmeden bitirmek niyetim. Benimle mutsuz olunacağına, bensiz mutlu olunsun istiyorum.

Geri dönebilme ihtimalini yok edene kadar uğraşıp, başkası kadar uzağa bırakıyorum kendimi, ihtimaller umurumda değil de kendime bunca yakın olup, bu kadar uzaktan bakmak, kendini artık başkası gibi kabullenmek, herhangi bir organı ya da içinde seni yiyip, bitiren bir hastalığı kabullenmemeye de benzemiyor bu, doğrudan yabancılaşmak. Güzel şeyleri kolay yok edemediğimizden, kendimizi planlı bir oyunun içinde mahvetmeye çalışıyoruz, karşılıklı anlaşma bir nevi, yazısız, imzasız. Bu ıssızlığa hiç olmadığım kadar ihtiyacım var. İçimden kopan, aşınan şeylerin yerini artık başka parçalarla tamamlayıp, yama yapmamak için, sonsuza kadar yarım kalan şeyler için bu defa yarımlığı sonlandırıyorum.

Şimdi bu satırları yazarken belli bir zaman geçtikten sonra, benim için o kadar önemli olsa da neyi ne için yazdığımı unutmakla birlikte ömrümün belki de en budala zamanlarını yaşıyorum. Mutluluk yaşadıklarını unutmakla başlıyormuş, ben onları koyacak yer bile bulamadım ki unutayım… Yine de dillenmeyen ama hissedilen şeyler var anlamakta ve anlatmakta güçlük çektiğim; boğazıma dokunan bıçak darbeleri, organlarımı delip geçen zehirler, içime dokunan teşhisler, ciğerime dokunan şiirler, masalıma dokunan gerçekler vardı, gerekçesiz olduğu için sadece öyle ama tüm bunlardan ders almışa benzemiyorum, ruhum hâlâ yaramaz bir çocuğu andırıyor. Ömrüme sığdıramadığım ve sığdıramayacağım kelimelere veda borcum vardı, sığdıramadıklarımın affına sığınarak.

Yorgunluğumuza çokça anlam yüklediğimiz şu zamanlarda, durmadan ağladığımda, yanağından süzülerek, apansız dudaklarından içeri süzülen o tuzlu yaşın tadının yarı yarıya soğumuş etkisinin içe verdiği garip huzur.

Dünyayla aramda asla uyuşmayacak şeyler var, kendimin kendime yetmesi gerekirken, fazla geliyorum. Kendi sesime yabancılaşırken, diğer ölümlülerin anlattığı hikâyelere gülerken huzuru bulduğumu sanıyorum. Yeryüzünde bunca kötü şey olduğunu bildikten sonra iyi şeylere sevinmek aptalca bir iyimserlik gibi geliyor artık bana, neşelenmek ve umut da öyle. Bilincin zihnime veren o incecik ama büyük sancısını çekiyorum. Şimdi sanki tüm kötülükler bitti, tüm sorunlar, tüm haksızlıklar çözüldü de mi sevineyim? Niye sevineyim, neden neşeleneyim?

Kendi sesimin yalancısıyım, sesim yabancılıktan yalancılığa terfi etti. İçimdeki hayallere bahane uydurmaya başladığımdan beri gerçeğe de yalan gözüyle bakıyorum. Yazıp, sakladığım, kıyamadığım her şeyi harcamaya karar verdim. Değmeyeceğini anladım, kıymetin yalnız içimde olduğunu onun da hapisten farksız olduğunu öğrendim. Dışarıda aramın iyi olduğunu zannettiğim her şey zamanla kötü olmaya başladı, içimde de durum aynı. Israrın anlamı yoktu ve tüm yenilmişler gibi sızlanmak istemiyordum. Sızlanırsam daha çok sevecektim bu durumu, sevdikçe daha çok kabullenecek daha fazla sızlanmaya devam edecektim, anlamsız ve yersiz bir kısırdöngüden başka bir şeye yaramayacaktı bu. Daha fazla devam ederse bu gelecek bir küfürden farksız olacakmış gibi geliyor, şimdi belki bu çılgınlığa bir kılıf uydurabilirim belki şuan buna yeteneğim var ama aklımın o kadar çalışmayacağı zamanlarda ne yapacağımı bilmiyorum. Hatırlamamakla unutmak arasındaki büyük oyuktan nefes almaya çalışıyorum. Başkaları buna direnmek diyebilir belki de hiçbir şey yapmamaktır. Ucunun nereye gittiği, havanın nereden geldiği önemli değil artık. Aklımın kabullendiği şeyleri kalbime de kabul ettirmek için bu boşluğa ihtiyacım var.

Yirmi Sekiz Haziran İki Bin On Dokuz 11:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Benim Kendim Yok

Kötümserlikle masal arası gidip, geliyorsun, bazen yıllarca düşündüğün şeyi, birkaç saniye içinde yaparsın, gitmen gereken bir yere gitmek için o kapıyı çarpıp, çıkarsın. Dünyada sanki başka hiçbir duygu yokmuş gibi, bir kırılmak kaldı elimizde, birbirine küsmüş, başka yönlere akmaya çalışırken, yitip, giden nehirler gibiyiz şimdi.

Bir şeye inanmak ne zamandır defolu davranış olarak kabul görüyordu? Yapamadığın tercihler yüzünden, hakkını onlara devrediyormuşsun gibi, yerine karar verirler, onların istediği olurken, sen hayallerine biraz daha uzaklaşırsın. Kusurlara yelken açmayı dilerken, düzgün görünme zorunluluğu içinde boğulursun. Sanki kendini bulunduğun çevreye ait hissetmen için, herkese benzemen gerekmektedir ve eğer onlara benzemezsen, oraya ait olamazsın. Arkadaşlarının olması için, onların dediklerini yapıp, hep samimi olduklarına gözün kapalı inanıp, senin sadece ve sadece iyiliğini istediklerine emin olman gerekir. Eğer onlara benzemezsen, dünyaya da benzeyemezsin, kendin olmana izin verilmez, dünyada olmak istiyorsan çevrendeki herkes gibi olmak zorundasındır biraz. Kendin olmak için yaktığın gemiler görünmez, duyulmaz, içinde her gün suladığın çiçeğin tohumu, boyunu aşsa bile görmek istemezler. Senin eskide kalmışlığın hiçbirinin umurunda olmadığı gibi sürekli seni değiştirmeye çalışırlar, içini yerler sırayla, aralarında paylaşırlar, içini tüketirler. Bazen o kadar üzerine gelirler ki, sen kendin olduğuna pişman eder, bin lanet okursun, üstelik bunu seni sevdikleri için yaptıklarına inandırırlar, onlar sevdiği için, sen kendini sevemezsin. Üstelik öyle güzel dostundur ki, kendi kusurlarını güzel bir kapatıcıyla çekinmeden kapatırken, senin küçük bile olsa, açıklarını hep görünür hâle getirir. Açık verdiğin her şey açıktadır artık, iyi arkadaşların sayesinde. Özrü kabahatinden büyük olurken, sen özrüne kabahat uyduramazsın. Kabahatiyle boy ölçüşemezsin, özrüne özür beğendiremezsin.

Günü geldiğinde üzülmek üzere çıkardığın kederinin üstüne bir de tuz döker, içinden geçen bir anlık da olsa her şeyin, aklının bir köşesine değer her düşüncenin bir gün bu şekilde karşına çıkacağı aklına gelmiştir elbet, ama bir türlü inanmadan geri kalmayan, akıllanmayan ve büyümeyi hep reddeden yüreğine anlatamamışsındır. Kurulan pusulara, sen kolayca, muhakkak akıl edemediğin için yakalandığında, sevinenlerin kuyruğuyla yol alırsın. Seni hiç düşünmedikleri hâlde, düşündüklerini düşünüp, inanırsın. Çocukçadır bu, su katılmamış duyguların saflığında kendine yer bulmaya çalışırken, belki de artık onların dünyasında yerin olmadığını anlarsın. Artık herkesin iyilikle başlayan cümlelerine kuşkuyla yaklaşıyorum, iyilikle tuzak kuruyorlar, iyilik adı altında kurnazlık yapıyorlar, iyiliğin kötülüğü bu. İnsanın kendi eliyle mutsuzluğu, yaradılışından, bizim büyük yetkisizliğimiz.

Berbat filmlerden bile bir anlam çıkardığın zamanlardı, anlamsız her şeye fazlasıyla anlam yüklediğinden belki de şimdi yükleyecek bir anlam bulamıyordun. Ölsen bile ölümsüz kalacaktın, buna inanıyorduk. Gerçekler yüzüne çarptığında geç kalmıştık, zaten zamanında olabilen ne vardı ki? Her şey ya hiç gelmezdi ya da geç gelirdi, şaşkınlığının içindeki kederden seçtin, içine yerleşen hayal kırıklığını, bunu tanıyordun çok öncelerden, belki ta çocukluktan. O zamanlar bile daha çok inanırdın bir şeyleri değiştirebileceğine, şimdi ölümsüzlük kadar imkânsız her şey. Kelimelerin gücündeki güçsüzlüğe, kusurlu yalnızlığa ve kirlenmiş zamandaki el izlerine güveniyordun. Rüyalarımı unutmanın kabahatini çekiyordum, kalbinin dışında kalmışım gibi, ezikliğini yaşıyordum. İçimdeki sırrı bir tek sen biliyordun da sen de unutmuşsun artık gibi geliyordu. Sanki birbirimizin içinde birbirimizi unutmuş gibiydik, bizi ayıran sınırlar vardı, çizgiler çekiyorlardı aramıza, unutmanın hafifliğinde rahatlıyorduk. Zaman da dengesini çoktan yitirdi bence, kime nasıl davranacağını bilemiyor, iyilik bir yerden bir yere bulaşmıyor, kalıyor orada, bu tarafa geçemiyor.

Beynimin duvarlarına çarparak öldürsün beni bazı şarkıların yankıları ve bazı sözler. O zaman hakikati bulabilir ruhum, sarılabilir, kendim yok olduğumda ancak bazı şeyler var olabilir. Bir yara izinden hayata başlıyorum. Başladığım yer acıyor, iyileştirsem o yarayı belki hayat diye de bir şey kalmayacak, başlangıç o. Aradaki zamanı unutmuş ya da yok saymış olabilirim ama başlangıcı biliyorum, yanlış ve zamansız bir hikâyenin içindeyim, doğru ve yanlışın anlamını yitirdiği, uzak ile yakının hükmünün kalmadığı, erken ile geçin aynı olduğu…

Yeterince nefret etmem gereken şeyleri yapmışlardı aslında, ama ben unutuyordum, bir türlü yeteri kadar nefret edemiyordum. Duyduğumuz büyük sözcüklerin yeri nerede tamamlanıyor, tam anlamıyorken bile içimizde yeri sabit duran şeyleri ne kadar daha biriktireceğiz? Kırıkların birikme payı neydi ve ne kaç yüzyıl daha devam edebilirdi böyle? Büyük harfle başlayan kelimeleri hep daha fazla önemsedik, belki de sessiz, sakin duran bir kelime daha çok şey anlatıyordu, kim ezberletmişti bunu bize? İçimize sormadan kim ekmişti bu tohumu? Mürekkebin görkemine mi iman ediyorduk? Mürekkebin koyu tarafı kaderine denk geldikçe kedere boğuluyordun ve kararıyordu gözlerin, mürekkebin sıvısıyla yarışıyordun. Okuduğun kitaplardaki hikâyeleri hayatınla karşılaştırıp, kelimeleri aşındırırken, özü kayboluyordu bir şeylerin, içine yer etmiş hayatlardan biliyordun bunu. Unutacağını bilerek, inatla ezberlemeye çalışıyordun, öğrensen yetecekti oysa bir kere inansan bir daha inanmaya gerek de kalmayacaktı. İnanmadan bilmeyi seçtiğinden belki de yarım yamalak oluşun. Bazen durmadan konuşmak istiyorsun, sonra ağzını açmaya çalıştığında yine hep aynı kelimeler düşecek ağzından diye korkuyorsun. Öyle ya, başka kelimeleri nereden bulacaktın, “yine” kelimesine bunca bağımlıyken, “yeni” kelimesinin yanından bile geçemezsin.

Bizi uzaklara sürükleyen kelimeler de bir zamanlar birilerinin dilinden dökülmemiş miydi? Neydi bu acemiliğimiz ve acımız? Hiçbir zaman merhem olacağına inanmadığımız yaralarımıza başka biri gibi gülüp, geçiyoruz, yoksa katlanılmazdı, felâketimize anlam yükleyemezdik dahası bir kelimesi, bir adı da olmazdı. Şimdi biz varız, buradayız, şu yapaylığın içinde, aslında olmayan şeylerle teselli bulmak için doktorlara gidip, ilaçlara sığınıyoruz. Varlığımız yaramızın anlamı demek, acımızın adı demek, felâketimizin sanı demek.

Bir yeri hiç kırılmayanların, sanırım kalpleri çok fazla kırıldığından kırılamıyor. Kemiklerim o kadar güçlüymüş ki, taş olsa çatlayacağı yerlerde bile kemiklerim eğilip, büküldü ama hiç kırılmadı, bedenimin bana tek kıyağı buydu belki de ama burkulduğunda, içim gidiyordu ve inanılmaz ağrılar ekleniyordu yağmurlu gecelerde, gezen romatizmalarıma. Hatta bir keresinde bileğim ters döndü, daha evvel de olmuştu, yine dedim, kemiklerim çok sağlam benim, kırılmaz biliyorum. Kalp kırılmasından biliyorum çünkü bileğin kırılmayacağını. Daha bir yaşımda bile yokken, kundaklanıp, sandalyeye bırakıldığımda (yatağım ya da beşiğim henüz yokmuş, sandalye ile idare ediyormuşum) bizimkiler uyuduktan sonra gecenin bir körü nasıl olduysa sandalyeden kayıp, burnumun üzerine yere düşmüşüm. Tabi ben feryat figan, burnumun kenarındaki morluktan başka bir şey olmamış, dümdüz duruyor, oysa esnek olmasına rağmen, başka küçük bir burun olsaydı, muhtemelen kıkırdakları kırılırdı, hem de zevkle, yamulurdu ama hiçbir şey olmamış. Hayatın zatıma lâyık gördüğü büyük kazalardan kolayca yırtıp, genellikle küçüklerine kafa yoruyordum. Herkesin korktuğu şeylerle benim korktuklarım arasında fark vardı, mesela onlar büyük kazalardan korkarlardı, ben küçüklerden, küçüğün belirsizliği büyüktü çünkü ya da atlatılabileceğinden emin olamıyordum ama büyüğü ya atlatırdım ya da atlatamazdım. Hastanelerin acıyı morluklarla değil de sadece kırıklarla ölçmesi ne büyük talihsizlik bizler için.

Kırılmamayı öğrenmek belki de küçük yaşlardan başlıyor, öyle ya en yakınların bile sen düştün diye bir de onlar kızarken, bir de kırılsa bir yerin kim bilir ne yaparlardı… Küçükken sürekli bahçede düşüp, dizlerimi yara yapardım, yediğim azar boyumu geçer, bir de canım yanarken, onlar için ağlardım. Çoraplarım yapışırken yaralı tenime, bir de onlar çıkarılırken ağlardım, öyle ya o kadar çok ağlanacak şey vardı ki bir de bir yerimi kırıp, onunla uğraşamazdım, hem kimseyi de uğraştıramazdım. Morluklardan büyük kavgalar vardı bizim hayatımızda, o zaman onların panikle kızdıklarını anlamaz hep suç işlemiş olduğumu düşünerek kızdıklarını zannederdim. Ama hâlâ anlayabilmiş değilim, bu yaşa gelsem bile, zaten ağlayan bir çocuğa niye bağırılır ki? Zaten ağlıyor, sussun diye bağırıyorsan, imkânı yok susmaz, daha çok ağlasın diye bağırıyorsan, o zaman doğru yoldasın ama buna da hiç ihtimal vermiyorum. Biz belki de büyürken neyi ne zaman yapacağımızı şaşırdık, karıştırdık, durmamız gereken yerde koştuk, bu yüzden kanadı dizlerimiz, koşmamız gereken yerde de durduk, bu yüzden kırıldı kalbimiz.

İçimde sürekli bir yerler kırılırken, dışıma hiçbir şey olmaması belki de şansımdı, hep ayakta kalmak zorunda olanlara bağışlanan bir tür prim, yıkılacak yeri olmayanlara sağlanan imkânsızlıktan doğan imkân. Ufak tefek sıyrık ve çatlaklarla kurtulmak şu hayattan belki gerçekten şahsıma uygun görülen ödül, gerçekten kırılmanın verdiği rahatlıkla hiçbir şey yapmama lüksüm olmadığından kırılamıyorum. İçimle dışım bölünmüştür belki de yanlışlıkla, zaman beni ortadan ikiye ayırmaya çalışırken, içten dışa bölünmüşümdür.

Dokuz Mayıs İki Bin On Dokuz 15:20

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Uçurum Sarhoşu

Artık hayatta hiçbir şeyin seni şaşırtamayacağını anlayınca, yaşama sevinci denilen şey de bitiyor. Güven yani o çok iyi bildiğin ezinç, uçurum sarhoşu. Bazen gezip, dolaştığın sokakları okuduğun bir kitapta bulduğun, başka bir ülkenin sokaklarından tanırsın…

Tüm şu hisler nereden peydahlandı bilmiyorum, kalbimin odalarının hepsini röntgenlesem bile göremeyeceğim şeyler var. Zaman değerini yitirip, geçtikçe, eskiden burun kıvırıp, ilgilenmediğimiz şeyler, şimdilerde burnumuzun direklerini sızlatıyor, zamanın değil de kendimizin nankör olduğunu bir kere daha acı bir tecrübeyle anlıyoruz. Artık çoğu şey anlamını yitirdiği için, kendi manasını yansıtmıyor, belki de konuşurken, doğru kelimeleri kaybetmemiz bundandır. Kendimizi kelimelerle abartıyoruz, belki de ihtiyacımız olan şey, daha çok susmaktır, hiçbir yerin ortasında olunca, hiçbir yere varmak için çabalamana gerek kalmaz. Çizgi filmler de hastalanır. Kemikli veya köşeli kelimelerle dile getirdiğim cümlelerim şimdilerde hantal geliyor. Zamanında çok doğru şekilde ifade ettiğim açıklamalar şimdi yalın kalıyor. Hiçbir zaman yaşadığımı yaşadığım gibi ya da yaşamış olduğum gibi anlatamayacağımı anladım.

Konuşmayı bilmeden daha, kırılınca öğrendin, ömrün boyunca zayıf kalacağını ve kalpsiz, duygusuz en önemlisi vicdansız insanlar tarafından yapılan bir beton yapı kadar bile yer kaplamayacağını… Kalıcı değil de geçici bir şey olduğunu bilmek bile, bir çeşit uçucu bir teselliydi. İnsan hatadan oluşup, şüphe ve çelişkiyle var olur. Bacak kadar bir çocukken her şeyi merak edip, öğrenmeye çabalarken, çok bildiğini, bilmiş bir hâlinle etrafına çekinmeden gösterirken, büyüyüp kocaman bir insan olduğunda; bilmekten bıktığını hatta artık bilmek istemediğini, bildiklerini unutmak istediğini acıyla fark ediyorsun…

Petrolden, zamlardan, betonlardan, felaketlerden eğer zaman kalırsa, şiir yazar, şairlerin hayatını anlatırız rutubeti bol gecelerde. Yazın kavurucu ve kuru sıcağında hâlâ eğer yüzümüze vuran asfaltın zift kokusundan fırsat bulursak edebiyat konuşur, doğru bildiğimizi anlatmaya çalışır, birbirimizin ne dediğine kulak veririz, belki arada hak verdiğimiz bile olur, eğer bir gün kapitalizmden kurtulursak, gereksiz harcadığımız bunca zamandan sonra birbirimize öğretmeye değil de anlamaya çalışırız… Şu şehirde yaşayıp da içinden egzoz kokusu geçmeyen şiir kaldı mı? Kaldıysa kesin bir yerlerde unutulmuştur.

Rüzgârın soğuk bir gecede sarstığı buklemden haberim yok, kimse kimsenin kuyusunu bilemez. Gerçek tanıdıklığını yitirdiğinde, artık sana yabancı gelmeye başladığında hakikiliğini kaybeder. İnsan bol kusurlu, bozuk ve kırık bir yaratıktır, gösterişi çoğaldıkça, özeni azalır. Cenneti yaşamadan dünya denilen bu cehennemde sürgündeyiz, belki de bunun için daha çok cehenneme döndürme çabasındayız. İçindeki kalıplaşmış o sert, zaman aşımına uğramış, unutulmuş ama aynı zamanda da hep varlığını hissettiren yumrudan kimsenin haberi yok, onlar bunu boşluk diye biliyorlar, sen boğazında düğüm diye tanımlayabiliyorsun, ötesini anlatamıyorsun.

Kahramanı olmadığı için yazdığın kitaplar beğenilmedi, herkes elle tutulur, gözle görülebilir şeyler istiyordu, görünmeyenlerin varlığının bir anlamı ve kanıtı da yoktu. İçimde çok eskiden kalan bir şeyi nedensiz yitirmiş gibiyim, o şeyi yitirdiğim için de içimdeki diğer şeylerin bir tanıdıklığı yok benim için. Kahramanı olmayan karakterlerle yaşamaya alıştığın için yokmuş gibi oluyorsun.

Tüm sarhoşluklarımı bir araya toplasam, bir narkoz etmiyor.

okudukça tamamlanmış gibi
yazdıkça eksilmiş gibi hissediyorsun…

İçimdeki iki kişilikle de uğraşıyorum; birisi hep aynı kalmayı isterken, hiçbir şeyin değişmemesini yürekten dilerken, diğeri hep değişim, daha fazla şey bilme, öğrenme derdinde. Birisi hep dursun durduğu yerde, hiç ilerlemesin, ayağına taş değmesin, dokunmasın, hissetmesin, diğeri hep gitsin, yeni şeyler bilsin, görsün, okusun, öğrensin istiyor. Kendi bedenimde çelişkideyim, ikisiyle de başım belada.

Zaman; gidenlerin ardında bıraktıkları ve geri dönüp bakmadıkça asla görülemeyecek çizgilerdir, şerit hâlindeki, saat; kulağının çınladığı zamansız, gecenin bir yarısı ansızın çalan bir telefonun zil sesindeki acı bir ölüm haberidir. İzler sıkıldı, yok olup, gidemeyince. Bir sonraki gezegende iz olmayacaktı, yapaylığından ölecektin, canın bile sıkılmayacaktı, ağlamayacak, gülmeyecektin ama tüm bunların dışında sahte olmanın verdiği hakka dayanarak ciddileşecektin. Sonsuza kadar olacaktın belki ama kavga bile etmeyecektin, onun yerine sayıların yetkisi konuşacaktı, kaç kere silebileceğini, kaç defa yok edebileceğini düşünecektin, yok olmayacaktın ama gerçekleşemeyecektin de…

Gün gelir, teselli bulduğun şeylere lanet okumaya başlarsın, bu bile teselli olmaz! Sızım ağrıyor, derdimi sadece iki kelime ile anlatıp, susamadığım için ve söyledikten sonra da duramadığım için. Kedinin keyfi, benim kederim bitmiyor. Beynimde mayın, içimde yangın, dudağımda duman, sırf kendimle arayı bozmayayım diye, açmadığım konular var. Ahlakının izin verdiği ölçüde uyum sağlayabilirsin çağa, elastik değilsin tüm benliğinle değişip, uyuşup, alışacak kadar.

Sen gidince o masa ölü olmuyor, sadece senin içtiğini bir başkaları senin gibi içemiyor. Sen gidiyorsun, masa kalıyor, hayat varsa eğer devam ediyor, diğer masalarda oturanlar sen yoksun diye utanmıyor üstelik. Gülüşünün kıyısından düşen bir sitem kalıyor orada bir yerde ama sitemini bile görecek gönül yok masanın etrafında. Sen ölünce diğerleri yaşamış olmuyor, masa kalıyor, kahır kalıyor ama diğerleri kahrolmuyor sen yoksun diye. Bıraktığın şiirleri senin gibi, benim gibi kimse okumuyor, kimse kelimelerle kafayı bozmuyor. Sen gidince bir daha kimse senin gibi şiir yazamıyor, kederin bile rengi değişti. Tüm parçalarımı içimden çıkarıp, bir kenara yığsaydım, biliyorum daha az canım yanardı. Anlatacağım hikâyede kırık, ezik ve yırtıklardan öteye gidemiyorum, şimdi biz yaşamış mı oluyoruz tüm bunları söylerken, yoksa susmuş mu?

Tedavisi var mı mesela bu anlatamamanın? Ahlakının izin verdiği ölçüde uyum sağlayabilirsin çağa, elastik değilsin tüm benliğinle değişip, alışacak kadar. İçimde sürekli düşmeye alışmış bir müntehir, yükseklik korkularımdan biliyorum. Yarın yakınlığını bırakmış, gelecekten çok şey kaybetmiş. Kimse kimsenin dramında olamadığı gibi, herkes kendi evhamında yer ediyor, gömülmüş, endişeden başını kaldıramıyor. Her gün şu vücudu ayakta tutmak için yaşıyoruz, ezberlenmiş bir görev gibi. Oysa içimdeki dünya ateşi çoktan söndü. Ölüm beni çağırıyor, belki de ateş.

Beynimde mayın, içimde yangın, dudağımda duman…

Beş Mart İki Bin On Dokuz 14:30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Yaşamın Sonuna Yolculuk

Artık yeterince hissizleştiğime göre, altıncı hissim de zarar görmüş müdür?

Aşırı iyimser kişiler aynı zamanda da aşırı karamsar kişilerdir ve fazlasıyla hayal kırıklığı yüklüdürler. Ölümün olmadığı her plan, sahtekârlık içerir, her umut bayatlamış bir oyalanmadır. Belki de hiç doğmadım, birinin yarım kalan ömrünün üzerinden devam ediyorum. Ateşin çıktıkça daha çok üşüyorsun, bu bile hayatın ne kadar tezat olduğunun göstergesi.

Koltuk deseni gibi oturuyorum, Tomris de gülleri değil, papatyaları severmiş. Hayatımda heyecanla öne çıkardığım şeyler, bir zaman sonra sadece heveslere dönüştü, bunun farkına varmamdaki bilmişliğimden kurtulamıyorum, pekâlâ kendi kendime de hayal kırıklığı yaşatabilirim. Kırık, döküklerimi de toplamaya ömrüm yetmeyecek biliyorum. Hayatım; anlamsız bir dipnottan fazlası değil. Bardağa dolan suyun sesi var, ama dolduktan sonra suyun sesi yoktur, ne zamandır sesim yok benim de… Bazen damarlarımın sesi bile daha fazla çıkıyor. Bir şiir elbette şifa ayeti olabilirdi kalbimdeki damarlara, tıkanıp, kalan bir şeyler var içerlerde ve ilerlerde.

Yüzündeki gözler her zaman senin değildir. Aynaya baktığında bazen kendini bulamazsın. Kelimeler olmasa, hayatın önü, ardı kocaman bir boşluk yani yalnızlık. Beni hiç inceleyemeyeceksin ve bunun için de hiç anlayamayacaksın. Ama bu benden hiçbir şey eksiltmeyecek, senin hayatından, belki… Sonunu bildiğin bir romanı yazarken, aradaki zamanı atlarken aslında rol yapıyorsun, yaptıkça da bu oyun gerçeğinin yerini alıyor ve bu gerçek hiçbir yere sığmıyor. Uydurduğun zamanların içinde sona gitmeye çalışırken yaptığın her şey uydurma ve buna katlanıyorsun. Kendimi bulup, o gecede kaybetmek isterdim fakat bu sefer de bulunacağım için korkuyorum.

Hiç yorulmadan Sisifos gibi sürekli yukarı yuvarlayarak çıkarmaya çalıştığın, yuvarlansa bile hep yeniden denediğin o büyük kaya parçasıyla birlikte bir gün “neden” diye sorduğunda içinde biriken tüm tiksintiler dışarı çıkar, hayal kırıklığına uğrarsın ve bıkkınlık çöker üzerine.

“Yaşlanınca anlarsın” diyen insanlar benim için yarının var olacağını nereden bilirler ve nasıl bu kadar emin olabiliyorlar, hayret ediyorum. Hiçbir şey yapmadan öylece durup, beklemek istiyorum, zaten bitecek olan ömrün, ziyan olduğunu görmek istiyorum. Zamanı gerçekten akışına bırakmak istiyorum, zaten ölümlü bir hayat için, bunca uğraşmak için, gerçekten aklımızla ilgili sorunlarımız var demektir. Hiçbir duyguyu birbirine karıştırmadan, hepsini benden uzaklara göndermek istiyorum, yaşamadan. Herkesin bildiği ama dile getirmediği hakikat, birisi tarafından söylenildiğinde, içlerinde sessizce barındırdıkları asıl hakikat değil de bunu dile getiren kişiden huzursuzluk duyarlar…

Herkesin gittikçe birbirine ve hızla evrildiği şu zaman diliminden tiksiniyorum, sanki herkes inatla birbirinin aynı olma derdinde, herkes bir diğerinin devamı gibi, farklıyız deseler de… Bunları görüp, fark ettikçe, ruhuma teşekkür edip, haklı çıkmakla beraber sinirle gülüyorum. Ama komik değil mi ya? Hepiniz var olun, yaşamak için bolca hayal kırıklığı verdiniz, güldürmek yerine fazlaca ağlattınız, yazmam için de epey malzeme bıraktınız, dengesizler…

Her inanışım, daha önce yaralanmamış bir yerimi parçaladı. Her gün kelimelerin başka anlamlarına bakıyorum, kendime yeni cümleler kurmak için, teselli bulmak için, belki merhem olur edasıyla deniyorum, tedirginliğim geçmiyor. Bir kere özleyince kaçan iştahın yüzünden başka daha hiçbir şeyi özlemek istemiyorsun. Tedirginliğimden bile memnun olduğum zamanlar vardı ya da bana öyle geliyordu. Ölünce Rapunzel olacağım, bunu en iyi Marquez bilir… Üç noktaların söyleyebildiğini hiçbir işaret anlatamaz ve bıraktığı derin boşluğu hiçbir cümle dolduramaz ölüler ve düşler hariç. Belki bilmediğim bir dilde, anlamını bilmediğim bir kelime tüm her şeyi tek başına açıklayabiliyordur, kim bilir… Adım başı dertli rubailerden oluşan şu hayat, deli bir kızın türküsündeki yağmur…

İnandığım şeyler sizinkilerle aynı olamayabilir, kabul, sizin gibi inanıyor da olmayabilirim. İçimden gelen renge inanıyorum, içimin alışık olmadığı bir şeyi kabullenemiyorum, istediğim gibi gülüyorum, istemediğimde sizlere göre komik bile olsa gülmüyorum. Dünya üzerime geldiğinde de içimdeki güce inanıyorum, sızılarıma güveniyorum sezilerimden çok. Her şey ters gitmeye devam etse bile, düz gittiğinde daha iyi olacak diye bir şey yok, bunu biliyorum. Bir dakika sonrasında ne olacağını bilemediğim için bunun bile gelecek olan mucizelere bir umut doğuracağına inanıyorum.

Birçoğumuz okumayı yazmayı belki de intihar mektubu yazmak için öğrendi. Pencereden bakarken beslediğim umutlar kuşların kursağında kaldı. Her gün dışarı koyduğum su kaplarının sularını yeniledim, bir şeyler iyi olsun, temiz olsun, içilebilir, yutulabilir olsun istedim, içimde bekletip, çürüttüğüm şeyleri çoktan unuttum. Unuttukça dengem kurtuluyordu, elimde değildi, yuvarlak bir dünyanın içinde ayakta durabilmek zordu. Kuşlar gibi uçup, konabileceğim bir yer yoktu, bu bile beni kimsesiz yapardı ya da hiç yapardı, birinin hiç olması aslında başkalarına bağlıdır daha çok, kendim içimde çoktan kabullendiğim hiçliği, uzaklarda denize bırakabilirdim, üzerime konması gereken martılar vardı, her kanat çırpan kuşun, alacağı özgürlük vardı dünyadan, ya benim neyim vardı? Huzurun konforundan uzak, güvenlikten yoksun, sıcaklık aramakla bile bulunan bir şey değil.

Yaşayarak öğrenemediklerini, yazarak öğrenmeye çalışıyorsun, oysa bir kalemin ucu bir ipe bağlıdır çoğu zaman, gökyüzüne bağlı değildir. Yürümeyi öğrenirken, kanatlarından vazgeçeceğini biliyor muydun acaba? Öğrendiğin anda bir daha asla eskisi gibi olamayacak hayatın diğer zamanlarını? Sınırlarını yürüyerek çizmeyi öğrettiler sana, siyah bir tükenmez kalemden daha fazla tükenemeyeceğine inandırdılar, yazsan bile görünmeyen kelimelerle anlatmaya çalıştığını varsaydılar yani boşunaymış gibi senin yaptıkların, yapacakların, yapmaya teşebbüs ettiklerin, sürekli önünü kapadılar. Bu bilinçsizliği kim yerleştiriyordu böyle zihinlere bilmiyordun. Bilmeyince biraz daha masumdun. Dünyanın dengesi yazmaktan önce de vardı, içini susturamayanların romanını dinliyoruz, tutmak istediğimde uyuşan elimle ulaşmaya çalışmak, aşırı çabadan başka bir şey değil, sarılmak her zaman sağlıklı değil. Söylediklerim yerine ulaşmıyor, sustuklarım her yeri kaplıyor, suskunlukları sahiplenecek çok kalp var çünkü. Saçlarımı koparıp, attığım gibi, beynimi de koparıp, fırlatasım var, yerde ne çok kelime var, yukarılarda ne çok susan var.

Bir tek öğle güneşinde güveniyorsun gölgene, beton zeminlerin üzerinde yürürken, yüreğinin sertleştiğini hissediyorsun, yumuşacık topraklara benzemiyor buralar, ayaklarını yutacak gibi geliyor zemin, sonra da seni zaman, yenileceksin böylece. Durduğun yere hapsolmuş gibi, bir hareket yapmak eziyet, başını kaldırıp, bakmak işkence, adım atmak korku, durduğun yerde tüketiyorsun önce zamanı sonra kendini. Üstelik bundan zevk alıyorsun, yok etmek istediğin şeyleri böylece daha çok yok edeceğine inanıyorsun, hiçbir iz bırakmak istemiyorsun, zaman nankör, dünyaya sadece ziyaret amaçlı gelmiş gibi sürükleniyorsun. Melaike değiliz ki buradan gidebilelim, yoksa ne işimiz olurdu bu kötülüğün ortasında? Ruhunu alıp, önce bir ağaç dalına asıp, oradan da gökyüzüne uçurabileceğini sanıyorsun, üstelik ayakların yerde, yerin dibine batarken, hâlâ…

On İki Aralık İki Bin On Sekiz 10:30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Hayattan Kopma Provaları

Sahafta birbirine rastlamış iki eski kitaptık, tozluyduk bazı insanlar bunu kir ile karıştırırdı, biz buna yaşanmışlık diyorduk. Bir sürü el dokunmuştu ruhumuza ya da dokunduğunu zannetmişlerdi, yüz yılın özlemiyle sayfalarımı hışırdattım. Yalnızca çokbilmişlerin anlayabileceği bir bilgelikle yaklaştın bana. Uzak bir ülkede, tesadüfen karşılaşmış gibi ve bu iyi bir şeymiş gibi gülümsedik. Son zamanlarda başımıza hiç iyi şey gelmiyordu, dahası artık insanlar kitap sevmiyordu. Yüzümüze bakan yoktu ve hep daha kötü şeylerin olacağına dair hislerden harflerim titriyordu, uzaktan bakan birisi bu durumu mürekkebimizin yayıldığını sanabilirdi ya da ıslandığımızı, gerçi ıslanmıştık evet, yıllar zorlu geçmişti, hiçbir yere gitmeden çok yere gitmiş gibiydik, durup dururken de yaşlanırdı kitaplar hatta dururken daha çok yaşlanırdı.

Kalbimin yerini bulabilseydim eğer, sana içini açacaktım. Açıp gösterecektim, konuştuğum ağaçları, izlediğim kuşları, sustuğum zamanları. Uzun süredir iyice unutkan olmuştum. Suskunluğuma bir de nutkumun tutulması eklenmişti, sayfalarım ağırlaşmıştı, yirmi dört saatin muhtemelen yarısından fazlasını uyuyarak geçiriyordum, ama özel kelimesinin manasını biliyordum; şu rafa geldiğinden beri, sana hiç sıradan biriymişsin gibi bakmadım, bakarsam da sayfalarım yırtılsın, yüreğim yangın yeri, bu cümleyi herhalde bana yakın bir şiirden duymuştum, unuttum. Mühim olan o değildi zaten, güzel olan unutamadığın kadar değerli cümlelerdi. Sabahın köründe kuş cıvıltılarını saklamak isterdim mesela bir sayfamın kenarına, zamana karşı koymak yerine zamanla birlikte sürüklenmeyi istedim. Bazen öyle oluyor ki, hayat bir anda son bulsun istiyorum, gözlerime kadar gelip, değen kötülüklerden dolayı. Şurada bir kibrit olsa çakardım belki de şimdi, bizim de silahımız o, her zaman silahlardan korkulmaz, bazen de kurtuluş gibi görünürler gözüne. Hayattan kopma provaları yaparken ne kadar beceriksiz olduğumu bir kere daha anladım, kendi kendini yiyip bitiremeyenler içindir silah, belki de ihtiyacım olan tek şey tek kullanımlık bir kibrit çöpüydü, ağaç kavuklarına sakladığım hikâyelerimin de üzerine kuşlar yuva yapmıştı. Hem bu hâlde gidemezdim eskimiş hikâyelerin içine. Yeteneksiz olduğum kadar cesaretsizdim de…

Aşkı yitirdiğim sandıkta kendimi kaybetmiştim. Senin bahsettiğin bulutları beynim unutmuştu, ben kendime hâkim olma duyumu yitirmiştim. Bu aşağı yukarı kör olmak gibi bir şeydi. Anla diye anlatıyorum. Kâğıttan kedi resimlerine bakıyorum, arada kulaklarım uğulduyor, muhtemelen beynimdeki tozlanmadan geliyor, insanlar buna belki de tümör diyorlardır. Bazı acılar kanser gibi, bazı ayrılıklar ölüm gibi. Bulanık gözlerimin bildiği bir şey vardı, söz diye kafamı dağıtmak için kelimeden kelimeye koşuyordum, ayaklarım yoruluyordu, kafamın dağınıklığı yine de gitmiyordu. Bazen boşuna kitap olmuşum diyorum, bazen o kadar kitabı boşuna görmüşüm, o şarkıları boşuna dinlemişim diyorum. Sonra da gayet sanki çok uyumluymuşum gibi, böyle olması gerekiyormuş diyorum, tüm korkaklar gibi. Kırgınlığımın nedenini başka yerlerde aradığımdan, neye kızgın olduğumu da bilemiyorum aslında. Arada kızıyorum sanki başka dilde, biliyorum sen bile anlamayacaksın, sussan sustuğunla kalıyorsun, ben çıkardığım gürültülerle kalıyorum.

Tüm bu beklemelerden sonra sıkılıp düştüm, yere serildim, ben buna serpildim diyorum, büyüdüm, olgunlaştım. Sayfalarım da yaşlandı, nemlendi. Tek derdimiz rutubetti, kalbimin yerini kaybettiğimden muhtemelen onun yeri de rutubetlenmişti, bunca nem belki de gözlerimden geliyordu, büyük gözü olanlar büyük ağlıyormuş diye düşünüyorum. Savaşmadığım için yenilmedim de, ama tüm bunları anlatacak kadar hikâyem olmadı. Zamanla başka kitapların hikâyelerinden kopya çekmeye çalıştım kendi hayatıma, demek böyle olunuyordu diye. Olmadı, oturmadı hiçbir hikâye içime, yaşanmayan hayatın hikâyesi de olmazdı doğal olarak. Beni anlamaya yaklaştın sanıyordum, bileceksin diye ödüm kopuyordu içimi, sessizliğime yüzümde bırakıp, kahkahalar attım. Muhtemelen öksürüyorum zannediyorlardı, bunca tozun içinde ancak öksürebilirdim, gülemezdim çünkü. İş arasında aldığım notları da artık karıştırıyorum yazdıklarıma, duygularımı iş bilip, işlerimi boş veriyorum. Birinin dilindeki duaya sığınmış gibi rahatım, cüretim bundandır belki. Acıların uyuşmasının telafisi gibiydi bu. Her şeye alışıyoruz da şiirlerin sahipsizliğine nasıl alışacağız? Neyle teselli edeceğiz kendimizi, şairi ölen şiirleri kim onlar gibi koynunda besleyip, uyutacak, biz unutuyoruz, gittikçe unutuyoruz, gitmesek de unutuyormuşuz meğer bunu henüz bilmediğim için gitme diye tutturmuştum taş duvarın orada. Öyle ya nasıl alışacağız bir daha yazılamayacak dizelere, şairsizliğe, yeteneksizliğe, bu boşluğa…

Dinlerken bile kalbimin çarptığı (-ki o zamanlar kalbimin yerini biliyordum) ve acı çektiğim şarkıları şimdilerde öylesine sıradan buluyordum ki, acıya alışıyordum ve hep daha başka acılar rica ediyoruz yeryüzünden. Bir yerden sonra pencereyi çarpan rüzgâra, yapraklarımın savrulmasına, ahenkli, korkulu rüyalara rağmen uyku basmasına, sigara dumanlarına, duvarlardaki boyalara, tavanın umursamazlığına, asılı biberlerin kurusa bile kokusunun kalmasına, bazı kitapların yüz defa okunsa bile bunca gizemli oluşuna, doğruluğa, vedalara, gidemeyenlere, kalsa bile gitmişlere karşı ehlîleştim, türlerini öğrendim. Doğrunun yakın anlamı yoktu, en yakın anlam belki de yalandı, bunca inanışımızdan belliydi doğruya yakınlığı. Denizde olsaydık eğer, büyük ihtimalle en alabora yerine denk gelirdi bizim hayatımız, bilmenin faydası yok. Hissiz bilgi, hiçbir şeydir. Kimsenin artık sahaflara uğramadığı, uğramadıkları için kepenkleri kapanan eski dükkânların birinde, toz ve gövdemden beslenen böceklerin arasında bulabilirsin beni. Sayfalarımın arasında intihara meyilli bir kibrit çöpü, nemden ıslanmadıysa, demi de kaldıysa biraz ölürüz belki. İyiye gitmeyeceğine her şeyin tam kabullenmişken ve hiçbir umudu bir daha böyle beklemezken, ellerimin içindeki kendi kurumuş kanımdan ve alnımdan damlayan çiy tanesinden vazgeçmiş, kaybolmuşken. Öyle hazırım ki tetiğin çekilmesine, söz can bile çekişmeyeceğim, yapraklarım dünden hazır yanmaya, öyle ıslandım ki… Neyin gerekeceğini ve gerektiğini bilmeden beklediğim tüm zamanları bile affediyorum, sana sığınarak.

***

Kendi kendinin şiiriydi, çirkefti, kötüydü, yokluktu zaman. Şiirlerini yazacak parası yoktu, ellerine yazdı, bileklerinden sızan sıvıyla. Avuçları yeter zannetti gökyüzüne açtığında büyüdüğünden. Çocukluğunun dizlerinden kalan kırık ve yaralı anılarıyla gitmek istedi, dizeleri kırıldı dünya döndükçe, şiir artık eskisi gibi değildi. Şimdi günde birkaç paket sigaraya böldüğü hayatını, ne yapsa geri getiremezdi, hem üstelik o boşalttığı hayatı başka şekilde, başkaları tarafından doldurulmuş ve harcanmıştı. Kuşların insafına kalsaydı keşke bazı şeyler, betonların vicdanına kalmıştı koskoca şehir, insaf denilen şey, ruhsuzluğa ve şatafata yenik düşmüştü. Başka dilde şiir yazabilse belki de yazabilmiş olurdu, yoksa bu elindeki öykülerle şuradan şuraya gidemezdi, gitse de gittiğiyle kalırdı.

On Üç Eylül İki Bin On Sekiz 15:50
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Kendime

Bir neden açıklamak durumunda ortada kalmış, nereye ait olduğu bilinmeyen ama sanki varlığı her şeyi değiştirecekmiş gibi öylece duran “çünkü” kelimesi gibiyim…

Güzel bir animasyon filmi çıkardı hayatımızdan, savrulduğum yalanların ihtişamından, gözlerimi açıp, büyürken gözbebekleri, dünya küçülür, bir yaşın içine sığardı. En çok rüzgârın savurduğu kıyıları severdim, kimsesizliğimi balıklara anlatırken, maviler biraz kırmızıya dönerdi çünkü akşam güneşi batardı, hayatın ciddiye aldığım ağır zamanlarını iyimserlikle örterdim, dolu ama içimde boşa geçtiğine inandığım vakitleri hep istediğim şeyleri yaparken doldururdum. Finalde sallanan sandalyeme oturmuş, üzerimde örgülü en renkli motiflerden bir örtü, kucağımda bir kitap, burnumun üzerini acıtan gözlüğümü elime almış, biraz sıkılmış ve huysuzluğumla, ninni söylenirmiş gibi sallanırken, sonsuz uykuma dalardım. Kendi tabutumu ya da ruhumun savruluşunu izleme bahtiyarlığına erişirdim.

Huzur sadece belki de çizgi filmlerde. Biz gerçekleri yaşayarak kendimize büyük kötülükler yaptık. Kırılmış şeylerin artık bir daha olmayacağının bilincine erişmek için belki de bir âlim kadar sabırlı olmak gerekiyordu. Gecenin ızdırabı içinde hiç sabah olmayacakmış gibi gelen gecenin sonunda, kıvranırken güneşin doğması gibi basit döngülerimiz vardı, üstelik kısır değildiler. Her sabah başka bir sabaha uyandırıyordu bizi, bazen belirsizliğe, bazen dayanamadığın kötülüklere, bazen de hiç olmadığı kadar huzura, arada yorgunluğa, çoğunda duygusallığa, savruluyordun oradan oraya, üstelik savrulduğun yerler hiç sormuyordu sana. Tıpkı masum bir bebeğin ileride nasıl katile dönüştüğünü bilemediğimiz gibi, bilmediğimiz insanların arasında, bilemeyeceğimiz yerlerde hiçbir anlamı olmayan konuların içinde tartışırken buluyoruz kendimizi, yaşamak belki de biraz vakit geçirip, oyalanmaktı. İçinin dolu ya da boş olduğunu umursamadan… Çok güzel endişelenirim, önce eşele sonra endişemden öp beni.

Alışamadığım şeylerin tadına alışmaya çalışırken buluyorum kendimi, inat ve sitemle. Hem sonra kim takardı üç kuruşluk sitemimi ki benim? Acımın ağırlığıyla ezilirken, sigara yanığı parmaklarındaki sararmışlığa üzülmem, yüreğimi karartıyordu. Kendime bunca acımıyor olmamın vicdansızlığımla alakası yoktu. Gül diye gülüyordum en çok, iyi ol diye kalbimin kanatlarına saklamış olduğum melekleri de saldım gökyüzüne, benim buhranlı kalbimden daha önemli işleri vardı.

Cüreti sarhoşluğunu aşanların umursamazlığında yalpalıyordum, yıllar geçtikçe daha çok haklı olduğumu görüp, haksız göründüğüme yakınıyordum. Kapanan kapıların ardından bakakaldığımdan belki de diğer tüm açık kapılar da ilgimi çekemiyordu, belki bir cereyanla karışık fırtına çarpması gerekiyordu o açık kapıları da, ancak o zaman farklarına varabilirdim. Körlük değildi bu, hislerim uyuşması, sakinlik belki biraz da… Sanırım ölemeyeceğim ama hislerimi tüm dünyaya kapatacağım, tam da şuandan itibaren. Yoksa tüm hislerimi yitireceğim. Biliyorum saçmalıyorum, öyleyse varız çünkü başka çaremiz de yok.

Bir neden açıklamak durumunda ortada kalmış, nereye ait olduğu bilinmeyen ama sanki varlığı her şeyi değiştirecekmiş gibi öylece duran “çünkü” kelimesi gibiyim. Tırnak uçlarımda çoğalan saçlarım kökünden kırılmadı sanıyorum, saçlarımı geriye itelediğim avuçlarım uyuşuk ne zamandır, hemşirenin iğneyi yanlışlıkla sinirime denk getirdiği zamandan beri, bir yerimin olmayacağını düşünmeye başladım. Her şeyin nedenini içimde ararken, iliğime, kemiğime kadar, mecalsizliğim yüzünden bir yere varamayışım, gittiklerimi eklediğimde yine açıkta kalan yollarımla ve ruhumla. Ulaşamayışlarım yüzünden, hüzünlerimde diş izleri ve çürüyen her şeyi boyayışım, en çok sokakları, radyodaki cızırdayan sesleri, hep bir şey anlıyormuşum gibi yapmaktan öteye gidememekten yorgunluğum, toprak ya da deniz isteyişim. Yokluğunu anlamlarla doldurup, uzaklarda bırakışım, nice sonra durduğum yere dönüşteki bilgeliğim ve sarhoşluğum…

Hayal kırıklığının ateşli bir hastalık gibi geçeceğine inandığımız o umutlu ama halsiz zamanlarımız. Kutsal kitaplarda yer almayan ama bize çok ilahi gelen hislerimizle, acıdan bükülen dudaklarımızın sızlattığı yaralar. Gecikmiş bir telaş gibi heyecanımın içine gizlediğim gülümsemem; ne tam gülebiliyordum ne de tam somurtabiliyordum, şaşkınlığımdı karnımdaki kelebeğin uçup, gitmesi, aynı zamana denk gelmişti. Gülümsememin yersiz olduğu zamanlarda yüzümde bir ağıt gibi buruşması, sırtımdaki dev ejderhanın yanıp, durması… Hiçbir zaman olmayacağına inandığım şeylerin yalnızca benim gözümde olması, yine de olmuş olabileceği ihtimaline denk düşer. Canımın azlığının ölüyor ya da ölmüş olmak değil de eksiklik olduğunu algılayabildiğim zamanlarda içime çöken çaresizlik hissinden yazıp, yırttığım sayfalardan ölümün önemli olduğunu anladım, dahası yok olmanın bazen iyi bir şey olduğunu. Ellerimi sakladığımda, dokunduğum yerlerin bazen benim olmayışına bu yüzden öldüğümde fazla da bir şey hissetmeyeceğimi biliyorum artık. Şiirlerde bir öpüşlük canı olan kadınların ölümünü kıskandığımı, bir öpüşlük can, ne güzel çekerdi canım derken, ağlamadan ve usanan dizlerimle birlikte bileklerimi en derinine kadar yaralayarak… İçindekini merak eder gibi deşerek, dayanılmaz baygınlığımla dünyanın üzerinde kalan hafifliğimle sabaha karşı her şey bitsin istiyorum, yeni bir gün, yeni hiçbir şey başlamadan, başlayamadan. Sabah olunca çünkü yüzüme yine dünya tüm telaşını fırlatacak, yine hâlimin olmadığı yerden vuracak zaman, gitmek istemediğim yollar ayak bileklerime dolanacak ve kalabalık yine içine alıp, ezecek ruhumu. Geceden kalma ağır duygular, buruşmuş bir kokuya ve rutubetli bir topluluğa dönüşecek.

Hâlim olsa da gitsem, gitmeden önce anlatsam şu yorgunluğu, kelime dağarcığının çokluğunun da bazı acıları ve kederleri anlatmaya yetmeyeceğini, boğazıma tebelleş olan düğümleri… Bulutların içindeki yağmurun durmadan kıvranışını, arada bulutların karnının da tekmelendiğini, içimizdeki kasvetin doğmayacak şeyler yüzünden olduğunu, kanımda ölen şeylerin bendeki canlılığını, canlı olması için illâ yaşaması gerekmediğini bazı şeyleri. Beynime sıktığım kelimelerden su toplayan aklımdan vazgeçişimi. Kendimi içime hapsedemeyişimdeki beceriksizliğimden dert yansam, sonra anlamasa kimse, hem anlasa bile kimsenin işine yaramayacak laflar etsem, içime gidemeyişimden, gittiğim hiçbir yeri de benimseyemeyişimden bahsetsem. Doğarken kaybolan kabuklarımı bulsam, saklansam… İçi boşalan şeyler kimseyi ilgilendirmez ki hem sonra. Çöp kutusuna bile varamayan ayaklarımla, gitsem, uzaklaşıp, en yüksekten kendi üzerime düşsem. O zaman anlamım olurdu belki.

Otuz Ağustos İki Bin On Sekiz 16:00
Nevin Akbulut