Altyazılarımın aynaları, bana kendimi daha deli hissettiriyor, insanlığın son gösterimi de çok sattı, vurulduk, öldük, eksildik, zaten eksiktik. Kucağımda bir kedi uyuyor, bundan şefkatli bir şey var mı bilmiyorum. Sormak da huyum değil, bilemeyince fazladan birkaç gülümseme daha ekliyorum, anlamadığım, anlamını bilemediğim ya da algılayamadığım her şeye… Vazgeçtim uğurlu sayımdan ve günümden, vazgeçince tüm günler birbirinin devamı gibi oldu, uğurlu günlerin bile uğursuzluk getirdiği zamanlar oldu, yazık oldu, yine günsüz kaldım, güneş tepemdeyken. Bir karınca kadar bile fark edilmeyeceğim belki, bir toz kadar yerim olmayacak çölleşmiş dünyada, belki de kayboldum başka büyük tozların içinde, çöle sormak lazım ya da çölün sahibine. Avucuma bir şiir sığsın istedim, çocuklara masallar anlatayım istedim ama hiç masal bilmiyordum, hiç masalım olmadı çocukken ya da hiç masal anlatılmadı küçüklüğüme. Önceki hayatım, zamanlarım yokmuş da sanki şimdi her şeyin dehşetle farkına varmış gibiyim, yaşamak eziyetinin yolcusuyum. Bir şiir istedim avuçlarıma sığacak kadar, yalnızca bir şiir, adının geçeceği, şehrimin içinde olacağı, satır arasına kendimi de iliştireceğim, bir şiir. Ellerimi açıp, dua ederken Allah’a gösterecektim. Olmadı, bir şiir sızıp, kalmadı avucumda, oysa kalbimin her odasına yüzlerce şiir sıkıştırmıştım, ellerim o kadar küçük müydü?
Hiçbir şey yokmuş gibi yapınca hiçbir şey olmuyor, insan sadece buna inanıyor, bir şey olmadığına, olmayacağına. Kimi zaman iyi gelen kötü şeyler var, kimin uydurması, neyin tedavisi? İyileşmek her zaman iyi gelmez. Hayallerimi kimsenin un ufak edip, ezip, yemeye hakkı yok. İçim kurudu huzursuzluktan, huzursuz yaşamaya alışınca insan içini çürütüyor. Buzdolabı değil bunun çaresi. Yenilmişlik hissi, insanın neden burada olduğunu sorgulatıyor, yenilmişlik aldanmak hissiyle aynı.
Korkuların da koktuğu zamanlar olmuştu, üzerinde aynı hırkayla günler geçiren adamlar, onun için en önemli birinden gelen bir hediye, unutmamak için giyiniyordu, gerçekliğini kendine ispatlamak için belki de. Aynı elbiseyle sabahladığım geceleri unutmak istedim, elbiseler hatırlattı. Bir elbisenin giyinmek dışında başka anlamları da vardı ve beni o anlamlar hırpalıyordu.
Şu yazın gelişinde bile saçma sapan umutlu bir şey var, geçmişe özlem var ama her gününe değil. Varlığımda daha önce yaşanmışların dejavu hâli var, ayaklarım tedirgin, ellerim titrek, sesim hep çatallı ve yorgun, ruhum dingin, beni huzursuz eden asıl kalbim. Beni kaçıncı kez delirttiler, hem de hiç fikrimi sormadan, defalarca sinir ettiler, iki kez aldattılar, yüzlerce gece ağlattılar, binlerce kez hasta ettiler, beş kez kestiler, bir sürü kanadım. Kurumuş yapraklar, dudaklarımı iyi tanır, çiçekliğimi iyi bilir koca çınarlar ve bir tek onlar bilir. Defalarca aldandım, bulanık sularda yüzümü aradım, aynalar gizli satırlardan başka bir şey değildi, gözümün kalemiyle alnımın yarısını karaladım. Üç satırlık yazgıma yer bıraktım. İçimdeki tanımını yapamadığım şeyler belirginleşmeye başladıkça, ben silikleşiyorum. Üstelik azalıp, ölüyorum, azap gibi bir şey. Kalbim yalnız açılmayan pencerelere açık, ağzım akmayan musluklara, susuzluk gibi bir şey şu zamanlar, açarken kalbimi biraz daha yeniliyorum, azalıyor kalbimin odaları, beni sıkan şey kalbimin hiçbir yere sığamaması.
Akşamın oluşunda tanıdık tedirginliklerim var, yanındaki sandalyeye endişeyi de oturtuyorum. Huzursuzluk gecenin boyunu aşıyor, pencere açmak istiyorum ama dışarıdan daha çok korkuyorum, dışarının güvenliği, içerinin güvensizliğinden daha güvenli değil, tek başıma yürümeyi biliyorum, yokuş çıkmayı da, hatta yokuş inmeyi çok seviyorum, semtlerden başka semtlere, şehirlerden başka şehirlere gitmesini de biliyorum ama en çok kaybolmasını biliyorum. Camın kenarında beklerken, umut kusan içimle, hayatın karmakarışık kardığı kartları düşünüyordum, gelmediğinde bir daha karmaya çalıştığım günleri, sonrasında geçmiş günlerle gelecektekiler birbirine karıştı, yaşamadığım günler bile yaşanmış oldu. Leyla sanki bir çöl ismiydi, şefkat en çok anne ellerine yakışırdı, bütün çamaşır asan kadınlar sanki merhametliydi, kader en yakın kardeşleri gibi sokak lambasının direğinin altında bekliyordu akşam olunca. Ardından keder geliyordu, kapının altından, anahtar deliğinden selamsız giriyordu içeriye. Adım uzak bir ülkede ıslak bir semt ismi gibiydi.
Sabahın erken saatinde sahile inen insanların genellikle kimseleri yoktur, ikide bir elleri telefona gitmez, hatta o kadar zaman geçmiştir ki kimse aramayalı, telefonun varlığı bile unutulmuştur, çoğu zaman cepte olması gereken telefon muhtemelen mutfak tezgâhının üzerinde, masanın bir köşesinde ya da kitaplığın önünde unutulmuştur. Dalgaların ıslattığı sulara basarak geçiyorum, yalılara, köşklere tur düzenliyorlar, şehrimin zenginliklerini göstermek için, yalnız uzaktan bakmak şartıyla. Böyle bir eğlence anlayışında benim kafam hiç eğlenmiyor. Biz ancak o güzel yalılara demir parmaklıklar ardından bakabiliriz ya da bazı ışıltılı, pahalı romanlarda rastlayabiliriz, belki hâlimizi o anlık unutarak, hatta umut etmeye cüret ederek, kafası karışık hayaller kurabiliriz. Ne denizlerine girebilir, ne havuzunda yüzebiliriz. Oysa bir zamanlar bir masala inanmıştım, ömür boyu deniz kokacaktım, çok yüzecektim, tuzlu tenim dalgalarla yarışacaktı. Masal olacak kadar da uzak bir zaman değildi. Bazı şeylerin masal olması için ninemin zamanında olması gerekmiyordu, inanmak yeterliydi.
Şimdi yalnız sulara basabiliyor ayaklarım, her bastığım yerde ufak, ıslak izler bırakıyorum, sesimin izini bulaştıramadığım semtlere. El izimden, gözümün renginden değil de hüznümden teşhis edin beni.
Ufacık bir şeyden dolayı, hayattan bir kez daha soğudum, bir anda hem de. Soğurken ne kadar haklı olduğumu bir kez daha tekrarladım kendime. İnsanların umutlu yüzleri, gülen, sarmaş dolaş halleri vıcık vıcık yapıştı yüzüme. İğrenç ve gereksizdi bunca umutlu ve kahkahalı olmak, onlardan olamadığım için de onlar beni özürlü olarak görüyor, ben de kendimi yetersiz olarak tanımlıyorum, sanırım ikisi de aynı şey, aynı anlama gelemeyen…
Çay bardağındaki küçük çiçek büyüdü, salındı, saçlarını kısacık kesti, her gün yanmayan kaloriferin üzerinde, camdan sızan güneşte güneşleniyor, pencerenin kenarından gelen rüzgârla serinliyor, saçlarını bir kez daha kısa kestirdi, artık yaz geldi, çiçek büyüdü, sigaraya başladı.
Bir semazen gibi durmadan, dönüyorum, dönünce unuturum zannediyorum çünkü dönünce düşünmeye fırsatı olmuyor insanın, zaman da izin vermiyor buna. Fırtınanın en gerisinde yapayalnız dolaşırken görüyorum kendimi, döndükçe gülüyorum, döndükçe rüzgârgülü oluyorum.
Başkalarının hikâyesindeki gölge gibiyim yazarken, olmayanı oldurmaya, olanı olduğu gibi kabullenmemeye eğilimim var. Öyle ya, bizim hikâyenin kurgusu başka yazarların eline geçmişti, bundan sonra ne yazsam inanamazdım.
On Yeni Haziran İki Bin On Altı 17 40
Nevin Akbulut
No Comments