All Posts By

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Susacak Şeyler

Aklımın kuşları, burnumun çiçeği, hangi bahara geç kaldı da, soldu? Ne renk donduğumu bilmeden bekledim, soludum, soluklanamadan. Tek nefeslik canımı bir bahara hibe ettim, şimdi susacak şeyleri yazıyorum. Sustuklarım da içimde birbiriyle kavga ediyor, uzun zamandır ruh gibi dolaşıyorum, tüy gibi hafiflemiş hissediyorum, bu dünyada az daha kalmışlığın göstergesi bu, derecesi yok acı çekmenin ve suskunluğun.
Yaşadığım zaman bir sezon finali, bardağı ağzımdan önce şakağıma dayadım, çok içli sesler duydum içinden, içimden duyduklarımı sustum. Çiçeği burnumdan önce boynuma değdirdim, hayatta değmeyecek şeylere önemli bir miktar değer verdim, sonra bir gün hayatın birdenbire saçma sapan biteceğini öğrendim, bir gün ansızın boğazıma takılan herhangi bir şeyin kabuğuyla, böyle saçma sapan bir zamanda öleceğim, sonra saçmalık olacak bu, son saçmalık.
Bir gün birisi gelecek, tüm gidenlere inatla ve ben ondan soracağım tüm hesapları, tüm sorgularımın cevabını verecek ve o da geçip gidecek herkes gibi. Geçmiş zaman eklerimin arasına karışacak.
Sanki her şey sabun kokuyor, her yerden deterjan kokusu, kirli bir dünyaya göre fazla temiz kimyasal kokuyor, bu iğrendirici. İnsanlardan çok kokuların olması, kin ve öfkenin her şeyden çok bir duman gibi üzerimizde olması sabunlardan çok insanların kokması. Sokaklar bu yüzden geçilmiyor, basacak yer yok koku, korku ve dumanlı öfkeden. İçimi içime kapatırken, sokağa açılan tüm pencereleri ve perdeleri birbirlerine kapatıyorum, sokaklar dâhil.
Yanımda öylesine durduğunu, en çok iğreti duran bira şişesi biliyordu, ona soran olsa anlatırdı ama kimse sormadı, o da sallanmaya devam etti. İçinde bir şeyler çalkalanıyordu, kalbi durdu duracaktı, biten şişenin en dibindeki o tümseğin üzerindeki son atışlık kalbini bir kez daha tuttu, sonra şişeyi kırıp, bir adama vermeyi düşündü, düşünür düşünmez hata ettiği anlayıp vazgeçti, zaten hayatında birçok şeyi yapmaktan çok vazgeçmesiyle tanımlardı kendini. Kalbini bir adam yerine bir kitaba verdi, tek bir kitaba, yüzlerce sayfası olan, sayfa sayıları ömrüne eşit bir kitap. Sanki her şey layığını dulmuş, her şey eşitlenmişti…
Gülmekle ağlamak arasında, tam neresinde olduğumu bilemediğim bir yerdeyim, sanırım gülmeye biraz daha uzağım. Kalem ucuyla sigara yapan çocuklardık, parmak uçlarımda yürümekten bastığım yerin ne olduğunu bilemedim. Her şeyin ucunda ya da sonunda gibiyim.  Birilerinin arta kalan hayatını sürdürüyorum, bizim fikrimiz ne olursa olsun, hayat açılmamış bir kutu olduğunu zannediyor ve biz hep o ezberi yaşıyoruz, yaşanılan ezberi, hâlâ saçma umutlarla uyuyup, sabah uyandığımızda bambaşka bir hayatımız olduğunu zannediyoruz, her sabah yeni bir umutsuzluk, eski bir hayal kırıklığı… Yine de vazgeçemiyoruz, umut etmekten, çünkü her ne kadar bize rastlamasa da bir yerlerde birinin üzerine umutlardan dilekler yağıyor, dünkü hayat, bugün ağlamamalı, yağmur hariç yüzümüz ıslanmamalı.
Bizim yüzümüz yolgeçen ağlaması değil ki. Duvarlarımda saklanıyorum, dünyaya ters bakan biriyim ben, yönüm farklı olabilir ama kimseye yüzümü, sözümü çevirmedim. Yastığımda kelebekler uyuyabilir, yüzümde balıklar ıslanabilir, beyaz göğsümde kuşlar yuva yapabilir, sadece bu kadar, evcil olmayan duyguları öğrenmeye çalışıyorum, yaşadığım, yaşayamadığım şeylerin şimdilik provası.
İçimdeki tereddüde roman yazılırken, acısız ve yarım ağızla anlatabilir misin beni, hiç dokunmadan?
Her bir gelişin aslında gitmek demek olduğunu, sırf bu yüzden seni delice beklerken, aslında hiçte gelmeni istemiyordum içimden. Gelmekle beklemenin bakiyesi ödenemeyecekti hiçbir zaman. “Tekirdir o” dediğim bir tekerlemenin yuvarladığı bir şey gibi hissediyorum kendimi. Uzunca bir süre balıkları izledim, sonra her yağmur yağdığında, dışarı çıkan salyangozların, çoğunlukla uğradığı kazaları, tükenmez kalemle avucuma çizdiğim her şey tükendi, içime kadar tükendi, ne yoksuldu ellerim, ne kimsesiz, zavallı bileklerim, aklımı da işin içine sokup neler yapmadılar…
Vücudumda duygular fazla, vitaminler eksik. O yüzden bir şeylerden, bazı şeylere fırsat kalmıyor, bazı şeyler sığmıyor bünyeme, hazmedememek bu olsa gerek. Hâlâ bir kuşun sessizce beni alıp, gökyüzüne götürmesini bekliyorum, burası uzun zamandır son durak ve kuşlar geçmiyor.
Çok içtim, çok kustum, bir sürü sustum, biraz da ağladım. Geriye parçalanmayan tek şey, dövmelerim ve hüznüm kaldı, biraz da rezilliklerim. İçecek bir şey kalmayınca, susacak da bir şey kalmıyor…
Zavallı aklım, kalbim devreye girdiğinde nasıl da kaçacak yer arıyor, aklımı kaçırıyorum kalbimle. Mesafelerin en yenilmez çağı bu, bir bedenin içinde iki ayrı dünya, iki kişiden olur da ayrı dünyanın insanı, tek kişiden de olur muymuş? Köprünün ışıklarına bıraktım aklımı, karşıya geçerken, içim geçiyormuş gibiydi. İçimdeki köprüleri önce yakmıştım, onlar da hâliyle yıkılmıştı, bir şey yaparken, iki şeye sebebiyet vermenin meselesi bu, tıpkı insanın kalbi kırılırken başka yerlerinin de sızlaması gibi, kalpte bir çarpıntı, bir patırtı, bir dışarı taşma hevesi ama ağrılar, onlar tam da belirgin işte, görünür gibi geziniyorlar.
Aklıma dövülmüş kurşun sıktım, kalbim tam da onu sevdiğim anda girdiği şoktan kurtulamamış gibi öylece kaldı, başka bir şey yapmadı. Yaşanılanlar fotoğraf gibi kaldı, anılar hâlâ canlı, can çekişme gibi olsa da, bir hayret, bir başkalık oturdu yüzüme, ellerim uzun zamandır tedirgin, gözlerine merhamet uğramamışlardan imdat dilenmek gibi, çaresizliğin keşke bir sözlüğü olsaydı, tabiri caiz olmayan. Ölürken tam o son hayali yutmuş da doymuş gibi bir açlık içimdeki, neyin devamını yaşarken, neleri bitirdiğimin hesabından yoksunum ve ondan vazgeçemediğim şeyler var, insanlar konuşunca anlamıyorum ama şarkı söyleyince anlıyorum. O yüzden göğüs kafesimde beslediğim kuşa durmadan şarkılar öğretiyorum.
 Altı Ekim İki Bin On Beş 16 30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Tanısız Tını

Çok mezar taşı okursam
Yeterince unutabilir miyim?
Adam gitti. 
Kadın daha çok mezar taşı okumaya başladı, bir de şaraba dadandı, her güne bir şişe sığdırdı, kapaklarının altına onun yüzünü yerleştirdi, unutmamak için miydi yoksa saklamak için miydi? Kimse bilemedi… Sonra kokusunu düşündü, sarhoş olunca daha çok geliyordu burnuna, esrarengiz bir tütsü gibi hep bunu tekrarladı, uyku ile uyanıklık arasındaki o kaygan ve tatlı uçurumda hep onun beklediğini düşündü, olmayan şeylere bile bu kadar anlam yüklerken, onu yeniden var etti. Artık istese de unutamazdı, dünyadaki tüm mezar taşlarını unutsa da, şehir değiştirse de, beynini, düşüncelerini hatta yeni huylar edinse de…
Sen denizin dibinde yaşıyorsun, ben odamda daha çok kum biriktiriyorum öleyim diye. Sessizce gülümsüyorum karşılık bulamadığım duvarlara… Seni haklı bulduğum o üst sokaktan her geçişimde sokağın ismini değiştiriyorum ve aslında ne kadar da haksız olduğunu düşünüyorum. Modası geçen şarkılar kadar iz bıraktın hayatımda, ama hep dinlenilen, hep sayılıp, sevilen, sevmeler tükense bile bağımlı olunan duman gibi sevecektim seni, görünmeden hiç, sezdirmeden, sessizce. Hani demiştim ya, ben artık susan bir şarkıyım, notalarımı kaybediyorum gitgide…
İstiklâl caddesinde kenarda susan şarkıyım ben, insanlar geçiyor her saniye önümden. Zaman geçtikçe notalarımı unutuyorum, çok sevimsiz bu. Çapraz ateşimin tellerine konan kuş gibi çırpınıyor yüreğim. Elektrik çarpıyor duygularımı, saçlarımdan çok. Kalbimin teklediğini hissediyorum. Böyle soğuk ellerle daha ne kadar yaşanır ki ve ellerim bu kadar soğukken, sıcak hikâyeler anlatmamı nasıl bekleyebilirler?
Ona fazladan birkaç kelime bile söylememiştim, içimdeki deryada yüzerken, sayısız cümleler… Filmin en sevdiğim yerinde, sanki araya reklam girmiş de, sonra her şey yine kaldığı yerden devam edecekmiş gibi, sırf o ânı uyuşuk yaşamaya karar verdim. Böylece o zaman hiç yaşanmamış olacaktı. 
Maddiyat düşünmekten kendimizi alamadığımız için, maneviyatımız düştü hatta öldü. İçli şiirler okuyamaz olduk, okusak bile gırtlaktan aşağıya inmedi. Sistem dayanılır gibi değil, sağlam kafa, sağlam vücutta bulunmuyor, sağlıksız kafalarımız var. Ekonomiyle baş etmek için manevi savaşlarımız yetmiyor. O da ayrı bir barış biçimi kendinle. Kuşları seyrederek yetiniyoruz özgürlükle, sene iki bin on beş ve ben hâlâ “martıca” bilmiyorum. 
Bilmediklerim arasında, en çok ne zaman unutulduğum var, beni hatırlayan en son insan ne zaman ölecek ya da yaşayan ölü müyüz gerçekten? Yalnızlığıyla baş edebilen kadınların sığındığı güçleri bilemezsiniz ve acıları nasıl bir sihirbaz gibi iyileştirdiklerini… İnsanlar bana “neden yalnızsın?” diye sorduğunda onları “sen neden birliktesin?” diye oyalamak istiyorum, diğer her şeyi ve hatta hayatı da geçiştirdiğim gibi, yemek saatlerini bile geçiştiririm ben. Yoksa arada o birkaç saatlik deniz manzarası huzuruna nasıl erişebilirim ki? Bu gece yine seni düşünmeden uyuyacağım, nasıl yalnızım, nasıl suskun. Dolaplarımı bir daha bozdum, yaptım yalnızlıktan. Kendime anlatacak rüyalarım var, başkalarına susacak düşlerim. Yine de yorgunum, hiç düşemediğim için, hep tutunduğum için, kapı kollarımdan tutun, tüm kemiklerime kadar ağrım var. Yine de bitmeyen bir bitkinlik bu, ıstırap olur günlüğümden. 
Şimdi bizi bu hâle düşürenlere, okkalı bir beddua ederdim ve bir sürü kişi de alkışlardı ama gerek yok, ben bu aşamaları bile geçtim. Yokluğun dibindeki hayallerin sonundayım. Olmayan balkonuma çıkıp sigara içiyorum. Olmayan göbeğime dokunuyorum bir şey var gibi… Bir şeyin yokluğu gibi bir şey. Eksiklik! En güzel gerçekleşmeyecek hayalleri de ben kurarım, üstelik yıksalar da…
Garaj kapılarına yazmak istediğim küfürler var, içim böylesine dolmasaydı küsecek yer aramazdım. Durup dururken kusmak yerine koşarak bir lavabo bulmak yerine, içime küserdim, dökemediklerimi. Koku müthiş bir şeydir, insanın sevdiği birinin kokusu içinde sessiz coşkular yaratır, unutulamaz, ben en çok bu koku için tüm dünyaya küsmek istiyorum. 
Kalbi bir kenara bıraktık da, artık, daha bir içli, daha bir ciğerli yazılar yazıyoruz, kalp üzerine yeterince şey söylenildi, en ümitsiz aşkların bile vakası belli oldu, tanısı konuldu, “çivi çiviyi söker” türünde tedavisi de sunuldu. Artık daha bir yüreksiz ama daha bir sağlıklıyız, daha az organlı, öğrendik bozulan yerimizi kesmeyi ya da öğrendik kırılan yerimizi diğerlerinden ayırmayı. Kestik, biçtik de dikmesini beceremedik. Ayırdık da, birleştiremedik, yapıştıramadık, bu ayrılığın tedavisi yoktu işte, buna kimse tanı koyamazdı, teşhisi konulamayan ümitsiz vakalar dosyasında rafa kaldırılacaktı, değersiz olacaktı, oysa ayrılık değerlidir, ayrıldığın kişi, her gün aklına geliyorsa, hep nasıl ayrıldığını hatırlıyorsan kıymetlidir hatta belki bu bir arada olmanızdan bile daha değerlidir.
Kasiyerden farkım yok şu hayatta, herkes gelip, bir şeyler alıp, gidiyorlar, durmadan konuşuyorlar, içimdekiler eksiliyor, sırtım ağrıyor, yoruluyorum. İnsanlara gereksiz gülümsemekten, anlamaya çalışmaktan, anlatmaktan yoruldum. Yalnızca fatura kesemiyorum. Cari hesap tek çıkışlı…
Kafanda gerçek bir intihar varsa, ölüm kurguları boşuna, dayanılmaz bir ağırlık. Çok konuşunca her şey anlamını yitiriyor, fazlasıyla…
Bazen hatırlamak için yalnız kalırız. Çünkü hatırlamazsak ölürüz.
Yanımda öylesine iğreti durduğunu ikide bir bira şişesinin dibine bakmasından anlamıştım. Şişeyi çevirir gibi yapıp, altına bakıyordu, yaptığının farkında değildi ama ben onun o kadar farkındaydım ki, sonrasında ne zaman bu sahneyi hatırlasam kendime acıdım, nasıl acıklı bir durumdu bu… Bir daha hiç kimse ya da hiçbir şey beni oyalayamazdı, acılar ve boşluklar hariç. Bir de her şeyin dibine bakan insanlar, derin düşündüğünü boşuna zannediyorlar, derinlik dedikleri düştükleri çukurdan fazlası değil.
Çukura da insan yalnızca içinde ne varsa onu götürebiliyor. Artık uzun zamandır ellerimin farkında değilim, ellerimdeki çiziklerin, kalem izlerinin dahası artık hiçbir elin farkımda olacağını sanmıyorum.
Unuttun beni, hem de öyle bir unuttun ki, bir daha kimsenin hatırlamaya mecali kalmadı. Kafamın içinde senden sonra, çelişkiden başka bir şey kalmadı.
Kanser ve mide bulantısı için kimyasal ilaç kullanılıyor. Odamdaki halıya bira dökülmediği gün yok. Bira sarsıntı geçirmişse, muhakkak kimyasal demir kokuyor. Tenekeden içmenin şişeyle arasındaki fark, birisi sekiz diğeri yedi dakikada bozuluyor. On dakikadan önce sarhoş olmak yasak. Ahşap bir evde doğdum, büyüdüm, üç katlı, ne sağlıklı bir yapı malzemesi, ama sonraki her şey fazlasıyla sağlıksız…
Doğallığını sonradan keşfedebilmiş insan sürüsü, bitkisel hayatın bitkilerle hiçbir ilgisi yok. Duş bozuk sütlü kahve kokuyor, düşler karanlık kokuyor ve geceye artık fazladan anlamlar yüklemek karanlık için anlamsız.
Yirmi İki Eylül İki Bin On Beş 16 30
Nevin Akbulut
blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Aklımın Kuşları

Arada tansiyonum düşüyor, toplayamıyorum yerden, eğilemiyorum çünkü eğilsem dünyam kararacak yine, başıma bir yığın soru işareti düşüp, çarpacak. Eğilirsem, kafamı bir daha yerden kaldıramayacağım, üstelik de yukarıdakiler bu kadar kalabalıkken. Felç olmanın provasını yaşıyor beynim arada, uzun süre öyle kalıyorum. Bir şeyleri hissetmeden yaşayınca insan daha mı az yaşlanır? Sonuçta yaşamamış gibi bir şey oluyorsun. Hissizliğimle hissettiklerim sürekli kavga hâlinde, kimsenin kazandığı da yok kaybettiği de… Altına işeyen çocuğun sabah yataktan kalkamayışının rahatlığı ve rahatsızlığıyla dolaşıyorum her gün, ne yapsam olmuyor gibi, sağıma dönsem, soluma dönmek istiyorum, soluma dönsem arkamı dönmek istiyorum her şeye bir anda. Sığınağım dediğim şeylerin beni aslında iç etmek için uğraştıkları, aslında hep açıkta kaldığımı, saklandığım için pişman olduğumda, bir süre sonra saklanmadığım için pişmanlıklarım kovalıyor. Araf’ta kalmanın en güzel tereddütünü yaşıyorum şüphesiz. Gülünç hikâyelerimin içine, gizli ve hazin sonlar ekliyorum. Kimse anlamıyor gülüşümden. İşte sırf bunun için mutlu olabilir insan, o kadar lükse gerek yok.

Hayat denilen yolda epeyce acemi, ömür erkenden solmuş yıldız gibi, yaşayamadıklarım erkenden sönmüş porno yıldızı. Akşamlara sığınıyorum, teninin sıcaklığına usulca sokulur gibi. Ellerin hâlâ dosdoğru duruyorsa, cesaretini hiç bilmediğin sokaklarda yitirmişsindir. İki rakı ve çok duman, çok fazla şey var beynimi uğuldatan. O ses hiç susmuyor, nereden geldiğini bilmediğim ses, hep bağırıyor, ne dediği de anlaşılmıyor üstelik. Zihnimin en açık zamanları beni en çok yanıltan anlardı. İnsan ayık olmayınca aldatıldığını da çok umursamıyor. Beynimin oyunlarıyla kendimi oynatıyorum ve aslında herkesi. Kimse beni ayıltamadı. Etten yaratılmış duygularda mucize arayıp duruyoruz, oysa sabah olunca yıldızlar bile sönüyor. Tek mucizemiz, devamlı mucizemiz kaybetmek, sahip olduğumuzu zannettiğimiz her şeyi yitirmenin sancısı daha bir başka oluyor sahip olduklarındansa… İnançlarımız bizi cezalandırırken, yalnızlık yine göz kırpıyor. Hayat öpücüğü, sûni teneffüs şart.

“Bedenin canlı olması, ruhun cismine yüklenen anlamla sağlanıyor” gibi şeyler düşünüyorum. Gereksiz anlamlar yüklediğim şeyler ağırlık yapıyor sırtımda, kamyon yükü taşıdığımız, oysa en çok sırtımız öpülmeliydi.

Melodram hesaplaşmalardan uzak durdum hep, gayrimeşru bir çocuğun gözyaşları gibi dokundu içime ödeşmeler, ağladım. Çıplakken insan ne kadar cesursa o kadar cesurdum. Yalnızca gözlerim karaydı, bu yetiyordu içimdeki ateşi görmelerine. Düşmelerin tuzağındaki yem gibiydim, düşürmedim kendimi ödeşmelere, onun yerine içimi deştiler. Bir yığın duygum fırladı dışarıya, bir yığın duygu organım zarar gördü. Yine de hesaplaşmadım çünkü onlarla hiçbir hesaplaşma âdil olamayacaktı, affetmenin dayanılmaz yüküyle kendimi ödüllendirdim. Sırf bu yüzden bile sinirlenebiliyorlar. İçime kötü dokunan şeyler var, içimi iyice ezen şeyler var. Kendimi ne senin beni sevdiğin gibi sevdim, ne de bıraktığın gibi nefret ettim. Muhakkak gelecek bir sonu biliyormuş gibi, hikâyemizi sahiplendim çünkü içinde en çok bana ait kısmı yer alıyordu. Ilık bir yaz sabahı gibi, serin, derin ve köklü. Unutulamayacak baharların yasını tutuyorum her yaz, unutulamayacak ama bir daha da yaşanmayacak. Bir zamandan sonra da yaşandığından şüpheye düşeceğiz, zamanla böyle birisi olup, olmadığından, nokta gibi kalıncaya kadar çevremizde dolanan her harften, her kelimeden şüpheleneceğiz ve en sonunda da varlığımızdan, kendi bitmek bilmez varlığımızdan…

Hatırlamadığımız zamanları ihanet etmiş gibi bir azapla karşılıyordum. Ne çok sadıktım hikâyemize, o başka yollar çizerken kendi etrafında. Hiç kıpırdamadım bırakıldığım yerden, hiç fazladan hareket yapmadım, öylece kaldım, her şeyi olduğu gibi bırakıp, çıkacak kadar cesaretim vardı artık.

Hayatımda; yaşadıklarımı susarak, yaşayamadıklarımı da anlatarak tamamlıyorum hikâyemi. Zamanın bana biçmiş olduğu, payıma düşen hikâyeye yeni bir şey eklemek gelmedi içimden. Artık bizden yalnız iki ayrı hayat çıkardı, yeniden yazsam da hiçbir şeyin sonu değişmeyecekti. Geri dönsen de, dönmesen de hiçbir şeyin değişmeyeceği inancımdaki özgürlüğü tetikliyordu. Hiçbir şey yapmadım, hiçbir şey yapmadan durabilmek de, benim özgürlüğümdü. Bir hayatı böyle yaşanırken, yaşanmaz kılabilmek gibi yeteneğim vardı, bir hayat nasıl yaşanırdı bilmiyorum, nasıl susulur onu ezberlemiştim.

Aklımın kuşları uçup gidince, bir çiçek yetiştirdim yüreğimin en sulak köşesinde, kedilere taktığım isimleri ona da ezberlettim. Gökten sim yağsın istiyordum, yukarı fırlattığımız feryatlar dökülüyor her gün üzerimize, hüzün rengine boyanıyoruz, yüzümüz daha bir düştü, düşlere karışamayacak korkunç kâbusları yaşıyoruz her gün, yaşanacakların müsveddesini sakladım içimin raflarında, yaşanmazları hikâyelerde yazıyoruz. Kitaplar bizden daha çok yaşıyor, yıldızları söndü gecelerin… En çok da bulutların parçaladığı gökyüzü ağladı, gözümden düştü gökyüzünün yaşları, tombul kuşlar yok artık, arabalara çarpan kargalar var. Merakımı bile merak eder oldum, sustuğumdan beri. Herkes iç sıkıntısı olarak görür beni, kimseye anlatamadığım hâlde. Gökten yağan yağmura rahmet gözüyle bakmazlar artık, feryat gözüyle görünce hayra yoramayız hiçbir şeyi. Çocukların çocukluğu, hiç çocukluğuma benzemiyor, gökkuşağını yalnızca ressamların resimlerinden tanıyorum. Toz bulutu, felâket bir karabasan, kapkara ve ütüsüz günler. Alınyazımın doktor kalemiyle yazılmış reçetesi, kaderim on sekiz yaşımdan sonra da değişmedi, yirmi sekiz yaşımdan sonra da… Üstelik reçetelerin bir şeyleri iyileştirirken, başka şeyleri bozduğuna dair inançlarımla beraber iyileşirken… Böldüğüm yazıların çoğaldığı, yazamadıklarımın arttığı, gözlerimdeki ıslak nemin kalıcılığı, yeni yaşlarım bana bu nemi bağışladı. Belki de tek sorumlu rutubettir, hava alamıyordur önce ciğerlerimiz sonra da kalbimiz. Bu toz bulutu içinde takılan hortumlar da nefes aldırmıyor, gözlerim yanıyor, ama acıdan. Acı şeyler elle tutulabilecek türden de değil, elle tutulabilseydi, onun da çaresi bulunurdu.

On Bir Eylül İki Bin On Beş 17 30
Nevin Akbulut

Genel

Sabun

Sanki her şey sabun kokuyor, her yerden deterjan kokusu, kirli bir dünyaya göre fazla temiz kimyasal kokuyor, bu iğrendirici. İnsanlardan çok kokuların olması, kin ve öfkenin her şeyden çok bir duman gibi üzerimizde olması sabunlardan çok insanların kokması. Sokaklar bu yüzden geçilmiyor, basacak yer yok koku, korku ve dumanlı öfkeden. İçimi içime kapatırken, sokağa açılan tüm pencereleri ve perdeleri birbirlerine kapatıyorum, sokaklar dâhil.

Yirmi Yedi Ağustos İki Bin On Beş 

Genel

Hakkımın Hakkında

Her gün çizgilere basmamaya çalışarak yürüyorum, yola çıktığımda yalnız kaldırımları takip ederim, ilk gördüğüm kaldırıma hemen çıkarım, kaldırımlar üzerine yazılan şiirlere güveniyorum, kaldırım taşlarına değil de… Mutfağa her gittiğimde buzdolabının kapağını açıp, dikilirim önünde, hiçbir şey almadan yine kapatırım, içeridekiler yerli yerinde mi diye bakıyorum sanırım. Bir tür teyit etmek gibi bir şey… Sabaha kadar takıldığım şarkılar var mesela, aynı şarkıyı defalarca dinleme manyaklığına tutulurum. Şarkıları kasetlerde dinleyebilme devrine yetiştiğim için de şanslı hissediyorum kendimi, o zamanlar her sokakta muhakkak doldurma kaset yapan dükkânlar vardı, şimdi hiç birisi yok. Bir de plaklarım var benim, çok eski zamanlardan miras bana, onlar da olduğu için çok şanslıyım, hepsinin kapağı eski kokuyor, şarkıların içindeki ruh halleri ve yaşanmışlıklar sanki o karton kapağa yansımış. her şarkının bir ruhu olduğuna inanırım her hikâyenin olduğu gibi, beni benden alan sesler vardır, uzaklara götüren ama her defasında yeniden olduğum yere getiriyorlar; ya trafiğin ortasına ya masamın bir köşesine veya dünyaya bakmaya çalıştığım pencereye. Her sabah ve akşam yüzümü yıkadığımda sudan çok, havlunun yüzüme batıp, acıtmasına ve bu kadar hassaslığıma sinir oluyorum. Kahvaltıda ya da akşamleyin çay yaptığımda, çayı içeriye taşırken muhakkak demliğin üst kapağını bir kere açıp kapatırım, eğer açıp kapamazsam sanki kıyamet kopacak. Bardakaltlarından nefret ediyorum, kendime ne kadar özeniyorsam insanlara da o şekilde özenirim, gece gördüğüm rüyalardan gündüzleri çok etkilenirim. Fark edemediğim ama alışık olduğum ayrıntılarım belki de beni farklı kılan, kusurlarımla, sinir olduklarım ve manyak hissettiklerimle bir bütünüm ben. İyi huyluyum diyemem hiçbir zaman, ben böyleyim dediğim zamanlarda genelde anlamaz kimse ne demek istediğimi… Küstüğüm kavga ettiğim arkadaşımla ne için küstüğümü unuturum, onlar da genelde bunu fırsat bilip, tekrar konuşmaya başlarlar, ben de küs olduğumu bilirim ama neden küs olduğumu bilemediğim için, bir şey yapamam. Kendimi haklı bulduğum zamanlarda haksız hissetmek gibi de bir özelliğim var. Kediler olmasa beni bu hayatta hiçbir şey ısıtamaz. Güvenmemeyi onlardan öğrenebilsem bir de tam olacak, her defasında “bu son artık” dediğim halde hep yine güvenirim. Çok güzel aldanırım, aldanmalarımdan bir dünya hikâye çıkar, çok iyi inanırım, kandıramazlar ben inanmayı tercih ederim. Sürekli gülerim, acı bulduğum, sinir olduğum şeylere bile hazin bir şekilde gülümserim. Bundan rahatsız olanlar oluyor, ben o zaman daha çok gülüyorum. Bir çeşit sinir oluyorum ve sinir ediyorum. Bu ayrıntılarım olmasa, ben ben değilim!
Nevin Akbulut
Eylül’ün içinden

Genel

Ölü Paragraf




Uzun zamandır kimse benim için “artık” kelimesini kullanmıyor çünkü kimseye o kadar yaklaşmıyorum, herkesle samimiyetim ve muhabbetim artık kelimesinin olduğu yere kadar. Sancıyor artık büyüdüğüm şeyler, kafamın karışmasını istiyorum, beynimin uyuşmasını, sessizliğimin içindeki sonsuz huzuru, bazen birinin gözlerine baktığımda “sonsuzluk” kelimesi çıkıyor ortaya. Oysa yalnızken ne kadar da kelimesizim. Gördüğüm en güzel rüyayı anlatamadan, hafızama işleyemeden kaybettim aklımı. Aklım onun içinde yok olmuştu, zavallı bir şeydi, sokağa döküldüğünde. Ruhumun en güzel kenarında, sessizce dinlenirken, denize vurdu aklım, ayaklarımın kumda olduğunu bilmiyordum, böyle sıcak olduğunu yeryüzünün, böyle anlaşılmaz olduğunu her varlığın ve henüz bıkmamıştım hiçbir şeyden, henüz yılmamıştım, yıkılmaya daha zamanım vardı ama zamanımın vakti kalmamıştı. Merhametimin elleri bağlı sanki gözleri gökyüzünde, dizleri dökülüyor.  İçimin döküntüsü, dışımı çöktürüyor. Kurşunlar ayrı vızıldıyor, arı sesinden çok onların sesi, çiçek kokularından mahrum barut kokusu, her yerimiz yanık içinde. Aklımı dövüyorum, fikrimin olmazlarına, inancım nasıl da kandı, tam inanırken, beynimdeki patlama, her taraf kelime içinde, inancımdan vuruldum, yaşama sevincim yerlerde, sürünüyor, süründürürken. Bazı kelimeleri içime atıp, susmak istiyorum. Çare olur mu kelimesizliğime, bilmiyorum.
Ölürken o son sırrı da yutmuş gibi kelimeler, susarken, ölmüş gibi ama susmayacakmış gibi, ölümün böyle olmadığına inanmış gibi, gözbebekleri nasıl da küçülmüştü. Fikrimin yabancısıyım, aklımın yalancısı, kalbimin inancı. O yüzden öldüm.
Bir daha hiç görülemeyecek bir rüyadaki kahraman, hiç anlatılamayacak masaldaki kahramanla ruh eşi olmuşlardı. Aşk diyorlardı adına, tılsımların yalancısıyım. Öldükten sonra hep cenazemin uçacağına dair içimdeki sahte inançlar ve yaşadığım günden çok fazla yaşamış hissine kapılan ruhumla, belki onulmaz bir uçurumun ucundan sesleniyorum sana, belki de tek nokta sığacak kadar bir delik bulduğum bu tabutun içinden. Mecazlar bazen, gerçeklerimizi yenmez mi? Yaşamadığımız şeyler, bazen yaşadıklarımızın önüne geçmez mi? Öyle işte… Bazıları bu sessiz hikâyenin ardından şarap kadehlerini tokuştururken, bazıları da anlaşılmaz dillerde dua edecekler, ben hepsini duyacağım. Gerçek hayatta duyduğum hâlde karşılık vermeden az durduğum zamanların inadına, her şeyi duyup, konuşmayacağım, gerçek hayatla alakam kesin kesildi diyeceğim bu sefer. Kendi aklımı yitirdiğimde, başka bir şey bulmuşum gibi sevindim, bir boşluğu kapatamıyorsan, daha başka boşluklar açıyorsun hayatında, o boşluğu unutmak için. Ruhum onunla o zaman tanıştı, aklımı arıyormuşum gibi yaptım, belamı bulmuştum. “Tılsımım olur musun?” dedim. Dudaklarımı boş verdi, ağzımın içine ölüm doldu, kusamadım. Onun yerine sustum, dudaklarımın açılmaması lazımdı. İçimde dolaşan kelimelerden onun haberi yoktu. Cümleleri yüzüne çarpıp geri kalbime giriyordu, içine işleyecek kadar zamanı yoktu.
Yağmur her şeye şifa gibi, acılar buhar olup, gidiyormuş gibi… Galibiyetim sustu, mağlubiyetim azdı, korktular, en çok gözlerimden, sonra da gözyaşlarımdan, korkak oldukları için değil, şefkat bilemedikleri için, nasıl davranacağını bilemeyen insanların tedirginliği yapışmıştı ceketlerine, çok şık duruyordu, hüzünlü baloda… Çok şık sırıtıyorlardı…
Herkesin bu kadar ikiyüzlü olduğu bir dünyada, tek gülen yüzüm yetmiyor bana, aynalarla çoğaltıyorum, gülmeyi, kahkaha oluyor. Başkalarının gülmeleri de yetmiyor. Yüzümü astım, hem de geceler boyu. Odamdaki eşyaları boşaltmayı düşündüğümden beri, daha fazla dağıldığını hissediyorum, beynimin ve eşyaların, benim kitaplarla yakınlığım insanların hazmedemediğim kötü karakterleri yüzünden, teşekkür ederim buna, hem de tüm içtenliğimle, rezaletiniz dünyayı daha çekilmez bir yer yaptığı gibi, hayata dair daha az çaba sarf ediyorum.  Bazen; yapılan iyi bir şeyin, iyi gelmediği gibi, bazen de yapılan kötü bir hareketin devamında iyi bir şey olması gibi bu işte. Dünyadan biraz daha, elimi, eteğimi çekmeme neden oluyorsunuz, minnettarım, kitaplardaki kadar… Tüm bunları bir de Fransızca bağırmak isterdim, ama ben ancak Türkçe susarım, siz yine de bir şey anlamazsınız…
Üzümlerinizden artık şarap da olmuyor, güler yüzünüzden de menfaat akıyor, kalbimi doldurmak tüm bunlara yetmiyor, dünyamı biraz daha boşaltmalıyım.
Bedenden önce ruh vardı, kimse ruhla ilgilenmiyordu ama. Çıplak ayaktan önce, toprak yol, yoldan önce iz, bir şeyin izi vardı. Kimse nereden geldiğinle de ilgilenmiyordu, neden bu kadar yorulduğunu da sormuyordu, dinlenmek için oraya gittiğini, soluklanmak için nefes aldığını, fikirlerini, düşüncelerini bilmiyorlar ve önemsemiyorlardı. Yanlışlıkla geldiğin dünyadan yalnızlıkla ayrılıyorsun, tek kişilik eşyaların gittikçe çoğalıyor, düşüncelerin gibi, o kadar uzaklaşıyorsun ki sonra, neden ağladığın sorulacağı yerde, neden sustuğun konuşuluyor, artık o kadar uzaksın ki, haykırsan bile duyulmuyor, ağlamalar eskidi üzerinde, şiddetlerin korosunu düzenliyor bedeninde, kurumuyor…
Büyürken, saklandığımız yerde unutulmuş çocuklarız biz, bazen de yağmurda korkudan yatağımızı ayıcıklara verip, karyolanın altına saklanırdık, geceleri saklambaç oynarken, kaybolurduk, sonra canavarların geleceğine falan inanırdık. Büyürken korkan çocuklardık ama büyüdükten sonra her şeyin gerçekten daha korkunç ve daha kötü olacağını henüz bilmiyorduk, korkularımız da çocuk kadarmış, korkularımız biz büyümeden büyüdü, kıyısına vuran kahkahalarımız dudaklarımızın içimize hapsoldu, üç kelimenin cehennemine yenik düştük. (Sus!) Kalbimizin tam alnından vuruldu umutlarımız, zehirli silah ile umut etmeye korkarken, umut düşmanı olduk. Duygusal hücrelerimizin bir kısmı öldü biz büyürken, bir kısmı da can çekişmeye devam ediyor. Beynimizin bir yanı ölü, diğer yanını diğer ölü yanın acısını unutturmak için hep uyuşturuyoruz.
On sekiz yaşıma kadar zararlı ya da günah hiçbir şey tüketmedim, hiç sigara içmedim, alkol almadım, hiç ilaç kullanmadım, günümüze göre oldukça sağlıklı yaşadım, duman altında sabahlamadım, sonra kansere yakalandım ve almadığım kimyasal, almadığım ilaç (zehir!), almadığım radyasyon kalmadı. Oysa o güne kadar bedenime şırınga bile değmemişti, artık damarlarım bulunamaz olduğu halde, yeni damar yolları açmaya çalışırken, sabır denilen şeyi en çok acı çekerken öğrendim. İnsan en çok bilinci kayıpken sabredebilir her şeye, benim bilincim hep açıktı, belki ruhumu özgür bırakmıştım uzaklara gitmesi için, acı çekmesin diye… Çünkü ruh bedenden daha çok acı çeker, beden ne yaşarsa yaşasın, eğer ruhuyla hissedemeden yaşıyorsa, beden tek başına daha az acı duyar. İşte bu yüzden ruhumu bedenden ayırmıştım. Ruhun uzaklarda olması, bir yanımı ölü gibi bir şey yapıyordu. Yine de sabrı yüreğimden bırakmamıştım. Pipetle çay içmekten bıkmıştım, çayı kaynar içememekten tiksinmiştim, bol su içmekten kusuyordum, insan gibi ekmeği salatanın suyuna batırıp kaç zaman yiyemedim belki. En azından bu benim başıma gelmemeliydi, o yaşıma kadar çok iyi bakmıştım bedenime, zararlı diye anılan her şeyden uzak durmuştum. Yükseklerde uçan kuşların, yüksek binaların tepesinden baktığımda ne kadar büyük olduklarını da görmüştüm o yaşımda, ben sadece uçmak istiyordum, anlattıklarımın ve yazdıklarımın bölünmesini istemiyordum. Bitirdiğim hikâyeleri öldürüyordum, ölü bir paragraftan başlıyordum hayata. Eskiden biraz ölmüş birisi, yeniden canlandığını zanneder yalnızca, yeniden can bulmaz. Bedenimin üçte ikisi öldü, hâlâ birçok şeyi nasıl hissedebildiğime hayretler içinde bakıyorum, kendimi seyrediyorum uzun saatler boyu, gözlerime bakarak, ruhumu görmeye çalışıyorum, gördüğüm şey büyümek ve yorgunluk, erkenden yorulanların, erkenden dinlenemediği bir dünya burası, yorulan hep daha çok yoruluyor. Masallardaki pamuk prenses kadar gamsız olmak isterdim bundan sonraki yaşamımda ya da hiçbir şeye karışmak zorunda kalmadan, bir kitabın sayfalarının arasında, hiç tanımadığım bir hikâyede uyuyan güzel olmak isterdim. Masallardaki hayallerden öteye gidemedi hayat, o yüzden gerçekten gerçeği söylüyorum, yazdıklarımın bir kısmını öldürüyorum, tüm samimiyetimle, öldürmesem diğer kalan üçte birlik kısmım da yaşayamaz biliyorum. İstiklâl caddesinin kenarlarında söylenilen şarkı kadar sessizim ve onlar kadar duyulamaz. Ama duymasını bilen ne güzel de duyar, ne güzel susar, ne güzel anlamış gibi kırpılır gözleri…


Nevin Akbulut
Yirmi Beş Ağustos İki Bin On Beş 17 10

blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Unutma Eyleminin Çaresiz Kıvranışları

 

Nasılsın’ın samimiyetsizliği ile iyiyim’in sahtekârlığı arasında bir yerdeyim.

İnanmak istemediğim şeyler için, bilinmezliğimi affediyorum, kendimi durmadan ruj izi bıraktığım bardaklarda bulma hevesime yenik düşerken, uykulu bir şeydi yaşamak, içimde kalmıştı, sızlamıştı, yorgan istiyordum yorgun düşlerime, emeklemeden uçma hevesini kuşlara özentimden almıştım, uzaklarda olma istediğimi özgürlükten. Kendimi durmadan anlatma çabası, ifadesizliğimle birleşti, yerimden kıpırdayamadım. Her akşam bir şişenin dibine anlatıyorum diyemediklerimi, sustuklarımı yıldızlara fısıldıyorum, her sabah bir şişeyle bir yıldızın birleşeceğine dair umutla bir rüyadan uyanıyorum. Kederden başka bir şey diyemedim, susmaktan başka bir şey söyleyemedim, bunca şiiri boşuna karaladım. Harcadım sızlanmaları cömertçe, derdimi her şiirin üzerine serdim güzelce, kaplı bir kitap oldu, yıllarca boşuna inandım gitmeyeceğine ve seveceğime…

Bilmediğin bir şeydim, yalnızca yokluğumda anlayacaktın.

Ölümü anlatmaktan çok yaşadığım bir Cuma gecesiydi, ertesi günü bana göre pazardı, canımı yakan günlerin üzerinden atlıyordum, küçükken binaların üzerinden atladığım gibi, en yüksek binanın tepesine çıkıp, bulutlara uzanıyordum, öyleydi bu gece de. Anlatıp, susmaktı amacım, sonra neden ıslanıyorum? Yağmura mı bıraktılar beni, çıplak? Doğmak ölümü içime işlemişti, doğurmak öldürmek gibi bir şeydi içimde. Çocukluğumun bir tek gülücüklerini getirebildim yanımda, resmi dairelerin soğuk koridorlarından geçiyorum, resmiyetleri bana hiç resmi geliyor bazılarının, sinir bozucu bir samimiyetsizlik, o koridorlar gibi. Anlatacağım çok şey olduğu zamanlarda susarım, Cuma gecelerindeki gibi, fazla söze yok, bir gün anlatarak intikamımı alacağım nasıl olsa üzgün çocukların, kalbimi onların yanına bıraktım, şimdi yalnızca gitmek istiyorum, çocukluğumu unuttuğum sokaklardan…

Senden haberdar olduğumdan beri
Kendimden bihaberim

Yaşıtlarımdan nefret etme nedeniyim belki de ben, neslime inanmıyorum, ışığa inanıyorum, aydınlığa, bir de her gün sönen yıldızlara, karanlığı bildiğim için ışıksız uyuyamam, bu da benim en ucuz bağımlılığım, yine de buna rağmen, görmek istemediğim şeyler var, gözlerimi güvenle kapatabiliyorum, açtığımda karanlık olmayacak çünkü. Kötü anılardan iyi bir hikâye çıkardık, ders olmadı. Bazılarının nasıl bu kadar akılda kalabildiğine şaşıyorum, bazılarının hiç olmadıkları halde İyi hikâyemde olmalarına, günahsızım gün kadar, tek suçum esirgeyememek, gülüşümü cömertçe pay edebilmek insanlara, büyük payı hak etmeyenlere devrettim, gülmek benim uzun süreli planımdı. Bir ara sokaklardaki bulduğum boş çirkin duvarlara güzel şiirler yazardım, geçti, içimde kendime bile söyleyemediğim şeyler var. Acı çekerken hiç seninle aynı çerçevede olmak istemedim, belki de en çok bu yüzden yalnızdım, çirkinliğimi anlatabilseydim o anda, çirkinliğini de sevebilirdim, güzel görebilecek kadar güzel gözlerim vardı ve her şeyin hıncını unutturacak kadar tatlı dilim, zehir tadıyordum, yoksa tadını bilemezdim dilimin.

Benim en güzel masalım ellerin ellerimden uçtuğunda bitti ya da o zaman öğrendim masal dinleyecek yaşta olmadığımı ama seninle olmanın başka çaresinin olmadığını, masallardan çıkış yaptığımda artık seni kavrayamayacağımı, varlığımızın sonu olmayan bir yalandan öteye gidemediğini…

Bıraktığın ellerimle ettiğim dualardan da hiçbir şey olmadı, belki aynı ellerdi o yüzden olmuyordu, belki değiştirmem gerekti ellerimi, tokat gibi bir sondu avuçlarımdaki, yine de sessiz kaldım, sessiz kaldığım için titredim, bir daha kimseyle el ele tutuşamayacağımı, dualarımdan biliyordum, aynı ellerimle yaptığım çaydan içtim, aynı ellerimle unutma eyleminin çaresizliğinden, kolay olsun diye yakardım… Cümlemin saçmalığından anladım duamın işe yarayamayacağını, yine de niyet denilen bir şey var, içimde bir yerlerde o inancı besliyorum. Sarılabildiğim şeyler, bana hep özlediğim şeyleri anımsatıyor, yeri dolmuyor yine de sarılmak istediklerimin.

Hayatım terk edip, gidenlerden bozma
Derleyip, toplayamıyorum…

***
İki satır yazının peşine düşüp, her şeyi unuttuğumdan beri deli gibi hissediyorum kendimi, kendimi o dışa dönük dünyanın içinde hissedemiyorum, oraya buraya sıkıştırdığım kelimelerim var benim, bir türlü hatırlayamadığım, işte unutmak için delirdiklerim oluyor, bir de hatırlamak için çıldırdıklarım. Ama o sakladığım imgeler olmasa ne yapardım ben? Hatırlamak istemediklerimi hatırlayıp dururdum, aklıma iki gün sonrası gelmiyor hiç, gelecekten bu kadar mı uzağım? Kendime her gün oyunlar oynamaktan bıkıyorum, yaşamak oyunu, akşam olunca gerçek tüm acımasızlığıyla karşımda, acıyım ben oysa ve biliyorum, beklediğime değecek herhangi bir şey olacağına karşı inançsızım.

Rahatsız ama dingin gözlerle izliyorum etrafımda olan her şeyi, sakinim hayata karşı, bu sakinlik içimde fırtınalar koparsa da, en sağlıklısı bu diye düşünüyorum. Yüreğimdeki iz, yüzümde oluşan kaygıdan daha büyük, dışarıda hapisteyim, içimde mahkûm.

Dünya güzel dönsün diye, semazen düşlerini ödünç alıyorum, dünya sadece dönüyor, öylesine, ben kırgın mektuplar bırakıyorum taşların altına, iyileşeyim diye, taş kırıklarımı ezsin diye ve yeni bir ben doğsun diye. İyi hikâyeler bırakmak istiyorum ardımda, olmuyor, yazılan hikâyeler hep kötüdür. Ağzım küfürleri yeni öğreniyormuş gibi, kızgın ve acemi. Dışarıda hikâyeler dolaşıyor, yazılası.

Günde dört vakit geliyorum kırıldığım yerlere, o ağacın altına, incinin içine, sinema salonunun önüne, otobüs durağına, en çok otobüs durağında birikiyor kırıldıklarım, yolculuklar umut vermeli, sevinçler barındırmalı, beklenenden fazlaydı bu kırılma, ağacın üzerinde kalan, o sağlam tek dal parçasının hüznü gibi, ağaç yalnız, ağaç üşüyor, dalları olmazsa kim saracak onu? Bir trene atlayıp da gidemiyor içini ısıtan yerlere, bir sevinçlik yer yok bu yolculukta, hüzün yükü.

Çatlasa camlar, içeri yağmurdan çok hüzün dolacak, ıslanmayacağız, yastıklarımız ıslanacak ağlamaktan, kuru olduğumuzu kim görebilir? Kim bilebilir miktarını gözyaşlarının?

Hiçbir gidişim ferahlık yaratmadı içimde, çocuklar gibi taşıyamadım sevincimi yolculuklara, kırıklarımı taşıdım, gittikçe ağırlaştım, hüznümü taşıdım, gidemiyordum. Hüzünlerimi bırakıp gitmeye kalksam, hiçbir şey kalmayacaktı üzerimde. Adını andığımda hep içime kapandı kapılar, içim sıfırlandı, içimin genişlemesini ummuştum, daraldı, gittiğim yollar kapısızdı, gittikçe üşüyordum. Üşümek için mevsimin kış olmasına gerek yok ki ben her mevsimden uzağım. Bir derdim yok onlarla, dönüşleriyle derdim var, dokunuyor, iz bırakıyor mevsim dönüşleri. Her mevsimden çiçek ya da kar yerine hüzün topladım. Bir de sarı yapraklar, onlar o kadar çoktu ki, tüm mevsimleri kaplıyordu etekleri.

İflah olmaz bir yara açtın içimde, onmaz bir koku. Onsuz olamayacağım bir yaşam, her şeyime sindi o yokluk, kitaplara, defterlere, masama, odama, kapılara. Tüm kapılar korku doluydu, sonuncu kapı korkmadan gittiğim için hüzünlüydü, içeri girdim, ne bekliyordum ki? Geçmişe sık aralıklarla yaptığım yolculuklarda anılarımı açıp bakıyorum eski resimlere bakar gibi, bizden bir hikâye çıkmaz biliyorum, kırıkları tamir edebilecek bir yapıştırıcı yok ve kırılan herkes bir yanı dilsiz.

Başımı ellerimin arasına alıp, avucumun içine yüzümü düşürüp, ağlamak istiyorum, ne kadar çok şey söylesem de, ben en çok buna önem veriyorum. Dizlerine sarılmak istediğim için, dizlerim hep kollarımın arasında, inanmış gibi yapmaktan sıkıldım, ellerini aramaktan, her köşe başında beklediğine kendimi kandırmaktan, kendimi ne yerine koyduğumu bilememekten yoruldum. Yorgunum ve benim için en önemli şey bu şuanda…

Yükseklerden baktığınız alçaklardaki kırmızı kiremitler mavi bir gökyüzü hayali kurdurmuyor mu size? O kiremitlere naylon bir ip bağlayıp, gökyüzüne doğru salıncak yapmak istemiyor musunuz? Biliyorum, buralarda mümkün değil.
Yirmi Yedi Nisan İki Bin On Beş 17 40
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Şüpheli Bir Şey


İnsanın saplantıları bile yalnızca kendini rahatsız etmeli, kimseye dokunmayacak, kimseye ulaşamayacak saplantıları olmalı insanın, huzursuzluğumun nedeni herkesi aynı renkte görmem, buna rağmen herkesten uzak durmaya çalışmam, meleklerin varlığını hissedemediğimden beri, şeytanların melek olduğuna inanıyorum, insanlar mı? Bence onlar hiç biri, benim kafam niye bin dünya?

Dizlerime çektirdiğim acıda en çok sırtımın payı vardı ya da sırtımdakilerin, aklımdakilerin de olabilir, bazı şeyler hiç masum değil, hayatın zor aşamasından geçerken, hep birikir o anlar, harcayacak bir yer bulamayız, satışı yoktur hüzünlerin, bedava da olsa hoş, kimse yine de almak istemezdi. Eskiden hayalim masa başı bir işti, okuyan, okutan birisi olmak tek isteğimdi, sonra hiç olmaz insanlarla muhatap olarak hayatıma devam ettim, değmez insanlara, değecek şeyler yaptım, orta halli memur gibi her gün monoton, akşam iş çıkışlarında özgür hayatlar yaşamayı seviyorum yine de, belki de içimde ölen bir yerlerimden miras kaldı bu bana, sokaklarda dolaşmayı da seviyorum ama ağrımdan başka gücüm yok…

Kırmızı balık demek, yarın ruhsuz demek, yarı baygın demek ve çok ölü demek. Bir kılçığı hep ölümün içinde, kendine batırmakla meşgul, kırıp, çıkacağım bir fanus yok artık, ölümün içinde bile balıklar var, sahil kıyılarındaki kumlarda kaybolmanın yasak olması demek bu. 

Bu kadar bela varken insanın başında, hala neden trafik lambalarına dikkat eder ki? Hayallerimi isteyebilecek kadar cesaretlendim artık sanırım, bazılarına takma isimler koyuyorum, çok yakışıyor. Birbirlerini seven insanların gece olunca, güzel sohbet edemeyip, başka şeyler yapmalarını hatta bunu birbirini sevmeyen insanların da yapmalarını anlayamıyorum, bir yerde bir terslik var ama ben hatalı soldayım, içmeden birbirine dokunamayan, karışamayanlar var, oysa içimizde her gün başkalarını taşıyoruz, içine dokunamayınca insan, başkasına da mı dokunur hep? Saçlarımı sevdiğim renge boyadığımdan beri, sevmediğim insanlar çoğaldı, tesadüf mü bu bilmiyorum, hayallerim hala çizgili masal kitapları gibi, çocukluk mu bu ya da değil ya da her şeyin bilincinde olup da çocukça şeyler yaparak, susmak, daha güzel bir şey olmadığı için, bunu yapıyorum. Ama hiç biriniz çizgi filmlerdeki kahramanım olamayacaksınız ve hiç biriniz roman kahramanları kadar bile içime dert olamayacaksınız ama yine de şiirine birini aldıysan, çıkarmıyorsun içinden, öyle de bir şey var. 

Yorgunluğumun üzerinde, seni özlemişliğimi bulabilirsin, uzun zamandır giyilmemiş kıyafetler gibi dolabın bir köşesinde bekliyorum, yorgunum bir o kadar da rutubetli duvarlarım, bana dokunduğunu bildiğim halde bir şeylerin, daha önce hiç duyulmamış halde, iyi olacağımı umuyorum, ruhun uyuşması da bu sanırım, bahar cilvesi… Kuşkulanmayı öğrendiğimden beri, bir tereddüt yerleşti içime, artık başka bir şey var gibi, artık herkes şüpheli gibi…

Hayatımı ikiye ayırdığım o çizgiden kimsenin haberi yoktu, fark edilmemişti, yanındayken nasıl güvende olduğumu, tereddütlerimden uyandığımda anladım, ben hala sarmaşıklı düşler kuruyorum, çiçekler gibi sarılıyoruz, çocukken eve gelen misafirlere sorgusuz sarıldığımız gibi, bizim zamanımızda çocuklar daha güler yüzlüydü, şimdi şüphe okunuyor hepsinin bakışlarında, gözlerim yaşlıydı benim, gelecek bir zamanda, ileride bir hayatta uykusuz düşlerimde, kimsenin olmadığı büyük parklarda kayboluyorum, içime yer eden tek şüphe çocukça. 

Kronik sancılarım var benim, rahat nefes alabilsem bu kadar yorulmazdım. Dokunduğum çiçeklerin kadifeliği hayatı anlamlı kılmaya yetmiyor bazen, yine de dokunmak istiyor insan, varlığını hissettiği ya da hissedemediği bir şeylere, şüphe bu işte, dokununca inanacak, dokununca gerçekleşecek, oysa birçok şey dokununca kayboluyor. Yaranın geçmesi için, başka bir yerden, başka bir acı tedarik ediyoruz.

Sezen Aksu’nun şarkılarında kendimi bulduğumdan beri, sana ihtiyaç duyduğumdan şüpheliyim artık. Benim zoruma giden başka şeyler var, dünyanın bazı yerlerde yamuk durması, mesela bazı insanların eğreti durması, hayır simetri değil hiç düşüncelerim ama bazen, bazı şeyler hiç de olması gerektiği yerde değil. Başkasının acısını sahiplenemiyoruz. Belki yeterince sevilmiyoruz, yoksa neden elimizden alınsın ki, hayatımızın bağlı olduğu şeyler? 

Bir sabah uyandım ve yüreğimdeki kitleyle reşit oldum, herkesin acısı kadar büyüdüğümü hissettim, hiç hazırlıklı değildim, endişeyi o gün öğrendim, ontolojik bulgular olmasa, bilemeyecektim içimdeki yerini, keşke bu kadar sahiplenmeseydin, yerini, biraz yadırgasaydın, yumru gibi bir şey inmişti yüzüme, gözlerim ellerimden hesap sorar gibiydi, ellerimi güneye çevirdim, oraya yakın olup, insanlara uzak olmak istediğim o sene öyle geçti, sonra bulgumdaki çaresizliğimi, aslında hiçbir şey bulamadığımı, dizlerimin üstünde sabahladığımı, sabahın bile karanlık olduğu birkaç yıl daha geçti, aklımdakileri birleştirecek sabrım, onları bozabilecek bir puzzle yoktu, ortada resim de yoktu zaten, anlatacaklarım, unutulan hikayeme yalnızca kurgu oluyordu, oysa hayatımdaki önemli insanların hayatlarının hikayesindeki simgelere bile dikkat ediyordum, nasıl sahipsizdim, içimdeki acıyı bırakacak yer yoktu, lavaboya bırakmayı istedim her sabah yüzümü yıkarken, su batıyordu, soğuk aynadan daha soğuk bakıyordum dünyaya, ama sıcak su olunca çıkan buharları seviyordum, başka türlü ısınamıyordum, uzun yola çıkıp, yanındaki yabancıyla aynı koltuğu paylaşıyorum gibiyim kendimle, kendiliğinden bir uzaklık bu, ama yakın. 

Hayatta kalan güzel anları yutup, iyi olmak isterdim, anılardan başka iyi yanımız yok, endişe kemirirken içimizi, yine de ümit etmekten geriye duramıyor insan, içinden bir yol gidiyor dışa, sanki nefes almak gibi, kontrolsüz, uçsuz ve bucaksız. 

Her hikaye kendi katilini besliyor içinde, bense yüzümün yarısını katilime bağışlıyorum, besliyor gözlerimi tuzlu su ile boğmak için, kırmızı tırnakların içine yazıyorum acımı, benim yarımımı bağışladığım gibi hayat da beni bağışlasın istiyorum, kurbanı olmanın ruhunu didikliyorum, yine de mutlu olamıyorum. Bazı hikayeler kısa olduğu halde nasıl da uzun sürüyor, geçmeyen zamandan izin tahsis edemiyorum, geçen zamanların ardından elimle kalan köşesi kırık yıldızlar, yuvarlanıyor avuçlarımda, beslemek istemiştim, acımı törpüleyen şeylerin köşesini, sivriltip, kendime batırmak istemiştim, kırıldı, kalbim kadar kırık her şey, camdan olduğumu, aynaya çarptığımda anladım. Sokağa çıktığımda saçlarımın yağmur altında dımdızlak kalması, saçlarımın yalnızlığındaki elsizliğidir, yabancılar bundan sorumlu tutulamaz, yine de sevebilirim, bir çift yabancı eli, çocuk saçlarımı okşayabiliyorsa, şüpheli bir şey bu, gözlerime sıçradı, hepimiz kalabalıkta mutluluk törenleri düzenleyip, yalnızlıkta cenaze törenlerinde simsiyah giyiniyoruz. Hava daha ne kadar kararabilir?

Gece ne kadar masum olabilir ki
Karanlık bu kadar kırmızıyken?


Bir Mayıs İki Bin On Beş 15 50
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Kafamdaki Çiçekler Bomba Açtı


Dudaklarımı ve tırnaklarımı yediğim her şey için biraz et borçlusunuz bana, yürek eti, eğer varsa tabi… 

Küçücük şeylerin travma yaratması, o şeylerin küçüklüğünden ya da daha büyük bir şey yaşayamadığından değildir, o şeylerin çok büyük bir his kaybına uğrattığıyla alakalıdır yani hisler her zaman daha fazla yer kaplar hayatımızda, elle tutulur, gözle görünenlere oranla…

Acının bir kısmını yaşadığımda yetmedi bana, en son seviyesine kadar acıtmak için elimden geleni yaptım, sonu olacağını bildiğim için, başlangıcı düşünmedim, nerede olduğunu ve nasıl ilerlediğini, gittikçe yükselen bir acıyla sana bağlanıyordum, kanımın akmasına kadar gidecekti bu, umursamadım, içimdeki kan kırmızı bir intihar düzenliyordu her gün, sessizce akıp, bitmesini anlıyordum, bitince sonumu düşünemeyecek kadar uyuşuyordum, bindiğim bir taksinin beni tanımadığım eski bir apartmanın kapısında bırakmasını diliyordum, senin artık olmadığını düşünerek daha da saçma şeyler yapıyordum, hangi kokuya bulaşırsam bulaşayım, duyduğum sendin, geçmiyordun ama sürekli gidiyordun, benim artık tek derdim, sonuna kadar acıya bulaşmak, dibine vurmak acının ve yüreğimden sonra her yerimin bu acıyı tatması…

Mesela midem ağrıdığında, geçmesi için daha büyük bir acı istedim, demli çay eşlik etti buna, aynı anda üç sızıyı birden yaşayabilirdim, belki de tek yeteneğim buydu, bana miras bıraktığın şarkılar kadar fazlaydı, sızılar, her bir yanımdaydı, kokunun değdiği yerler ağrıyordu belki de artık, geçsin istemiyordum… Edebiyatın masallığına seni uygun göremiyordu cümlelerim, masallar yalan gibiydi artık, ben acıdan yanaydım, ama ebedi bir sızı çıkardı senin bıraktıklarından…

Nefes darlığım var, yer darlığım var, daraldıklarımı birbirleriyle karıştırıyorum hatta sıkılınmayacak insanlardan bile sıkılıyorum, her şey birbirine karıştı, bu benim suçum değildi, bugün kendimi iyi bir insan gibi hissetmiyorum, buna rağmen her şeye aynı derecede ayırmadan hiç, darılıyorum. En çok sokaklardaki ışıklar kırıyor beni, bin parçaya bölünüyorum, bin şekilli avizelerin altındaki gibi, bin bir şekle giriyorum, yüzümü bir türlü birleştiremiyorum, daha da kırılıyorum. Gözlerim ilk defa birbiriyle göz göze geliyor uzaktan, aynı anda birbirlerine bakabilmenin şokunu atlatamıyorlar. Şehrin sokaklarına sesleniyorum, duvar gibi yüzüme bakıyorlar bir süre, sonra dayanamayıp, gidiyorlar, kimisi de kendini uçurumdan aşağıya atıyor, seviniyorum buna, şehrin boş olmasına seviniyorum çünkü rahat rahat kırılabilirim artık, o rahatlıkça dağılan parçalarımı toparlayabilirim, belki eskiden olduğu gibi bütün olabilirim tekrar, hayalden başka ekmek yok bana buralarda…

Şehri boşaltın, çünkü kırılıyorum…

Küçücük evlerde büyüdüm, ahşaba merakım doğduğum evden. Çocukluğumu hatırlatacak en ufak ayrıntılara bile hayranım. Büyüyen binalarda birbirimize ulaşmaya çalışıyoruz, hemen hepimizin yükseklik korkusu var ama yükseklerde gözümüz, mesafeler yakın ama iletişimimiz kopuk, havayla birlikte bir selam gönderemiyoruz, kuş ayağına bağlanılan mektuplar masallarda kaldı, bu yüzden anlaşamıyoruz bence, suyun altında sigara içmek isterdim, içerledim, gözümü sudan değil de dumandan açamamayı isterdim, göz yaşartan kimyasallarımız var artık, çok mu şey istiyorum?…

Benim yüreğim fesleğenlerini döktü
Siz onlardan yemek yapıyorsunuz…

Kaç gecedir kalbimi bahçedeki ipe asıyorum, yaşadıklarıma ancak gülerek katlanabiliyorum bir de yazarak hatta daha çok yazarak…

Çoğu zaman hangi kitaba başlayacağımın düşüncesi içinde ama hiç düşünemediğim bir kitaba başlıyorum, çekiyor beni, beni kitaplardan başka bir şey çekemez zaten. Bir elimde sigara, dumanda boğularak ölmek isterdim, bacaklarımın arasında bira şişesi, elimde tutamam zaten, muhtemelen dizlerimin arasına sıkıştırırım, tabi öldüğümde o dizlerim gevşeyecek ve o şişe dökülecek, kokuşmayacağım ama bira kokacağım… Üzerimde kirli bir beyaz elbise, beyazlar hep kirlenir bazen doksan derece bile yetmez temizlemeye, kaynatıp, canını yakmak gerekir beyazların, o zaman da yumuşar… 

Kafamda çiçekler açtı.

Bazı şeyler düşüncemdeki figürden ileriye gidemedi, belki de bu yüzden hiç unutmuyorum, bir ruha bürünebilseydi, o ruh canımı yakacak ve unutulacaktı. Üstelik ona hitap ettiğim gibi kimseye seslenememişken…

Birilerinin birilerini merak etmesini nasıl yadırgıyorum, eski çağlarda kalmış bir huy gibi geliyor bu, birini merak etmek, tam da ona sahip olduğunu düşünmektir ki bu merak aslında korkmaktır, kaybedeceğinden korkmak… Korkmasa merak etmez.

Özellikle de bazı şeylere müdahale edecek gücü bulamıyorum kendimde, 

Herkes bir şekilde birilerine kötülük yapıyor, bazen hatta iyilik yaparak bile. Yalnız kendine kötülük yapabilenler yalnız ölme bahtiyarlığını yaşayabiliyorlar, çoğunluk yanındakilere ölürken, yalnız kalmamak için katlanıyor, oysa en çokta onlar öldürüyor…

Mesela benim hiç teraslı evim olmadı, hep giriş kat balkonlu evlerim oldu, balkonun amaçsızlığını düşünüp durdum giriş katlarda…

Tırnaklarım kırılmıştı, ojemin yarısı sıyrılmıştı, sanki çıplak kalmıştım ellerinde, ellerinin bu kadar güzel olmasından nefret ediyordum ve yaralardan da, sakınamamaktan da, güçsüzlerin ezilmesinden de, ben hiçbir zaman güçlü olamayacağımı biliyorum, ezildikçe… Güzel şeyler ortaya dökülür zannettim kanayınca, dökülen resim kötüydü, çirkindi, eskimişti, insanın içinde de eskiyen bir şeyler muhakkak vardı, ama özlemleri taptazeydi, özlememek için hep uyumayı tercih ederdim, bazen insanın özlediği şeyler öyle bir batıyor ki, iz bırakıyor. Rujumun bir kenarı sıyrılmıştı, dudağımın derisiyle birlikte, çeneme bulaşan sıvı, ama izin vermedi kulaklarımın uğultusu, öyle büyüktü ki, tüm kafamın içine yayıldı, dinleyemedim başka sesleri, sağır gibi bir şey oldum, midemde bir fenalık var, kalbimde kırıklık…

Kendimi gördüğüm insanlar da oldu, ama şimdi yoklar, biraz ölüler, biraz rüya, çok hatırlanmak üzere, az konuşulan. Kendimi sustuğum insanlar da oldu, onların yerine cevaplarını kendimin koyduğu ve hiç cevap bulamadıklarım da oldu, sırf bu yüzden gittim peşlerinden, sonra kaçtım korkunç cevaplarından. Bir zamanlar özgürlüğümü kısıtlayan tek şey, kollarıma bağlanan serum kablolarıydı, hayata bağlanmak ölüme yaklaşmak gibiydi ve başka bir şey daha var; hayata bağladığına inandığın insanlar da seni ölüme yaklaştırıyor. Şimdi keşke bu ikisinden birisine bağlı olsaydım, hiçbir şeye bağlı değilim, bunun ihtiyacı da beni sakince öldürüyor…

Kimsenin kötü olmasının nedeni değilim ama iyi bir, kötü neden olmam için zorluyorlar…

Yanlış yere konulmuş sorular var hayatımda
Dosdoğru sorulması gereken

Ama cevaplayamıyorum
Yüreğim zaman makinası
İçimde saatli bir bomba var



Yirmi Mayıs İki Bin On Beş 12 00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat nevinakbulut yeni yazı

Çizgili Roman

 

Son bir kere daha kırgınlığımı dile getirmenin anlamı yoktu, bu seninle birlikte benim de içimdekilerle yüzleşmem demekti, içime attıkça, içimde küçülür zannettim, öyle de oldu. Bazı şeyleri dillendirmemek en iyisi, içimdeyken unutmak daha kolaydı, ağlamalarım gibi çocuk kaldı, bebek gibi kırılgan bir şey oldum sonra, küçüldüm, büyükler beni ayıpladı, arkadaşlarım kınadı, sonrada yalnız kaldım, yapacak bir şey yoktu, ben de daha fazla çocukluğa vurdum, kelebek ölülerinden başlayarak, her şeye ağladım. Pazar sabahlarını hiç sevemedim ya midem veya başım engel oldu buna. Hafta içinde biriktirdiğim sevinçlerimi hafta sonları barındıramadı, şarkılara sığındım, çoğunlukla hareketliliği yadırgadım, sessizdim, içimden konuşmak gelmiyordu, dünya keşke kocaman pembe bir pamuk şeker olsaydı, puf diye yok olsaydı bir çocuğun ağzında, iyi niyetlerin hiçbir zaman iyiye kullanılamadığı, kocaman kötü bir dünya burası, dilden dile kötülüğünün konuşulması bile temizleyemiyor artık… “Herkes kendi kapısının önünü temizlese” demişti bir büyük, ben küçükken, herkes kalbini temizlese… Her gün içimden bir kuş uçup, gidiyor, adresine ulaşamadan insafsız bir sapan tarafından vuruluyor, içimde buluyorum ölüsünü, her şey bu kadar ölürken, canlı hissedemiyorum kendimi, öyle çocuğum ki…

Hâlâ gerçek olamayacağını bildiğim, ezber masallara inanıyorum, negatifler elimde…

İnsanların yüzlerindeki alayı, öfkeyi ve sahtekârlığı görmemek için, çizgilere dikkat ediyorum uzun zamandır, adımlarımın işi çizgilerle, duygu biriktiren diye bir isim taktılar, umursamadım. Herkesin dumanı sönmüş gibi, ölü şeyler var aramızda. Bundan sonra belki hiç birimiz, diğerimize bir aşk mektubu yazamayacak, ne yeteneği ne de sahteliği izin verecek buna.

Acının bir kimliği olmasa bu kadar kanamazdı, garip seslenişleri vardı bana, bambaşka bir hüzün veriyordu bu, ürpertiyle birlikte. Adını her koyduğumda biraz daha acıyordun, uzaktın, mesafeydin, yalandan başka bir şey değildin, araya iki ucu uçurumda biriken, kirli yollar girdi, bizden önce yürümüşlerdi ve bir aşk yaşamak için illaki insan olmak gerekiyormuş gibi gereksiz diretmeler…

Muhakkak bir isim gerekiyormuş gibi, tek sorun buymuş gibi, sorunlu dünya, oysa yalnızca renklerimle anılan bir kuş olmak isterdim, hem o zaman uçurumlardan da kaçabilirdim. Gökyüzüne merdiven dayama çalışmalarına hiç girişmezdim, kendime bu kadar yalanlar söylemek zorunda kalmazdım. Artık doğru yol diye çıktığımız her seyahat kandırmacalarla dolu, kimse doğruyu söylemek zorunda hissetmiyor kendini, hatta doğrudan rahatsız olunuyor. Buna alışmak en vahimi, rujumu bıraktığım sigara izmaritleri bile daha gerçek sanki ve odamda akşamları oynaşan sarı perdeler, az yaşamak, çok hayattan iyi. Bundan böyle yalnızca yarım gözle bakıyorum her şeye, yarım ağızla susuyorum, muhtemelen ölü taklidi yapıp, canlı bir hikâye yaşıyorum. Çiçekli yatak örtülerini sevmiyorum, yapmacık desenleri de itici buluyorum, soğukkanlılığımı kaybettiğimden beri, her şey ters gidiyor, sıcak, bunaltıcı bir terslik, emek verdiğin, üzerine titrediğin sevgiler bile ölüyor, karıncalara ağlamam mı garip ya da kelebek ömrüne özenmek mi? Benim tek rezilliğim yerli yersiz ağlayıp, kızmak, siz hâlâ ayık mısınız? Masallardakiler bile taze cesetken…

İstediğim zaman inandığım bir masaldın, yalanını aramadığım, doğrusunu da bulamadığım, acıtmazdı üstelik yumuşacık, hayallerin içinde yalın ayak dolaşırdım, tüy gibi hafiftim, belki biraz da uyuşuktum, kediler şarap içermiş…

Erken biten kitabımın, orta yapraklarının arasında kalmış gibiydi bendeki susuşun, eskiden izler arıyordum aynada, henüz hazır değildim, sensiz kelimelerle yola devam etmeye. Tıkalı bir şey benim gördüğüm, bilemediğim, her gün yastıkları dikleştirerek uyumaya çalışmak, daha rahat solumaya yardımcı olamıyor, tıp rutubete çare bulamamışken henüz yumuşacık şeylerin incitmesine neden şaşırıyorsunuz? İncecik, odanın ortasında sessizce oturan ters bir sandalye gibiyim, yokluğuna perdeleri de karıştırdım, uzun, hüzünlü şiirler yazdığımda, rüzgâr da girdi işin içine. Herkesin sürekli birbirinden bahsetmesi, beni kendime yabancılaştırıyor, üstelik onlar yalnızca belirli zamanlarda özlüyorlar birbirlerini, sürekli özleyen birisi özlemenin ne olduğunu anlayamaz artık, susarken anlatmak gibi. Artık daha iyimserim zamana karşı ama tam olarak içimden çıkamayan kelimelere kızgınım.

Yaşamak gamzelerimde gömülü, gülmeyi unutuyorum. İçinden çıkamadığım şeylerin içindeyim.

Ondan sonra bir daha artık kimsenin canını bu kadar acıtacağını düşünemezdin, tekrar canını acıtanlar oluyorsa, o yaralarını unutmuşsun demektir, ama tüm yaralar yeniden kanamak için iyileşiyor.

Seni hatırlayınca, içimde çırpınan şiiri öldürdüm.

Saçlarımın dumandan daha yukarılara çıkacağının hayaliyle yaşıyorum, saçlarım çıkınca Rapunzel gibi beni de yukarıya çekecek, biliyorum ben hayal kurarken zaman çok hızlı geçiyor, siz yaşarken hızlı geçtiğini zannediyorsunuz. Geçmiş nesillerden kalma hayallerimle daha uzun süre yaşayabilirim, bir çocuğun kaleminden çıkmış resim gibi bir hayat yaşamak istiyorum, her şeyin kenarı çizgili, evlerin pencereleri küçük, evim de küçük, hep bana gülümseyen bir güneş, bulutların rengi akşam kırmızısı, tüm zamanların kenarı belirgin.

Senden sonra, dünyanın hızlı döndüğüne değil de, hayatın devam ettiğine inanmaya başladım, bir dakika bir ömür uzunluğunda bazen, zamanını tamamlamış bir açlığım var ölüme karşı, her şeyin bir nedeni var da, bazılarına bir neden bulamıyorum, susmalarım dâhil.

Yine de birinin yüreğinden geçecek olan bir tesadüfe inanıyordum, orada kaybettiğim bir şeyi bulacağımı biliyordum, çoktan çöp olmuş duygularla bulunmazı istiyordum, eski, zayıf bir ezgiydi bu, harcanmıştı, boş zamanlar gibi ya da dolu cepler gibi…

Sen de sevsen kuş olurdum
Bu nasıl eziyet?

Odamda dolaşan kelebek öldü dün gece, benden başka gören yoktu, tırnaklarım biraz daha uzadı, mavi bir ışık yayıldı tüm yollara, yaktığım mektuplardan. Hayat bundan sonra duvarda asılı duran “sus” işaretiyle hemşire resmi. Dün yandı, bugün tutuştu, yarın da eriyor. Tüm zamanları birbirine karıştıran anlamsız bir şey, akşam makyajla yatıp, pantolonla uyumak gibi sıkıcı. Gündüz güneşini istemiyorum, gece de ışıksız uyuyamıyorum, öyle ya insan zihnindeki tezatlara şaşırmadığın kadar olgunsun. Birazda sessiz. Seni kendime yakıştırdığımı okuduğum romanlardan başkası bilmiyor, seni kendime yazdığımı şiirlerden başkası bilmiyor. Kitaplar olmasa biz de yok gibi bir şeyiz. Gelecekten değil de, geçmişten bekleniyoruz, çağrıldığımız sonsuzluk. Geleceğin çizgileri geçmiş kadar belirgin değil.
Üç Haziran İki Bin On Beş 15 30
Nevin Akbulut