edebiyat
Değerlerimiz, Sıfırın Altında Değerleniyor
Posted on 13 Ocak 2016Bazılarımız yaşamak için yemek yiyor, bazılarımız da yazmak için yaşıyor. Akşam olunca yumuşacık yataklarda serüvenli rüyalara dalıyoruz, bir kısmımız da korkuyla macera arasında gidip geliyor, sorgulamadan yaşayınca hayatı, ne rahat. Boğazımıza kadar “kim ne derler”le dolup taşıyoruz, üstelik hiç birisi yüreğimize dokunamadığı halde. Asfalt yollarla yeşillikleri birbirinden ayırmaktan aciziz yine de bilgili gibi davranıyoruz. Yeteneklerimiz sıfırların altında çoğalırken, bir de bununla övünüyoruz. Gitgide içimizdeki insanlık ölüyor. Güçsüzüz. Gökyüzü sis rengine büründü, herkes saklanacak yer arıyor. Birbirimizin gözlerine bakamadığımız için sanalın arkasından gizlenerek bakıyoruz, herkes saklambaç oynarken, birbirini gözetliyor. Özgürlükten bahsederken, köleliğimizi kabulleniyoruz. İsyan ederken bile gerçekçi değiliz. Sıfırın altında yalnızları tüketip, donarken, yastık altı düşlerimizi çoğaltıyoruz. Karşımızdakinin suretinden önce sıfatı dokunuyor içimize, konuştuğumuzla düşündüğümüz aynı şeyler değil, sırf bu yüzden bile büyük bir yalancıyız. İsminin önüne bir iki harf eklenince pek bir büyük, ihtişamlı şeyler hissediyoruz. Bunun bile özgürlüğü kısıtladığından haberimiz yok, olsa da göz yumuyoruz, uyuşuk bir uyku tatlı geliyor ama aslında donuyoruz. Pahalı elbise, kumaş pantolon ya da takıların ardına saklanıyoruz, konuşurken de yapmacık bir ses tonu bizi birinci sınıf insan yapıyor. Özgürlüğümüz sosyal medyanın çektiği yerler kadar sınırlı, övünecek hiçbir şeyimiz yok, olmayan şeylerimizi var gösterip, onlarla mutluluğun yalan tadını çıkarıyoruz. Anlamlı şarkıları dinlemek yerine, son günlerin modası olan, anlamını bilemediğimiz şarkılarla tepiniyoruz. Çok hareketli ya da çok hareketsiziz. İstikbal denilen şey alakadar etmiyor bizi uzun zamandır, amacımız, isteğimiz, beklentilerimiz öldü. İnsanlık namına yaptığımız hiçbir şey yok, varsa yoksa kendi mutluluğumuz ya da mutsuzluğumuz, nasıl küçüldük, nasıl kaybolduk biz, kendi bencilliğimizin içinde… Değerlerimiz sıfırın altında, değerleniyor.
Nevin Akbulut
Kalbimle derim arasına sıkışan şeyler var, yaşamak denilen masalın, ansızın çıkan kâbusları gibi geçiyor zaman. Alışamadığım bir sürü şey oluyor ve alışamayacağım. Alışmak belki de en başta kendi kalbine ihanet, herkes seviyor alışmayı, haksız yere düşmelerim, düşüncelerimi artırdı, birkaç yılla kıyasladığımda solladığımı düşünüyorum konuşmadan seslenmeyi. Neresinden tutarsam tutayım elimde kalıyor bazı cümleler, alıcısı da, anlayıcısı da çıkmıyor. Eski zamanlarda posta trenlerinde hikâye satanlar bile daha çok anlaşılıyordu eminim. Masalımı öyle eski ve öyle değerli zannediyorum, her eski antika değeri kazanmıyor, her etki de herkesi etkilemiyor. Hayatımı tam orta yerinde durdurup, kocaman, büyük harflerle “SON” yazmak istiyorum, kalemim yeteneksiz o son cümleyi yazamıyor, belki ben yok olduğumda aklı başına gelecek kalemimin de… Uyurken birdenbire uyanmalarım, korkularım da kalbimi durdurmuyor, hep daha fazla atıyor, koşan ve heyecanlı bir at gibi, ne zaman nerede duracak kalbim. Kenarına sıkışan şeyler var, hayatla zorum var, biliyorum, kolay gelmedim çünkü bu hayata, kolay sevmedim, gelişim zorlu olduğu için belki de gidemiyorum hâlâ. Ya kalbim duracak yerinde ya da ben. Seçme hakkı bana tanınsaydı, bu kadar ileri gidemezdim, boğazıma takılan şeylerin erimesini bekliyorum saçma bir şekilde. Herkesi affetsem de gitmek isteyeceğimi biliyorum.
Kaç yanlış daha olması gerekiyor, gidebilmem için, içimdeki doğru bildiğim şeylerin bitmesi için? Kaç yıl daha susmam gerekiyor, Allah iyi insanları yanına erken alırmış, daha ne kadar iyi olmam gerekiyor?
Kalbimin bana ait olduğunu anlamam için, kırılması gerekiyormuş, tıpkı başka şeyler gibi, insan kaybedince, yitirince ya da deformasyon geçirince anlıyor bir şeylerin kıymetini. Kalbimde de öyle oldu, oysa hiç düşünmeden vermiştim başkalarına, paylaşmayı seviyordum ama onlar kendilerine sunulan şeyin kıymetini bilmeyip, bozmayı, harcamayı seviyorlardı ya da gerçekten bir şeye tam anlamıyla sahip olamamışlardı. Yitirilmişlik, eziklik ve sonsuz boşluk geriye kalan.
Kırmızı ayakkabının içine, pembe çorap giyecek kadar hasta ruhlu biriyim ben. Uydurma gibi takıntılarım yok, aksine uyduramama gibi takıntılarım var benim. Buradayım, hastalığımı ve sağlıklı alanlarımı olduğu gibi kabulleniyorum, tabi en çok da insanları. Yoksa hâlâ içinizde ruh gibi dolaşıyor olamazdım. Keşke her gün yaşamasam diyorum, her sabah uyandığımda, ilk önce kendimi kontrol ediyorum, yaşıyor muyum diye. Yaşıyormuşum, tıp kurumuna, nüfus müdürlüğüne ve bilumum kurumlara göre. Duyguların o kayıtlarda işi yok, gereği de yok, benim ölümüm bu yüzden görünemiyor, ama hissedilebilir, en az benim kadar ölü birileri tarafından. Belki onlarla ruh komşuculuğu da yaparız. Her şey olur benden, ama mutlu biri olamaz. Mutlu biri ya bir geminin arkasından el sallarken, öylece heykelleşti veya otobüsü olmayan bir durakta öylece kalakaldı ya da bir tramvayın altında ezildi, bunlar hep bakarken oldu, beklerken oldu, severken oldu, kimsenin duymadığı bir masala inanırken oldu. Şimdi ben susuyorum, içim durmadan konuşsun. Onu dinleyecek hâlim de yok, gidiyorum. Zaten çoğu zaman aldırış etmiyorum, korku ve saygıyla başımı sallıyorum sadece, evet, öyle anlamında, belki ben de artık inanmıyorum içime, belki o da memnun değildir, benim içim olmaktan.
Daha ne kadar merhametle anacağım seni, bilmiyorum, zaman bu kadar acımasız davranmışken. Hile hurda yok anlattıklarımda, ellerim titriyor, gözlerim titriyor, görüş alanımdaki her şey sallanıyor. Ellerim hariç, onlar her şeyden hariç ya da her şeyden biraz var onlarda, birçok şeyin içinde ya da dışında. Üşüdükçe kendi ellerime sarılmalarımdan biliyorum, ellerim unutkan bundan böyle, üşüdükçe o donma hissi uyuşturuyor duyguları, ellerin unutuluyor, uzun zamandır unutuluyor. Bunu donma hissine değil de, senin hissizliğine borçluyum. Güzel ödedin bedelini merhametimin ve fedakârlıklarımın…
Önce kırıl, gözlerin dolsun, bu ağlamaklı, titrek sesinin, sinirden mi yoksa kırılmaktan mı olduğuna karar vereme, daha da bir anlamsızlaştır şu zamanı, sonra otur, ağla, hiç kimse yokmuş gibi ağla. Oturduğun yerde gözyaşlarını bırak, kalk, yüzünü sil git, aynaya bak. Sonra yine gülümse, hiçbir şey olmamış gibi yap. Hep bir şey olduğunda yaptığın gibi, alışkınsın sen zaten, kırılsan da kırılmazsın ki…
Alelade örneklerim var benim, hayatla ilgili, yaşayamamalarla ilgili. Büyüttüğüm çiçeklerin saksıya sığmadığı gibi, yüreğimde büyüttüğüm sevgi de içime sığmadı, sana da fazla geldi. Benim bünyeme yetmedi, sana da arttı.
Dokuz canlı bir canavar belki de umutlarım, ama çoğu öldü, tahminimce ortalama dört yıl içinde ölmeyi düşünüyorum, bu eski bir ezber, miras gibi bana kalan. Susmayı sevdiklerimin ardından hiç “gitme” diyemedim, daha çok beklediğimi bildikleri için, beklettiler. Yine de “nereye gidiyorsun” demek istediğim birisi olsun isterdim, şu hayatta yanımda, ona çok güzel bir cevabım olacaktı; “cehennemin dibine gidiyorsan, ben de geliyorum”. Yaşamak sonradan yakaladığım, kucağımda patlayacak, hazır bir yakartop. Onunla ne yapacağımı bilmiyorum.
İtirafıma canım yanmadan önce başlamak isterdim, hiçbir şey olmadan önce. Sırtımdan vurulmalarım, yüreğimin burulmalarını solladı, sol tarafımdı, hatırlıyorum, gün ortası, güneş tam tepedeyken, her şey büyük bir şiddetle geçsin gitsin istemiştim, akşam karanlığa karıştığı hâlde geçmemişti, ay gün gibi aydınlattığında da sokakları gitmemişti içimdeki sıkıntı. Seninle olan huzursuzluğum, hayatımdaki diğer tüm huzursuzlukları solluyordu, sen sol yanıma bir şey yapıyordun, tartamıyordum bu yükün ağırlığı ve ölçemiyordum acının şiddetini, tarif edebilseydim eminim şuan burada bunları yazmaya çalışmaz, karşına dikilmiş, kendimi ifadeye zorlardım. Tüm bunları yüzüne haykırmaya çalışıyordum, sen de muhtemelen ağzımdan çıkan o sözlere değil de, gözlerime bakıyordun…
Günahlarımdan önce, bedenimi terk etmeyi isterdim, bu bedenden çıkmayı, yapabilirsem uçabilmeyi, uçarken, biliyorum eylülden kalma yapraklar çıkar yoluma, belki birlik olup, yoluma düşerler. İçimdekiler döktüğümde, o hafifliğin ağırlığında sallanırken, dünyaya son bakış, o memnuniyetsiz yük, kelimelerin ağırlığı okunur gözlerimden. Diyebildiklerimden çok, diyemediklerim biriktikçe ruhum ağırlaşıyor, ağrı bu ağırlıktan miras bedenime. Geçmiş bir türlü temizlenmiyor gözümde, mazi kabuk bağlamayan bir yara, yaramdaki darp, yüzümdeki acı, susuzluğumdaki sonsuzluk, ömrümün tam ortasındaki üç yıllık sayfanın kopmuş yaprakları, nasıl olursam, öyle öleceğim. Yüksüz, nedensiz. Kinayesiz, kafiyesiz ve haklı.
Ne kadar gülsem de, acı bulaşıyor sözlerime. Okunuyor, tıpkı birisi yaşamış, birisi yazmış, birisi okumuş gibi, bir doktor eli değmiş gibi, düzensiz. Ama miş’li geçmiş zaman değil. Düzensiz ama belirgin, ne kadar saklasam da okunuyor ve dokunuyor.
On Aralık İki Bin On Beş 16 30
Nevin Akbulut
Artık benim bu hayattan alacağım oksijen kalmadı.
Bu hayatın bana gelişi, ağır hüzün, eski bir elden. Cesaretimi toplayacak kadar zamanım olsaydı, saçlarımı toplamak yerine, böyle kolay bitemezdi, korktuğum sensizlikti, vakitsizlik de değildi. Şu hayatta hep unutulmalarım baharlara denk geldi, ilkbaharı yaşarken, sonbaharda buldum kendimi. İnsanlar istasyonlarda genellikle sevinir ya da üzülür. Benim ikisi de aynı duyguyu barındırıyordu, sevineceksem muhakkak üzülecektim de aynı zamanda. Bir farkı yoktu, gitmenin ya da kalmanın. Yine de insan tek bir güzel an için bile gitmek istiyor, hatta her şeyini kaybedeceğini bilerek çıkıyor yola. Kaybedeceklerin hiçbir zaman fikrini değiştirmiyor. Kasım’da hep susmalarım artar. Önümden bir ömür geçiyor, ömrümden bir eylül daha düştü, düşenlerin içine düşlerimi koymayı da ihmal etmedim hiç. Aralık geliyor, temmuz susuyor, ağustos kayıplarda. Kaybolan ya da yenilen zamanın içindeyiz. Haberimiz yok birbirimizden. Tek ses ömrümüzü sallayan rüzgârın sesi, dallar sallanıyor zannediyoruz. Parmaklarım susturulmuş bir enstrüman sesini tekrarlıyor, suskunluk ömür boyu. Üşüyorum, ısınamadığım şeylere, üşüdükçe çay demleniyor, bahçede bir kaplumbağa hareketleniyor, biraz ısınıyorum, pencereye vuran güneşle bir alakam yok, kalorifer petekleriyle olduğu kadar. Hiç söyleyemediğim şarkının notaları besteleniyor, yankıları hâlâ kulaklarımda, kış günleri ansızın doğan güneşi görmüş gibi seviniyorum, benim de sevinebildiğim şeyler var henüz. Vakit erken, hem de bu vakitsizlikte. Dünya merhametini yitirmiş, bir yaratık gözümde, içindekiler de farksız. Ölümden, candan bahsetmek varken, kelimeler diziliyor boğazıma, yutkunamadıklarım büyüyor, bir gün bir canavar olup, çıkacak diye çok korkuyorum. Isınmalarım başka ülkelerde rehine kaldı belki, üşüdüğümden beri, bir parçam üşüyor da, o küçük, üşüyen parçam, tüm benliğimi sarıyor gibi, bazen büyük şeylerin bitmesine neden olan küçücük şeyler vardır.
Uzun saçlı düşlerim yok artık, öyle çok uzun boylu hayaller de kurmuyorum, ömrü de kısa umutlarımın. Bir tek rüyalarım uzun, beni ölüme yaklaştıran şeyler uzayıp, gidiyor. Gidişini de ölüme benzetiyorum bu yüzden, uzunca bir yol, uzun bir beklemek, upuzun susmak. Sevmenin se’sini bile barındıramamışken yüreğinde, kalp ağrısından bahsetmek ne kadar da yersiz. İnsafını alıp, gitmişler içindeki çocukla birlikte, büyümedik desek kim inanır yüreğimizdeki boşluğa? Üstelik gözlerimiz bu derece ağlamaya hazırken, geceleri hep yaşlı şarkılar dinlerken, tuttuğumuz yası duvarlardan başka kim bilebilir?
Ağaç diplerinde mutsuz büyüdüm ama yine de zamanımın insanlarına göre çok mutluydum, mutlu olmadan mutsuzluğuna da anlam bulamıyor insan, öğrenemiyor ne olduğunu o an için hele bir de o zamanın tam içine hapsolmuşsan… Dileklerim de yetişmedi ömrüme, diktiğim şişeler de, küfürlerim belki yetişir dedim, belki gökyüzünde önceki asırdan kalan bir isyanlar birleşip, belki birlik oluruz dedim, yağmur yağarken sevinen, yağmur ortasında mutsuz, yağmur sonunda ağlamaklı biriyim ben. Mutlu nasıl olunur bilmem, ama çok güzel hüzünlü olurum, güzel olunca mı hüzünlenirim bilmiyorum. Çağıma ayak uyduramıyorum, kimseyle iki sohbet edemiyorum, uyamıyorum ama uyuşuyorum çok güzel. Yazdıklarım hiç devam etmiyor bir öncekinin kaldığı yerden, hepsi kendine başına kelime cenazesi sanki…
Her gelmediğin gün, biraz daha büyüdü yüreğim ve uzaklaştım kendimden, sokaklarda bile bulamaz oldum, üstelik sevdiğim sahil kenarlarında, o ağaç diplerinde bile yoktum, hüzünlü ve sokağa atılmış, külleri bile kalmamış yalnız bir izmarit gibi hissediyorum kendimi, tek dudakla bir ömür. Zaman geçip de gelmeyince, günlerimi başkalarının arasına kaynaşarak geçirmeye başladım, “bu günler böyle diyordum” her seferinde, geçeceğine inanıyormuş gibi yapıyordum, kendim uzaklarda olduğum için, inanıyordum da üstelik. İnsanların arasına karışarak, onlardan biriymişim gibi davranıyordum, büyük ve hazin sonumu kabullenmiyordum bir türlü. Yıllarca aynaları hayranlıkla seyrettiğim yüzüm, bir tek saat içinde eskidi, dış görünüşüm bu kadar etkileniyorsa, kim bilir ruhumda ve o görünmez et parçası yüreğimde ne habisler dolaşıyordu.
Anımsamak ve bazı şeyleri yeniden düşünmek, beni daraltıyor, daraltıp, bir çukurun içine yuvarlıyor, onulmaz yaralarıma yenilerini ekliyor. Oysa ben büyük bir mutlulukla hafızamı bağışlardım, anımsamak isteyenlere ve öldürmek isterdim, içimdekileri. Birini öldürmenin bir sürü yolu vardır ama en güzel öldürmek içindedir, kendini yok etmenin de bir sürü yolu vardır, bazen neden başkaları tarafından öldürülmüş insanları, içimde diriltmeye çalıştığımı anlamıyorum.
Bulut gibiyim, yağmurun yağmasını bekliyorum. Kirli bir boşluk beni aşağıya çekiyor, soru işaretleri buğulu bir pencere…
Birbirimize mucize gibi görünsek de, yeryüzünün ilk insanları gibi gerçek bir hamurdanız, kolay kırılır, eğilip, bükülüp, zamanla olgunlaşırız. Üstelik seninle aynı yaşa girmeyi bekliyorum ben. Sonsuzluk diye bir şey hiç olmadı sadece insan sarhoş hissettiğinde, o sonsuz boşluğun içinde yuvarlanıyor…
Eskiciler ve yeniciler ve çoğunluğu takma kalpli…
Ne gibi olduğumu bile bilemiyorum. Sağanak yağmur sonrası terkedilmiş sokaklar gibiyim, ne okuduğumu anlıyorum şu aralar, ne de ne yazdığımı biliyorum… Tek kelime; huzursuzum, tavana kadar. Buzdan bir çölün altında bir masal gibi yatıyorum, sessizce. Fısıldadıklarım çözülmeyi bekliyor. Martılardan başka kimseyle konuşmam ben artık bu saatlerde, herkesin ya utancı eksik ya insanlığı ya merhameti. Kemikler ölmeden de sızlayabilir, bazı şeylerin olması için, bazı kurallara ihtiyaç yoktur. Ayrıca kalbin de kemiği yok ama sızlayabiliyor.
Şimdi “susacak şeyler” var aramızda, başka da bir şey yok, ama bu suskunluk tüm bir hayat hikâyesini içine alıyor, bir daha da geri vermiyor. Susuyorum, başka bir şey bilmediğimden değil, bu ağırlığı ancak susmanın anlamı kaldırabilir, o yüzden…
Yapabildiğim en güzel şeyi yapıyorum, gülüyorum. Belki de ağlanacak hâlimden miras kaldı bu bana. İnsanları anladığım ya da anlamadığım için değil, sadece bunu yapabildiğim için gülüyorum, bu bir zorunluluk değildir, sorumluluk da değildir, yalnızca içimden öyle geldiği için yapıyorum bunu. Gülüşlerimde ne öfkemi gizlemek için bir çaba var ne de gerçekten neşeli bulduğum olaylar var, hiç bir şey yok, düz bir şey gülmek benim için, yalın ve net. O kadar.
Artık bizim yakınlaşmalarımız, ancak uzaklaşmalarla ölçülebilir.
Ne zamandır içime senle alakalı yeni bir şey eklememiştim, ayıp etmişim doğrusu. Her kötülükten halliceyim, iyilikten biraz az, sorgulanamayan şeylerin kıvrımında kıvranıyorum. Tümcelerin pervazında, pervasızca gülümsemelerim ahlaksızca karşılanıyor, ahlak kime göre artık? Yazamadığım defterlerin, içimde biriken amansız cümlelerim vardı, harcayamadım, tutumluluğumu babamdan almıştım, israf etmeyi de sevmezdim. Kulağımda taşıdığım müzikler kadar, çekmecemde kalem saklıyordum, iç içe geçmiş hayallerin balkonundan aşağıya sarkıyordum, düşsem düş olacaktım, gerçeği olmayanın düşü olur mu hiç bilemedim. Gözlük kabının içinde sakladığım hatıraların, kurumuş ama eskimemiş kokusu, bir çeyiz sandığından daha değerli şeyleri de olmalı insanın, hayatta, yaşıyorsa… Yüzümü dertsiz, tasasız, adada bir sabah rüzgârına çevirmek isterdim, dört yanı denizle çevrili ada parçası, ilk defa beni sarmalasın isterdim, kendi sarılmışlığına aldırmadan, defterlerimle yazamadıklarımı doldurup, sonra kuşlara uçak yapmak isterdim. Dingin, dinlenmiş bir sandalyede öylesine otururken, sandalye sallanmasa da olur, yeterince sarsılmışlığım var üzerimde, kendi kendime de sallanabiliyorum hâlâ…
Dalgaların hâlâ tanıdık olduğuna eminim, üstelik şu fırtınaya rağmen. Dışında dalgaları olan birinin, içinde fırtına olması kadar doğal bir şey yoktur, kışın çıkan güneşin tüllerden içeriye izinsiz girmesi gibi bir şey bekliyordum, ansızın, hazırlıksız yakalansın dağınık yatağım. Hayata hazırlıksız yakalandığımdan beri, içimde haberim olmadan yerleşen o hüzün gibi bir şeyin de aniden geçmesini bekliyordum.
Yirmi Beş Kasım İki Bin On Beş 17 00
Nevin Akbulut
Arada tansiyonum düşüyor, toplayamıyorum yerden, eğilemiyorum çünkü eğilsem dünyam kararacak yine, başıma bir yığın soru işareti düşüp, çarpacak. Eğilirsem, kafamı bir daha yerden kaldıramayacağım, üstelik de yukarıdakiler bu kadar kalabalıkken. Felç olmanın provasını yaşıyor beynim arada, uzun süre öyle kalıyorum. Bir şeyleri hissetmeden yaşayınca insan daha mı az yaşlanır? Sonuçta yaşamamış gibi bir şey oluyorsun. Hissizliğimle hissettiklerim sürekli kavga hâlinde, kimsenin kazandığı da yok kaybettiği de… Altına işeyen çocuğun sabah yataktan kalkamayışının rahatlığı ve rahatsızlığıyla dolaşıyorum her gün, ne yapsam olmuyor gibi, sağıma dönsem, soluma dönmek istiyorum, soluma dönsem arkamı dönmek istiyorum her şeye bir anda. Sığınağım dediğim şeylerin beni aslında iç etmek için uğraştıkları, aslında hep açıkta kaldığımı, saklandığım için pişman olduğumda, bir süre sonra saklanmadığım için pişmanlıklarım kovalıyor. Araf’ta kalmanın en güzel tereddütünü yaşıyorum şüphesiz. Gülünç hikâyelerimin içine, gizli ve hazin sonlar ekliyorum. Kimse anlamıyor gülüşümden. İşte sırf bunun için mutlu olabilir insan, o kadar lükse gerek yok.
Hayat denilen yolda epeyce acemi, ömür erkenden solmuş yıldız gibi, yaşayamadıklarım erkenden sönmüş porno yıldızı. Akşamlara sığınıyorum, teninin sıcaklığına usulca sokulur gibi. Ellerin hâlâ dosdoğru duruyorsa, cesaretini hiç bilmediğin sokaklarda yitirmişsindir. İki rakı ve çok duman, çok fazla şey var beynimi uğuldatan. O ses hiç susmuyor, nereden geldiğini bilmediğim ses, hep bağırıyor, ne dediği de anlaşılmıyor üstelik. Zihnimin en açık zamanları beni en çok yanıltan anlardı. İnsan ayık olmayınca aldatıldığını da çok umursamıyor. Beynimin oyunlarıyla kendimi oynatıyorum ve aslında herkesi. Kimse beni ayıltamadı. Etten yaratılmış duygularda mucize arayıp duruyoruz, oysa sabah olunca yıldızlar bile sönüyor. Tek mucizemiz, devamlı mucizemiz kaybetmek, sahip olduğumuzu zannettiğimiz her şeyi yitirmenin sancısı daha bir başka oluyor sahip olduklarındansa… İnançlarımız bizi cezalandırırken, yalnızlık yine göz kırpıyor. Hayat öpücüğü, sûni teneffüs şart.
“Bedenin canlı olması, ruhun cismine yüklenen anlamla sağlanıyor” gibi şeyler düşünüyorum. Gereksiz anlamlar yüklediğim şeyler ağırlık yapıyor sırtımda, kamyon yükü taşıdığımız, oysa en çok sırtımız öpülmeliydi.
Melodram hesaplaşmalardan uzak durdum hep, gayrimeşru bir çocuğun gözyaşları gibi dokundu içime ödeşmeler, ağladım. Çıplakken insan ne kadar cesursa o kadar cesurdum. Yalnızca gözlerim karaydı, bu yetiyordu içimdeki ateşi görmelerine. Düşmelerin tuzağındaki yem gibiydim, düşürmedim kendimi ödeşmelere, onun yerine içimi deştiler. Bir yığın duygum fırladı dışarıya, bir yığın duygu organım zarar gördü. Yine de hesaplaşmadım çünkü onlarla hiçbir hesaplaşma âdil olamayacaktı, affetmenin dayanılmaz yüküyle kendimi ödüllendirdim. Sırf bu yüzden bile sinirlenebiliyorlar. İçime kötü dokunan şeyler var, içimi iyice ezen şeyler var. Kendimi ne senin beni sevdiğin gibi sevdim, ne de bıraktığın gibi nefret ettim. Muhakkak gelecek bir sonu biliyormuş gibi, hikâyemizi sahiplendim çünkü içinde en çok bana ait kısmı yer alıyordu. Ilık bir yaz sabahı gibi, serin, derin ve köklü. Unutulamayacak baharların yasını tutuyorum her yaz, unutulamayacak ama bir daha da yaşanmayacak. Bir zamandan sonra da yaşandığından şüpheye düşeceğiz, zamanla böyle birisi olup, olmadığından, nokta gibi kalıncaya kadar çevremizde dolanan her harften, her kelimeden şüpheleneceğiz ve en sonunda da varlığımızdan, kendi bitmek bilmez varlığımızdan…
Hatırlamadığımız zamanları ihanet etmiş gibi bir azapla karşılıyordum. Ne çok sadıktım hikâyemize, o başka yollar çizerken kendi etrafında. Hiç kıpırdamadım bırakıldığım yerden, hiç fazladan hareket yapmadım, öylece kaldım, her şeyi olduğu gibi bırakıp, çıkacak kadar cesaretim vardı artık.
Hayatımda; yaşadıklarımı susarak, yaşayamadıklarımı da anlatarak tamamlıyorum hikâyemi. Zamanın bana biçmiş olduğu, payıma düşen hikâyeye yeni bir şey eklemek gelmedi içimden. Artık bizden yalnız iki ayrı hayat çıkardı, yeniden yazsam da hiçbir şeyin sonu değişmeyecekti. Geri dönsen de, dönmesen de hiçbir şeyin değişmeyeceği inancımdaki özgürlüğü tetikliyordu. Hiçbir şey yapmadım, hiçbir şey yapmadan durabilmek de, benim özgürlüğümdü. Bir hayatı böyle yaşanırken, yaşanmaz kılabilmek gibi yeteneğim vardı, bir hayat nasıl yaşanırdı bilmiyorum, nasıl susulur onu ezberlemiştim.
Aklımın kuşları uçup gidince, bir çiçek yetiştirdim yüreğimin en sulak köşesinde, kedilere taktığım isimleri ona da ezberlettim. Gökten sim yağsın istiyordum, yukarı fırlattığımız feryatlar dökülüyor her gün üzerimize, hüzün rengine boyanıyoruz, yüzümüz daha bir düştü, düşlere karışamayacak korkunç kâbusları yaşıyoruz her gün, yaşanacakların müsveddesini sakladım içimin raflarında, yaşanmazları hikâyelerde yazıyoruz. Kitaplar bizden daha çok yaşıyor, yıldızları söndü gecelerin… En çok da bulutların parçaladığı gökyüzü ağladı, gözümden düştü gökyüzünün yaşları, tombul kuşlar yok artık, arabalara çarpan kargalar var. Merakımı bile merak eder oldum, sustuğumdan beri. Herkes iç sıkıntısı olarak görür beni, kimseye anlatamadığım hâlde. Gökten yağan yağmura rahmet gözüyle bakmazlar artık, feryat gözüyle görünce hayra yoramayız hiçbir şeyi. Çocukların çocukluğu, hiç çocukluğuma benzemiyor, gökkuşağını yalnızca ressamların resimlerinden tanıyorum. Toz bulutu, felâket bir karabasan, kapkara ve ütüsüz günler. Alınyazımın doktor kalemiyle yazılmış reçetesi, kaderim on sekiz yaşımdan sonra da değişmedi, yirmi sekiz yaşımdan sonra da… Üstelik reçetelerin bir şeyleri iyileştirirken, başka şeyleri bozduğuna dair inançlarımla beraber iyileşirken… Böldüğüm yazıların çoğaldığı, yazamadıklarımın arttığı, gözlerimdeki ıslak nemin kalıcılığı, yeni yaşlarım bana bu nemi bağışladı. Belki de tek sorumlu rutubettir, hava alamıyordur önce ciğerlerimiz sonra da kalbimiz. Bu toz bulutu içinde takılan hortumlar da nefes aldırmıyor, gözlerim yanıyor, ama acıdan. Acı şeyler elle tutulabilecek türden de değil, elle tutulabilseydi, onun da çaresi bulunurdu.
On Bir Eylül İki Bin On Beş 17 30
Nevin Akbulut