Sanata dönüştürebileceğim bir sürü yara izim vardı, eğer ölmeseydim. Zaman iki olay arasındaki zırva, ölümle yaşam arası, iki maaş arası gibi, aradaki birçok şey anlamsız, tenimdeki iyot kokusu belki de senden hatıraydı ya da yokluğuna dayanmak için bunu kalbim uydurmuştu, bunun varlığınla bir münasebeti olduğu kesindi. Yıllar önce bir şeye birden fazla anlam yüklüyordum, şimdi birçok şeyin bir tane bile anlamı yok. Bilmenin verdiği cehalet gibi…
Herkes bir şeyleri anlamadığı hâlde, yalnızca kendi çıkarına göre dinleyip, şekillendirirken, birçok şeyin acemisi olduğumuz hâlde ustasıymış gibi bir görüntü, tüm gerçekliğin sihrini bozuyor.
Kendimle tutuştuğum iddiaları sürekli kaybediyorum, gecenin yarısında gözlerimin artık batıştığı yerde, bulanıklaşıp, göremediğim zaman bile capcanlı görülebilen şeyler var, deli olmanın yenilmişlikten geçtiğini tam da bu zamanlarda öğreniyorum, tıpkı kaybedecek bir şeyi olmayanların kendine has cesareti, inatçılığı ve umursamazlığı gibi.
Bu sefer ciddi bir şekilde deliriyorum, sanrılara, yanılgılara ve yanılsamalara yer yok, düpedüz deliriyorum. Her korkunç günü atlatırken geçmeyen bir şey kaldı mı diye umut bulurdum kendimde, bu sefer bulamıyorum. Çıldırmamanın kendime çok büyük sahtekârlık olduğunu ve haksızlık olacağını artık biliyorum. Şimdi bu benim yaptığım intihar eden birine, veda mektubunun ardından cevap yazmak gibi bir şey, karşılıksız, bedelsiz, sahipsiz havaya uçan satırlar. Boşluğa seninle birlikte gömülen hayaller, ancak yokluğu derinlemesine anlamlandıran mevzular, yazarak, anlatmaya çalışarak durumu sindirmeye, belki de basite indirgemeye çalışıyorum. Şu çıldırdığım anları eğer atlatabilseydim, zamanı da belki ileri sarabilirdim, o zaman her şeyi atlatmış olurdum, bununla yaşamayı içime sindirebilirdim belki, hayatın yüzsüzlüğüyle birlikte.
İlerleyen, geçip giden zamanın peşinden koşmayacağım çünkü değişen hiçbir şey olmuyor, zaman geçse de yaşanılanlar, yaşanılacaklar hep aynı yerde kalıyor. Birisi bacağını kırdı diye, kalbin kırılıyor, biri öldü diye sen buralarda kalamıyorsun, birileri büyük kötülükler yaparken senin için rahat değil artık. Dünyanın kirini tanıdığından beri kendini temiz hissedemiyorsun, yaşamak için, yaşayabilmek için belki de en çok bu gerekliydi. İçimden gelen bu cinneti daha fazla bastırmayacağım ve teklifini geri çevirmeyeceğim. Geceleyin duyduğum hayaletin sesleri yüzünden kalbimin nidalarını duyamıyorum, bunca mutsuzluğu gören birisi için artık bir ümit olduğunu zannetmiyorum, hayatta en çok istediğim şey bile olsa artık mutlu olamam. Savaşmaktan vazgeçmek yenilmek anlamına gelir birçokları için, benimki sonu kabullenmek, mutlu ya da mutsuz. Yaşadığı şoktan aklımı kurtarmaya çalışırken, aslında hiçbir şeyin ancak bu kadar öyle olmayacağını anlıyordum, sırf bunun için bile bir geri dönüş olamazdı.
Kendimi yıkık, aşırı yorgun hissettiğim günlerin birinde zihnimin nasıl da bu kadar berrak ve dinlenmiş olduğuna anlam veremesem de bir şeylerin artık en azından içimden netleştiği için seviniyorum. Hiçbir insanla mutlu olunamayacağı gibi, hiçbir şeyle de mutlu olunamıyor, olunsa zaten bu diğerlerine haksızlık olurdu. Herkesle eşit şekilde mutsuzum. Kendime yenilmesem belki birilerinin hayatı için vazgeçilmez olacağım ya da mahvedeceğim onların hayatını. Bu iki seçenek ne kadar birbirine uzak olursa olsun bu iki ihtimal yüzünden hep bir diğerinden korktuğumdan, olasılıkları otomatik olarak sürekli kalbimden hesapladığımdan ama kendime veremediğim hesaplar yüzünden vazgeçiyorum. Bir şeyleri mahvetmek değil, mahvetmeden bitirmek niyetim. Benimle mutsuz olunacağına, bensiz mutlu olunsun istiyorum.
Geri dönebilme ihtimalini yok edene kadar uğraşıp, başkası kadar uzağa bırakıyorum kendimi, ihtimaller umurumda değil de kendime bunca yakın olup, bu kadar uzaktan bakmak, kendini artık başkası gibi kabullenmek, herhangi bir organı ya da içinde seni yiyip, bitiren bir hastalığı kabullenmemeye de benzemiyor bu, doğrudan yabancılaşmak. Güzel şeyleri kolay yok edemediğimizden, kendimizi planlı bir oyunun içinde mahvetmeye çalışıyoruz, karşılıklı anlaşma bir nevi, yazısız, imzasız. Bu ıssızlığa hiç olmadığım kadar ihtiyacım var. İçimden kopan, aşınan şeylerin yerini artık başka parçalarla tamamlayıp, yama yapmamak için, sonsuza kadar yarım kalan şeyler için bu defa yarımlığı sonlandırıyorum.
Şimdi bu satırları yazarken belli bir zaman geçtikten sonra, benim için o kadar önemli olsa da neyi ne için yazdığımı unutmakla birlikte ömrümün belki de en budala zamanlarını yaşıyorum. Mutluluk yaşadıklarını unutmakla başlıyormuş, ben onları koyacak yer bile bulamadım ki unutayım… Yine de dillenmeyen ama hissedilen şeyler var anlamakta ve anlatmakta güçlük çektiğim; boğazıma dokunan bıçak darbeleri, organlarımı delip geçen zehirler, içime dokunan teşhisler, ciğerime dokunan şiirler, masalıma dokunan gerçekler vardı, gerekçesiz olduğu için sadece öyle ama tüm bunlardan ders almışa benzemiyorum, ruhum hâlâ yaramaz bir çocuğu andırıyor. Ömrüme sığdıramadığım ve sığdıramayacağım kelimelere veda borcum vardı, sığdıramadıklarımın affına sığınarak.
Yorgunluğumuza çokça anlam yüklediğimiz şu zamanlarda, durmadan ağladığımda, yanağından süzülerek, apansız dudaklarından içeri süzülen o tuzlu yaşın tadının yarı yarıya soğumuş etkisinin içe verdiği garip huzur.
Dünyayla aramda asla uyuşmayacak şeyler var, kendimin kendime yetmesi gerekirken, fazla geliyorum. Kendi sesime yabancılaşırken, diğer ölümlülerin anlattığı hikâyelere gülerken huzuru bulduğumu sanıyorum. Yeryüzünde bunca kötü şey olduğunu bildikten sonra iyi şeylere sevinmek aptalca bir iyimserlik gibi geliyor artık bana, neşelenmek ve umut da öyle. Bilincin zihnime veren o incecik ama büyük sancısını çekiyorum. Şimdi sanki tüm kötülükler bitti, tüm sorunlar, tüm haksızlıklar çözüldü de mi sevineyim? Niye sevineyim, neden neşeleneyim?
Kendi sesimin yalancısıyım, sesim yabancılıktan yalancılığa terfi etti. İçimdeki hayallere bahane uydurmaya başladığımdan beri gerçeğe de yalan gözüyle bakıyorum. Yazıp, sakladığım, kıyamadığım her şeyi harcamaya karar verdim. Değmeyeceğini anladım, kıymetin yalnız içimde olduğunu onun da hapisten farksız olduğunu öğrendim. Dışarıda aramın iyi olduğunu zannettiğim her şey zamanla kötü olmaya başladı, içimde de durum aynı. Israrın anlamı yoktu ve tüm yenilmişler gibi sızlanmak istemiyordum. Sızlanırsam daha çok sevecektim bu durumu, sevdikçe daha çok kabullenecek daha fazla sızlanmaya devam edecektim, anlamsız ve yersiz bir kısırdöngüden başka bir şeye yaramayacaktı bu. Daha fazla devam ederse bu gelecek bir küfürden farksız olacakmış gibi geliyor, şimdi belki bu çılgınlığa bir kılıf uydurabilirim belki şuan buna yeteneğim var ama aklımın o kadar çalışmayacağı zamanlarda ne yapacağımı bilmiyorum. Hatırlamamakla unutmak arasındaki büyük oyuktan nefes almaya çalışıyorum. Başkaları buna direnmek diyebilir belki de hiçbir şey yapmamaktır. Ucunun nereye gittiği, havanın nereden geldiği önemli değil artık. Aklımın kabullendiği şeyleri kalbime de kabul ettirmek için bu boşluğa ihtiyacım var.
Yirmi Sekiz Haziran İki Bin On Dokuz 11:00
Nevin Akbulut