Browsing Category

edebiyat

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut

Sarmaşıklar Kızıllaştığında

Sabahları uyanıp, aynaya baktığımda, gözlerimde aynı şeyi sorguluyorum. Aynı yaranın yaşı duruyor orada, şah damarımı sızlatan, sürekli atan damarın bazen duracakmış gibi olması gülümsetiyor beni, korkutmak yerine. Benimle birlikte büyüyen ve hiçbir yere gitmeye niyeti olmayan o yara her ağladığımda hatırlatıyor kendini, bir çocukluk yarası, hiç tanımlanamayan bir yarımlık, benimsemeye başladığım hüzünle birlikte. Yersiz yapılan bir çocukluk şakası gibi, çocukluğunda kaybettiğin en çok sevdiğin ilk oyuncak bebeğin gibi ya da parçalanması gibi en sevdiğin ayakkabılarının… Albenili bir mecaz, bir intihar özlemi, varlığını gördüğün insanların hemen yanı başında, yokluğunla savaşın, bambaşka bir dünya, herkesin dünyası kendi içinde kalakaldı. Akıtamadığın gözyaşların içinde büyük su birikintileri oluşturdu.

 

Bir kelime için günlerce ağladığımı hatırlıyorum. O tek kelime tüm anlamları ortadan ikiye kesmişti, gözyaşlarım yanaklarıma küçücük bombalar hâlinde düşüyordu, yüzüm paramparça oluyordu. Kalbimizin kaldırdığı ağırlıkları hesaplasak, altında eziliriz, yok oluruz. Göçük altında kalan hayallerimizden umudumuzu kesemiyoruz, kendimizi kandırmakta o kadar ustalaştık ki artık, ilk söylediğimizde kendimize, inanıyoruz. Uğraştırmak istemiyoruz kendimizi, yorulmak istemiyoruz ama bazı kelimelerin ağırlığını kaldıramıyoruz ya da böyle kaldırdığımızı kendimize ispatlamaya çalışırken ince bir sızı şeklinde küçük yollar oluşuyor yüzümüzde gözyaşlarımızdan. Çocukluğumu bile özlemiyorum artık, olmayacak bir şeyi neden özleyeyim ki? Onun yerine olabilecek şeyleri özlüyorum, insan çocuk parkları yerine intiharı özler mi? Tüm salıncakları çalındıysa çocukluğunun, özler tabi. En çokta kendine inancını da yitirdiyse, hakikatin bile sahte bir dünyanın içinde yalanlarla dolu, sahtekârlıkla yoğrulmuş düzenle sürdürülebildiği gerçeğini kanıksadığıysa, özler.

 

Nasıl bir fotoğraf insanı yıllar öncesine götürür? Mutlu zamanlar yalnızca oralarda Mesela hiç unutmuyorum ilk izlediğim sinema filmini, şarkıları ilk sevmeye başladığım yılları, hiç unutmuyorum ilk heyecanımı, ağzımda kalbimin atmasını, o zaman şikâyet ettiğim her şeye şimdilerde nasıl da muhtaç olduğumu… Geçmişe gidebilmek için, fotoğraflar yetiyor bazen, orada bırakmak isterdim kendimi, en masum zamanlarımda. Özgürlük diye bir şey tutturdu yüreğim sonraları, severken kısıtladığım her şeyi ölürken özledim. Benim kuş olmakla ilgili derdim de ihtimalim de aynı orantıda…

 

Boğazımdaki düğüme kelimeleri borçluyum, o yüzden yazıyorum, çözülmedikçe… Çözemeyince güzelleşen şeyler var, özleyince biriken şeyler var. Gitmek isteyip gidemeyince cehennem, neden cenneti özleyeyim ki? Yağmurlu günlerin bezediği grilik gibi yarım kalan duydular, gittikçe siyahlaşıyor. Bir zaman sonra kelimelerine vurulduğun insanın ellerini bile unutuyorsun, sonra yüzünü ve en sonunda da gözlerini. Ama kelimeler kalıyor, onlar hiçbir yere gidemiyor çünkü cehennemi hatırlatıyor sana.

 

Olmayacak bir şeye inanmak; yalnızca zaman kaybı değil aynı zamanda anlam da harcatır insana. Pencerelerden başka dünyalara açılacak anlamlar. İnanmak çoğu zaman kısıtlamaktır kendini. Olmayacağını bilerek ilerlediğin o yol kocaman bir kısır döngüdür. Bir bakarsın ki yılların bitmiş, nefesin tükenmiş, enerjin durup durduğun yerde kendini tüketmiştir. Kalp kırıldığında, yavaşça ölmeye başlarız. Bundan sonra merhem olmaya çalışan her şey yalnızca bir süreliğine acıyı hissetmemeyi sağlar. Geçici olarak uyuşturur, iyileştirmez.

 

Aşkın varlığına inandığın anda ruhunu hırpalamaya başlıyorsun, ruhunun hiç önemi olmuyor, onu kollayamıyorsun, tıpkı masumiyetin gibi. Aşka inandığın an, her ama her şey doğru gelmeye başlıyor. Mürekkep bulaşmış elin masumiyeti, herhangi bir jiletin parlaklığının keskinliğinden daha ileri gelmesinin hikâyesi bu, bilekteki damarın yanında nasıl soluksuz ve solgun kaldığının. Utangaçlığın yanında masumiyetin iki katı arttığının çoğalması ve çağlaması, bembeyaz fayansın üzerinde güzel duran kırmızı damlalar, banyo ışığının loşluğunun altında parlaklığının keskinliğinin tüm dünyayı kesecek kadar yeterli olması ve kırmızıya boyanırken, gözkapakları bile hayret sarıyor ortalığı bu yüzden ağlanmıyor, üzülmek için doğru bir zaman değil, hiçbir zaman olmadığı gibi. Noktayı nereye koyacağımı bildiğim hâlde koyamamak gibi… Sanki sen hariç herkes ya da her şey karar verebilir buna, şu küçümsediğin yazı bile.

 

Acıyı bile dilediğin miktarda, istediğin anlarda yaşayamıyorsun. Mutluluğun bulunduğun ortama göre değişiyor, rehin. Kabın şeklini alan su gibi, içinde bulunduğun şey, seni saran durum yani dışındakiler çok şekilci. İstediğin zaman ağlayamıyorsun, senden hariç yedi milyar kafa var, bir de korkuların. Ardında pencere kenarında, korkulukların ardında biriken fesleğen cenazeleri, kuruyken bile bir şey anlatmaya çalışıyorlar. Ölmek için bazen bir mevsim bile yeterli. Neden vurguluyorum bu cümleyi, oysa anlatmak istediğim tamamen başka bir şeydi. Vicdan için yalnızca bir karıncanın kendinin kaç katı yük taşıdığına şahit olman yeterli. Hüzünlü akşamlara olan bağımlılığımızı kimseye yaklaştırmıyoruz, kimseyi karıştırmıyoruz bu işe, benciliz belki ama birinin yanında bile yalnız kalabiliriz. Üzülmek istiyorsun ve üzülmek için dünyada yedi milyar neden var.

 

Bahçede, ama bahçe kurumuş, bilmem kaç asırdır… Öylece, bir saksının içinde unutulmuşum ama saksı yepyeni duruyor, belki de başka bir dünyadan getirilmiştir bu bahçeye, bahçe demeye bin şahit istiyor. O saksının içinde öylece unutulmuşum, aradan uzun, upuzun zaman geçmiş, ne kadar olduğunu ben de bilmiyorum, ne kadar olduğunu bilebilmem için, önce akşamı ve sabahları saymam gerekirdi en azından ya da güneşi ama ben her gece yıldızları saydım, belki yıldızların toplamından daha çok kaldım bu bahçede. Neyse, konu bu değil zaten, unutulmam da konu değil, konu neden burada olduğum, ayna ihtiyacı hissediyorum mesela, belki bakabilsem gözlerime, ne kadar zamandır orada olduğumu yaşlarımdan bilirdim. Birisi sanki az sonra gelecekmiş gibi bırakmış orada öyle ama gelememiş, gittikten üç gün sonra ölmüş ya da birisi, tıpkı bu bahçe gibi, şimdi ben de biraz ölü sayılırım. Ölü sayın beni, ölü gibi sevin. Diğer tüm bahisleri kapatalım.

 

Kalbim ekşidi biraz, göz bulantılarım bu yüzden, bir burun bunaltısı, boğazımı kadar kaplayan. Bir göz yanılgısı, birkaç söz kandırmacası, istemediğim şeylerin tamamıyla hayatımda yer etmesi, bana daha fazla yer kalmadığını gösteriyor. Karanlık odalarda sabahlamak da işe yaramıyor, görmek istemediklerimi görmemek için. Sarmaşıkların kızıllaşmaya başladığı mevsim bu, sarmaladığı yerlere, kupkuru ruhlarını bırakıp, gitmeye başladığı zaman. Şimdilik tüm dünyalılara veda vakti, hep bir ağıtı içinde götürerek, kalbinin sürgününden kaçma vakti.

 

Dikenli tellerin sınırladığı kentler gibiyim, kendime yabancı, yakın ama yabancı. İçimde bir yerlerde saklamak zorunda kaldığım o kelimeyi söyleyemediğim için susmaya başladım. Anlatabildiğini zannettiğin cümlelerin ezikliği… Abartabildiğim tek şey susmaktı, susmaları büyütüyordum, kelimeler küçülüp, kendi hikâyesinin içinde silinip, yok oluyordu. Mevsimler gürültüsüz ama acıtarak geçiyor. Sarmaşıklar böyle kızıllaşıp, böyle güzelce ölüyor.

 

On Bir Kasım İki Bin On Altı 16 30

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Kelime Düşüşleri

Bir bütündüm, parçalara ayrılmadan önce. Bölünmek her şeyi ayrı düşünmek demek de değilmiş, canının etinden ayrılması gibi bir şey. Zaman geçtikçe insan çevresinden çok kendi içindeki kötülüğün de farkına varıyor. Bana yapılan kötülükler için onları cezalandıramayacak kadar iyiyim, ama kendimi öldürebilecek kadar kötüyüm hem bunun için yani kendimi öldürdüğüm için kimse beni cezalandıramaz. Eksik parçama sahiptin, vazgeçilmez değildin. Şimdi şurada hemen ölsem bile kalbime gömdüklerim kadar yer kaplayamam. Gülkurusu tadında hayaller kurunca, ağzında gül tadı kalmıyor, reçel falan da olmuyor dökülen yapraklarından, muhtemelen kurumadan yapraklarını yiyorlar sana da dikenleri batıyor. Ya koparıyorlar ya da solduruyorlar.

Kızgınlıklarını ve kırgınlıklarını aynadan başka anlatacağın hiçbir yer yok. Sinirlenmelerin, yumrukların, küfürlerin her defasında aynaya çarpıp, kırılıp, çoğalarak yine kendine geliyor. Senin kendinden başka kızacağın hiç kimsen bile yok. Kendi içinle çarpışmaktan sürekli sarsılıyor gibisin, kaç deprem atlattı yüreğin hesaplayamıyorsun. Savruluyorsun hiç durmadan, yine de yorgunlukların seni dinlendirmeye yetmiyor. Bir yerde düşüp, ölmen gerekir belki de… Kimseyle savaşamadığın için hep kendine yeniksin. Sürekli kendinden ve her şeyden kaçma hâlindesin ama her gece ıssız sokaklarda tek başına dolaşırken, yine yakalandığın kendinsin. Hep sonbahar mevsiminde, hüzün durumundasın, gözüne hep kirpik kaçmış da çıkaramamış gibi, gözyaşlarını kendi ellerinle silmek zorundasın. Son günlerde ne kadar da az gülümsediğini bir tek sen fark ediyorsun, yüz hatların gittikçe sertleşiyor, dışarıdan baktığında kendine hep sinirli gibisin, olgunlaşıyorsun. Olgun ve anlayışlı bakışların var artık. Kendinden başkasına borçlandığın da yok, güzel günler göreceğiz diye kandırdığın kendin. Bölündün, parçalandın ve dağıldın ama çoğaldın da aynı zamanda. Çitilendin ve tortulandın, yıllar sonra akıllanan kalbin gibi ya da yıllanmış şarap gibi bir tat oldun. Her şeyi boş vermenin derinliği ve sessizliği var gözlerinde ve büyük yitirmelerin boşluğu dudaklarında. Unutmanın sükûneti kaplıyor şimdi tüm suratını. Her şeyi solgun ve gerçek renklerini görmeye başladığından beri artan bir hissizlik duygusu yerleşti içine, kendinle arana bile mesafe koydun artık, daha az konuşuyorsun, daha az kavga ediyorsun çünkü aynaları patlatmanın bile hiçbir işe yaramayacağını biliyorsun artık. Kaygıların gün yüzüne çıkıyor, memnuniyetsizliğinle birlikte. Ne yapacağını şaşırmanın yanı sıra, hiçbir şey yapmanın bir şeye yaramayacağının endişesi terk ederken, rahatladığını zannediyorsun ama yalnız bir süre için geçer bu rahatlık. Uzaklara gitmek için gönülsüz, hayal kurmak için artık fazla gerçekçisin, suskun ve soluk perdeler gibisin, ne zamandır burada öylece oturup, kaldığını bile bilmiyorsun. Geçmişi düşünmek, geleceği düşünmekten daha kolay geldiğinden geçmiştesin sürekli çünkü geçmişte yaşanan hiçbir şey artık değişemez, bunun rahatlığı var. Sırtını geçmişe yaslayıp, yine geçmişe dair hayaller kuruyorsun, gelecekle ilgili hiç planın yok.

Nefes almaya devam ettikçe, her geçen gün daha ağır bilançolar yıkılıyor üzerime ve ağır hesapların altından kalkamıyorum. Yaşamak gittikçe yük olmaya başladı, her gün omuzları düşüren ve yaşlandıran. Şu günleri yaşayacağımızı bilseydik yine de bu kadar yaşamaya hevesli olur muyduk? Tabi ki olmazdık. İlk yaklaştığımız anda ölüme teslim olurduk. Hayatın adının “hayat” olması “yaşamak” anlamını içermiyor, daha çok zorluk, sıkıntı, yalnızlık, zorunluluk ve keder. Dünya aslında içindekileri burada durmaya mecbur bırakıp, hipnozla köleleştirdi. Hepimizin yapmak zorunda olduğu şeyler var, yaşamak yüzünden. Her ne kadar görünmeseler de hepimizin bağımlılıkları var, aynı orantıda da teselli ve bahaneleri. Bunlar da bir tür uyuşturucu, insan hiçbir şeyi yalınlıkla net bir şekilde göremez oldu. Derinlere biraz inmeye kalksan ya deli oluyorsun ya da sarhoş. Kendini avutacağın hikâyelere sığınmaktan başka bir şey yapmıyorsun. Okuyorsun, daha çok okuyarak, başkalarının masallarıyla mutlu olduğunu zannediyorsun. Böyle uyuşuyorsun, hem de en ayık olduğun zamanda. Kimse kimseye fazladan ümit vermek istemiyor, istese de veremiyor zaten. Kimse kimsenin yarasına merhem olamıyor. Kendi yaranı iyileştirmek ya da kanatmak zorundasın, insanlar ancak sebep olabiliyor, nedenli ya da nedensiz…

Bir cümleyi diğeriyle birleştirmeye çalışırken, satır aralarında sabahlıyordum, o boşluklardan yuvarlanıyordum, dünyanın yuvarlak olduğunu düşünerek, korkumu yatıştırıyordum. Yine de başımı yastığa koyabildiğim bazı zamanlarda başım dönüyordu, o zaman dünyanın durduğunu hissediyordum. Hatıralarını unutanlardan ve kolay harcayanlardan korkuyorum. Yaşanılan şeyleri, kolayca silip, yaşanmamış süsü verenlerin hayatı var ile yok arasında bir yerdedir.

Herkes kendi düşüncelerinin çarmıhında geriliyor. Üstelik sonunda gökyüzüne yükselmek falan da yok, devrik cümleler var, devrilen bardaklar, evrilen zamanlar. Yazdıklarım deliliğimin delili olmayabilir belki, eğer öyle olsaydı okuduğumda beğenme şansın artardı. Kırmızı ruju yine kırmızı Uniball marka pilot kalemle karıştırdığımda uçmaya başlıyorum. Çocukların küçükken kaybettiği en değerli şeylerin gökyüzünde biriktiğine ancak bu şekilde inanabiliyorum.

Mürekkebin ömrüne iman etmiştik, ah nasıl da inanıyorduk yazdıklarımızın bir yerde, bu dünyada bir yerde kalıcı olacağına, ölüm bile bu kadar, böylesine, unutkan ve geçiciyken. Ne çabuk unuttuk insanların vefasızlığının harflere benzemediğini… İki gün sulamayınca, odadan soluk alan çiçeğin bile yüzüne bakmadığını.

Hiç yazılmayan bir hikâyenin çatısında beni aradığından beri, artık ölmek için daha geçerli bir sebebim olduğunu düşünüyorum. Hayallerin gammazlandığı, bir eşkıya doğrultusunun dağlarında zikzak çizerken, elleri toprak kokan, ayakları lastik kokan çocuklar, saçlarında papatya kokuları, gözyaşı döken bir gülün çizdiği kırmızıçizgide ilerliyorum. Bulutlar biraz küf kokuyor, gülün kanı bozulmuş, bozuk çiçeği yüzümle ölüm korkusunun üzerinden atlıyorum, yarı yarıya bulut üzerinde, açık üstümle, battaniyesiz ve sabahsız. Eski zamanlarda ölenleri seviyorum, özlemdi belki bu çiçek kokusuyla büyüyen ve sonra bozulan bebeklere, büyümek istemediğimden, büyümesini istemediğimden geçmişin içinde geziyordum. Kurutulmuş ve asılmış çiçekler ya da unutulmuş çiçekler ölümü hatırlatıyor, saçlarından bağlıyorum çiçekleri, balık hafızasına hayranlığıma gülüyor bebek unutkanlığıyla, ne zamandır unutuyorum çocukluğumu, dizlerimin iyileşmesi bana hiç iyi gelmedi. Biraz daha unutursam ulaşabilir miyim istediğim, özlemlerime, gözlerinde sönmeyen yıldıza âşıktım, gözlerimdeki ferin geçici olduğunu unutarak… Hangi merdiven yaklaştırabilir şimdi yıldızına ulaşmak için kaç hikâye yakmam gerekiyor, kaç masaldan firarım isteniyor? Hazırım, yıldızındaki pırıltının gölgesinde yeniden sabahlamak için tüm sabahları yakmaya da razıyım. Merdiven yanlış gökyüzüne uzandı, asılı kaldım, düşmekle ölmek arasında mekik dokurken, hiçbir şey yokmuş gibi davranan umursamaz çocukları hatırlattın bana, başka türlü sığınamazdım bir yalanın arkasına, saklanamazdım daha fazla.

Kelime düşüşlerime benzemiyordu, aramızdaki mesafe, bir kelebek ölümü gibi, bir kelebek ömrüne sığdırmaya çalıştığım her şey dışarı taştı, ayarlayamadım, taşıyamadım da… Yazdan kalma çiçekli elbiselerime, çiçekli kokmayı öğrettim, tıpkı zamanında plastik saçlarıma plastik kokmamalarını öğrettiğim gibi. Kirle ovulmuş duygularıma, kilden oyulmuş yüzümü sevmeyi de öğrettim. Kokulu gülümsemeler sergiliyorum, kokmuyorum, kokum kayıp, adımın eksikliği gibi, adımlarımın fazlalığı gibi, ölüme susamış birini, yaşamak sevinciyle kandıramazsın artık. Çiçek koktuğu için yıkamıyorum elbiselerimi ve yüzümü de… Ait olamadığım bir dünyadan hiç ait olmayacağım bir eve göç ediyorum. Sokaklarında şarkı söyleyemediğim bir şehirden ayaklarımı bir türlü çıkaramıyorum. Gidemiyorum ait olduğum yıllara, ağzımda yarı baygınlık, biraz daha eskiyorum. Çiçeklerim de bozuluyor, bekleyen her şey gibi. Daha fazla şiir yazmanın da anlamı yok, zaten hepsi biraz yarım hepsi birbirine benziyor. Şarkı da söylemeyeceğim. Titrek ışığın yansımasında tüm tedirginliğimle varlığıma inanmak istemiyorum. Yokluğum için her şeyi göze alsam bile yetmiyor. Yarım şiirlerle nereye kadar gidebilirsin ki? Dünyayı kaçırın benden, o yuvarlak şeyi elimden. Belki o zaman tamamlanır şiirlerim, belki dünyada bir yerde, bir şeyin altında kalmıştır kayıp ve utangaç dizeler. Üşüyorum ve bundan yalnızca hava durumu sorumlu değil, geçen yıllar pırıldayarak döktüğü pullarını yüzüme vuruyor, öyle ya gece her ayıbı örterdi evvel zaman içinde bir masalda. Sarılsan bile artık, iyileşmeyecek şeyler var içimde.
Otuz Bir Ekim İki Bin On Altı 16 40
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Kayıp Hücreler

Kafamdaki çiçekler vurulduğundan beri, daha karanlık görüyorum dünyayı, kapkara dünyada beyaz rüyalar göremiyorum. Rüyalarım da karanlık. Kendimi saklayabileceğim aydınlık odalar yok, kendimi inandırabileceğim hayaller de yok. Birileri tüm bu aydınlığın içini karartmış olmalı. Muhakkak öyle. Birileri aydınlığa, ışığa büyük kötülükler yapmış, yoksa bunca karanlık olamazdı etrafımız. Karşı yakaya, başka şehre ya da uzak bir ülkeye gitmeye gerek yok haksızlığı görmek için. Burnumuzun dibine kadar girip, sinsice büyümüş kötülük. Birileri bu dünyadaki tüm nefeslerin üzerine, beton dökmüş gibi ve o beton binaların arasından elimize tutuşturulan fısfıslarla nefes almaya çalışıyoruz. Yediğimiz her daim gaz.

Elbette ki son söz her zaman kıymetli olmuştur ve herkes ömrü hayatında en az bir kere intiharı düşünmüştür. Tabi düşünür düşünmez aklından silenler, silmeye çalışanlar, yok sayanlar ve düşündüklerini kendilerine itiraf edemeyenler olacaktır hiç kuşkusuz. Hatta böyle bir düşünce hiç yokmuş gibi davranabilenler de vardır, umursamazlık yine de bazı şeylerin çaresi değildir. Bunu düşününce birden acaba kendimin ne kadar yaşamaya karar verdiğimi düşünmeden kendimi alamıyorum. Sanırım içimde birden fazla intihar var ve tüm intiharların ortasında, en cılız hâliyle bir çocuk, belki yaşamak istiyor. Ama öyle belirsiz ve öyle silik ki… Yaşasa gri bir buluttan öteye geçemeyecek, yaşasa hikâyesini bir intihar teşebbüsü olarak tamamlayacak. Ölmeye belki de ikinci kez yaklaşmayı istemeyen insanların, o korkuyu göze alamayanların işidir intihar. O bana gelmeden, en doğrusu ve şuan için, (bulunduğu durumda) en iyisi ben ona gideyim. Hem en iyi savunma şekillerinden birisi de bu değil midir? Zaten olacak olan, beklenilen korkuyu, beklemeden ona gitmek ve bence takdire değer bir cesaret göstergesidir.

Herkes bir başkasının denizinde boğulmaya çalışıyor. Çok hücre kaybettim. Hücreler yenilenince sen yenilenemiyorsun. Kendini yeni değil daha çok eskimiş buluyorsun. Yaşadıklarının eskittiği bir şeyden geriye kalan, yeni hücrelerle hayata devam edince de hayat yeniden başlamıyor.

Geçici heveslerin bıraktığı kalıcı yaralardayız. Kanat takıp, uçmaya çalışan karıncalarız çoğu zaman ve kalabalık ama kanatlarımız olduğu hâlde yerlerde sürünmelerimiz… Ne kuş olup gidebiliyoruz ne de toprağımıza kafamızı sokup, rahata erebiliyoruz. Kuş olup, uçmayı aklına koymuş bir hevesle, her şeyi kuş olamamaya bağlıyoruz. Kanatlarımızdan büyük zincirlerimiz var, bizi şu duruma mecbur kılan. Yine de suçu kuş olamamaya atıyoruz.

Beni ben yapan, sensizliğimdi. Kurtulmak isteyen birinin kurtarılamadığının ağıtından sonra
artık kurtulmayı istemeyen birinin vedası, ikisi de pek hazin ve acıklı…

Sen olmayınca hiçbir şey yok gibi, unutuyorum her şeyi, yazı, baharı, sonbahar tanıdık bana, bir de dökülen yapraklar, sapları kırık, kimsesiz yapraklar, sahip olduğu şeyler bile terk etmiş onları, içi boş zamanlar, saatleri yok, mesafesi belirsiz yollar. Yörüngesi belli olmayan bir yolculuk, nereye gidersem hep aynı, hep başka, hep eksik, gökyüzü beni reddettiğinden beri bir inat var içimde, kuşlara dair, zamana dair, yaşama giden yolda koordinatlara dair.

Vakti gelmeden açan çiçekler gibi şımardım önce, sonra da sarktım, dış dünyaya açılan her pencereden, başım beton zemine çarptı her defasında, vaktinden önce öldüm, üstelik birkaç kere, her seferinde de bilmediğim yerlerde. Evin etrafını saran, iyi yürekli sarmaşıklar bile kurtaramadı beni, sadece korktular, içten içe, sessiz bir üzüntüyle. Yoldan gelip geçen arabaların kornasıyla irkildim, ölüydüm aslında, zaman erkenden his kaybı yaşatmıştı bana, ama kornalar korkunçtu ve insanlar rahatsız. Mevsimlerden habersizdim, ne zamandır ulaşamıyordum bahara, belki de daha çok vardı, hem gelse bile artık onu göremeyecektim, gelse bile o benim kuru, kupkuru, etrafa kahverengi bir görünüm veren, ufalmış, toz zerreciklerimle karşılaşabilirdi ancak. Bazen mevsimler boyu uzayamıyordu boyum, yetişemiyordum sonraki mevsim geçişlerine, ben sadece camdan cama geziyordum. Sonsuzluk sınırına yetişemeyecektim, bana kalırsa bu dünyadaki hiç kimse o sırra erişemeyecekti, sınırlıydık sırlarımız kadar, ömür denilen şeyle sınırlıydı yaşantımız. Bunca doğum, bunca büyüme, bunca koşturma ve telaş, bunca kırıklar, bir sürü dökükler, çaba, zamansızlık, yetmezlik, hepsi ölüme hazırlık içinmiş, bir sona gitmek için başlıyoruz hepimiz. Biraz daha koklamak, biraz daha fazla çalışmak hepsi son için. Biraz daha fazla su içmek o sonu ertelemiyor.

Dilek tuttuğum sıradaki parçalarım çalmadı, dileklerim de olmadı, beceriksiz mimiklerimle anlatamadım. Buruşturulup, atıldı zaman içinde önemle sakladığım dizeler, özensizce acıdı dizlerim, o şarkılar hiç dinlenilmemiş gibi oldu, kulakların vicdansızlığından silindi. Geceler hiç insaflı davranmıyor bu şehirde, başka ülkelerde, farklı isimler takılan rüzgâr hep aynı şekilde üşütüyor sırtı ve ürperen omuzları. Omuzlar yalnız değil oysa iki taneler. Aynı satır üzerinde titreyerek sabahlayan notalar gibi ama bazı şarkılar bu notaları hiç hak etmiyor. Bazıları da armağan edilen şarkıları dinlemiyorlar. Bu düzensizlik yüzünden, bu hak etmemişlik yüzünden intihar edebilir kulaklarım, bir daha hiçbir şarkıya vurulmamak için. Beklediğim şarkılar gelmiyor, dinlemek istediğim melodiler kayıp. Bazı duyguları anlatmaya sonelerin de gücü yetmiyor. Hatıra olacak kadar zaman geçmemişti, küflü bir odunluğa sakladım düşlerimi, düşmelerimi görmek istemiyordum, düşlerim kurtulmalıydı bu yangından. Gerçekten anlatamadığım hikâyeler var, sessizce içinden geçtiğim, kimseye hissettirmeden. Hayatın anlamı bir adım ilerimde dururken, ellerim dokunmayı unutmuştu, hissizdi, ondan önce uzun süre hissizleşmek için uğraşmıştım, şimdi tam da yerinde hissetmek istiyordum, anlatabilseydim, birkaç yılımın üzerinde kezzap döküp, yaktığımı, yaralarıma bile tahammül edemediğimi, onların bile yok olması için bu yangını hiç korkmadan çıkardığımı. Ama anlatamıyordum işte, iğrenç şekilde dökülmüştü duvarlar, üzerinden çok zaman geçmemişti ama geçmiş gibiydi. Kendime yeni anlamlar ararken, nefesim yorulmuştu, değerlerim gittikçe düşüyordu, hem dünya üzerinde maddi bir şekilde, hem de iç dünyamdaki yerimde. Yaşanılanları yok etmeye çalıştıkça kendim azalıyordum, anlamım kayboluyordu. Sıfırın altında değerlenirken tüm soğuklar, kışın gelmesi güzel bir şeydi, değerliydi.

Hikâyemin otopsisinin yapılması bile kurtaramayacak beni yuvarlandığım boşluktan. Dünya yusyuvarlak, sen yarımsın. Kurduğun yarım cümlelerle ne kadar tamamlanabilirsin? Bilmiyorsun, bilsen de anlatamıyorsun, anlatabilsen de anlamayacaklar zaten ya da dinlemeyecekler. İki kıvılcımla ölmek istediğim olmuştur, derinlerde gizlenen buz parçacıklarıyla, ölünce üşümemeyi hayal etmiştim, hayalleri istediğim gibi şekillendirebiliyordum o zamanlar, şimdi hayallere bile gerçeğin çirkin, biçimsiz izleri karıştı. Tükenmez kalemlerin bile artık tükendiklerinden haberleri yok, bembeyaz bir sayfaya, beyaz yazılar yazıyorlar, okunulacağını umarak. Hiçbir dile çevrilmiyor yazılanlar, belki ölüler dili, belki yolunu kaybeden hücreler tarafından okunulabilir.

Bu sene yaz uğramadı buralara hiç. Görüntüm gölgeden öteye geçemedi, ayaklarım sahildeki kumları okşayamadı. Bulutlar hiç mavi olmadı, tüm renkler aynı renksizliğe büründü, soluk gri, ama soluk aldırmayan. Güzel rüyalarımı kaybettim sularda, güzel olmayanlar da hayata diklenir gibi diklendiler karşımda, unutamadım. Tüm kötü rüyalar güzel rüyaların terk ettiği boşlukları doldurmak için yaratılmıştı sanki. Başka rüya göremiyorum, sular karanlık. Hücreler kayıp, soğuk sıfırın altında değerleniyor.

Yirmi Bir Ekim İki Bin On Altı 17 40
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut

Bir Çığlık Karabasanı

Ben doğmadan önceki nesil trenleri kaçırdı, yetişemediler sahip olması gereken şeylere. Benim neslim tam zamanında istasyonda, kaçan trenleri bekliyor, benden sonraki nesil de hiç tren göremeyecek, beklemenin ne olduğunu bilemeyecek.

Kısıtlı bayramlar aralığı, kapı deliğinden uzanan çocukluğumuz. Şeker tadındaki o sabah, bir daha hiç görülemeyecek rüyalar, bir canavarın gelip, el yordamıyla her şeyi tepetaklak etmesi, kimsenin böylesine büyük güçleri olmamalı ama kimsenin… Açlığın genişlediği yerlerde aşk küçülür, ufalanır, utanır. İnsan bazen kendi sesini tanıyamaz, o tanıyamadığı sesi duyunca ürperir, kendinle hesaplaşırken, kavga ettiğin aklınla, bitmeyen kâbusların, sonu gelmeyen uzatmaların, azabın en dibine vururken, o sesindeki kırıklığa bile acıyamazsın. Geçti zannettikçe yeniden başlamak zorunda olmanın eziyeti, çocukluğunu ararken, kaybolduğun sokaklar, alnın hep düşünceli, dudaklarında tatlı bir suskunluk, eski bir kederle sigaranı çekersin. Oysa hiç hareket etmeyecek gibiydi elin, dudakların o kederden bir gram ileriye gidemeyecekmiş gibiydi az önce. Beton gibi çivilendiğimiz zamanlar olurdu, doğruydu ama bazen öyle kayıbız ki, kendimizi hatırlatmakta zorlanıyoruz, bence biz en çok kendimizi unutuyoruz. Ezilmelerimin çıkmaz hesabındaki sessizliğimi, annemin yorgun dizlerinde dindirmek isterdim çünkü oradayken hiçbir şey ama hiç kimse dokunamaz, ilişemez, bir şey yapamaz gibi gelirdi. Çaresizliğimi eklediğim yüzümle birlikte aynada her zaman başka bir yabancı görmekten ve tam birini aklına yazmışken diğer tüm aynaların silindiği gibi çıldırtıcı bir şey unutkanlık. Hatırlayamayınca kızdıklarına, unutunca sevinmelerin eklenir. Unutmanın vefasızlığını kalbinin sağırlığına yorarsın, sağır ama mutlusundur artık. Hiçbir şey hissedemeyen bir insanın hissetmeyi bilememesi gibidir içindeki boşluk, çok önemli değildir çünkü tanımlayamazsın, araştırmazsın da… Bir yerini hissetmek için, oranın biraz acıması gerekir oysa sen artık acı çekmiyorsundur, acı çekemediğine kim sevinmez ki?

Bileklerimi hissetmek için, parmaklarından vazgeçmiştim. Hep bir şey eksikti deniz kıyısına gittiğim zamanlarda, her dalga başka dilde incitiyordu ayaklarımı, değişik melodiler eşliğinde, hangi melodiye kulak vereceğimi bilemiyordum, üstelik kalbim de sağırdı bir önceki paragrafta. Bacaklarım hep aynı tizlerle titriyordu, bir düşe sığdıramadım kendimi, şikâyetçiyim rüyalarımdan, eğer bir düşle gönderebilseydim kendimi çok rahat edecektim, dert, tasa kalmayacaktı ne güzel, ama şimdi olmayan bir hikâyenin yükünü taşımaya çalışıyorum olmayan omuzlarımda… Üstelik hikâyemi yüklenebilecek bir kahraman da yoktu ortalıkta, zaten kahramanlara da inanmam ben, belki de o yüzden hikâyemi üstlenebilecek bir kahraman bulamadım. Eminim bir düşe gönderseydim kendimi, düşüm de kâbusa çevrilirdi, böyle değişirdi her şey ya da düşün içinde kaybolurdum, hiç görünmezdim kendime. Başkası olsaydım çok ağlardım ama insan kendine ağlayamıyor fazla.

Tuz bastığın yaraların bir gün olsun muhakkak geçeceği, sızlayan kemiklerinin de hiç iyileşmeyeceğinin ağıtını yakıyorsun her akşam yemek pişirdiğin tencerede. Biraz mutfak, biraz kırmızı mercimek ve biraz da yokluk kokuyor sofraların, kasvet, karanlık ve keder eşlik ediyor yemeğine, yanık yiyorsun, yanık yiyebilince ısınırsın zannediyorsun oysa aşırı yanmak çoğu zaman da ölü olmaktan geçmez mi?

Hissetmiyorsun, kırılan yerlerinin artık kaynamayacağı, hiçbir kötü şeyin bundan böyle daha iyiye gitmeyeceği, yerin iki metre altından belli. Uzun zamandır o adaleti istiyorsun, bekliyorsun, güneşli bir yaz sabahı huzuru beklediğin gibi bekliyorsun. Gittiğin deniz kıyıları bile biliyor bunu, dolaştığın sokaklar, çıkmaz yollar, hepsi biliyor. Boğaz ağrılarınla iyi geçinemiyorsun, ellerinle uzlaşamıyorsun, özellikle kışları hep kavgalısın. Başka birinin ellerini bileklerine taktıklarını iddia ediyorsun, “bu eller benim olamaz, yoksa en ufak bir sıcaklık olurdu” diyorsun. Haklısın, kalp bile değişen bir şey oldu. Tökezledikçe kaybolma arzusu yokluyor içini, yerin altı yok gibi, yerin dibine girmek istediğin zamanlarda yer bile kabul etmiyor seni. Omuriliğinin tüm kemiklerinin ayrı notalarda ağrıması, başka şarkılarda başka ayaklarla başka danslar etmen gerekmiyordu, aynı yerin acıması o yerin artık hamlamayacağı anlamına da gelmiyor, bazen aynı yara bile başka acır.

Beyninin içindeki tümörün sesini duyuyordun hani, ona bir karakter yüklemiştin, hatta arkadaş bile olmuştun onunla, arada güzel sohbetiniz de olurdu, o sohbetini daha çok omurilik kemiklerini acıtarak çıkarırdı tadını. Kafanın için bunca karışık ve kaygılıyken söylesene nasıl da bağırmadan durabildin? Birilerinin duymaması bu kadar mı önemliydi? Her acını bir tek kendine mi sakladın? Acını bile mi paylaşamadın? Birileri duyarsa yenilir miyim zannettin? Kim uydurmuştu bunu?

Yaşayabilme telaşının içinde her gün ölüyordun, sessizce. Üstelik kendini susturmak yetmiyordu, kafanı da susturmalıydın. O susarsa tüm sesler susacaktı. Acıları dinledikçe diriliyordun, ondan mı istemiştin bu kadar sağır olmayı? Gürültüler kadar mıydı varlığımız şu taş dünyanın hüznünde? Bağırsana!

O uyuşukluk hâlâ içimde, bence unuttular onu orada.

Narkoz alırken ondan geriye saydırırken anestezi uzmanı, o duygu, o uyuşukluk, o gözkapaklarımın üzerine yorgan kapatılmış gibi ağırlaşması ve o duymamak hiçbir şeyi ama duymadığım hâlde çok iyi bilmek, işte bunları hiç unutamayacağım. Eğer ellerimin gücü olsaydı damar yolumu çıkarıp, kan verilen damarı özgürlüğüne kavuştururdum en azından o akan kanın bir kısmını. Damar yolu yerine bir kalem takmak isterdim, içimin sesini belki de yazılı bir şekilde dökebilirdim beyaz çarşafların, mavi önlüğün ya da bir kâğıdın üzerine. O zaman belki anlatabilmiş olurdum. Ölümün bir baygınlığın içerisinde kapatılmış kutuyla birlikte gelmesi kadar güzel bir şey düşünemiyorum. O kutu kanın akmaya başladıktan sonra içine yayılan ılık bir şeye dönüşür. Aslında kan kaybetmeye başladıkça için ılıklaşır. Belki o anda ölüm bile aklına gelmez insanın ama vedalaşması gereken birilerinin varlığı canını sıkmaya başlar, içinden bir şeyler boşaldıkça bu boşluğun senin sevdiklerin olduğunu zannedersin, gitmeye başlarken bu dünyadan, ayakların kesilirken yerden -ki zaten yerde değildi, yatıyordun… Birden bir daha burada olamayacağını düşünür, kederlenirsin ama bir yandan da gidebilmenin nasıl bir şey olduğunun merakıyla kendinden geçersin. Gitmenin bu kadar kolay olduğunu bilseydim, hiç bunca sıkıntıya girmez, daha önce denerdim diye geçirirsin aklından. Aklın hâlâ yerinde mi? Öyle zannedersin, oysa inançların vardı, kendini öldürmeye neden olacak bir şey yapmak çok ama çok günahtı, bu dünyada da diğer tarafta da bunun yeri yoktu, sonra sevdiklerin ne yapardı? Onlar elbette alışırlardı. Hem hani hep mücadele etmek lazımdı? Herkese bunu öğütlemiyor muydun? Yoksa hep yalan mı söylüyordun? Mücadele, sürekli mücadele ama gücün nereye kadar yetecekti? Tek başına? Öyle ya, herkes kendini oyalayacak ve kendini bağlayacak bir şey bulmuştu elbet bu dünyada, yoksa nasıl bunca rahat bir şekilde durabilirlerdi? Söylesenize! Şuan uyuşan ben miyim yoksa onlar mı? Bilincim bunca açıkken ve bu kadar gerçekçiyken ve görebiliyorken elbette şu yaptığımın bir açıklaması olabilir bunlar… Bildiğin her şeyin tepetaklak olduğunu öğrendikten sonra artık hiçbir şeyden emin değilsindir ve bu her şeyi kolaylaştırmaya yetecek kadar önemlidir.

Önemli satırların altlarını çizmeye kıyamadım ama onlar benim burun direklerimi sızlattı, ciğerimi dumanla doldurdu ve kalbime yapıştılar. Belki de ben bir düşte unutuldum, içim bomboş bir şekilde, hiç yaşayamadığımdan güzel rüyalar göremiyorum. Belki de komple yanlış bir imge olarak şu satırlarda bulunuyorum. Bazen sayfalarca anlatmak bile hiçbir şey anlatamamaktır.

En iyi nasihat, kimsenin nasihatini dinlememektir. Acı; üzerinden asır geçtiğinde ancak güzel bir melodiye dönüşebilir. O asırların geçmesini beklerken çoğumuz yorgun sabahlara uyanamadan yok oluyoruz. Acı hiçbir zaman güzel bir şeye dönüşmeyecek, öyle bir mucize yok.

 

Otuz Eylül İki Bin On Altı 16:00

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut

Gündüz Sayıklamaları

Uykudan yoksun gözlerine sızdım, biraz alkollüydü. Uyuşurum diye düşünmüştüm. Gerçek değil zannettim, yüzmeye başladım, sandalım bile yoktu, beni koruyacak. Tam da bu sırada boğuldum. Gerçekliğinden emin olamayacağın bir şeye çok daha kolay kanıyorsun. Yüreğimde boş salıncaklar sallandı, çoğunun demirleri paslıydı. Dişlerim gıcırdıyordu. Gözlerimle konuşuyordum, sürekli ıslaktı baktığım yer. Pasta tadında susuyordum, anlaşılmak için biraz pastacı olmak gerekiyordu. Oysa hamurdan yüreklerle konuşmaya çabalıyordum. Konuştukça alabildiğine şekil, sustukça alabildiğine kabarmış. Söz verdim içime, kapattığım hiçbir parantezi açmayacaktım. Kırmızı sustuğumla kalacaktım. Açınca çünkü kırmızı kelimeleri, kurdele değil de acı dökülüyordu uçlarından. Sözcükler anlamlıydı fakat hiçbir işe yaramıyordu. Sonuçta hepimizin boğulduğu bir yer vardı ve zamanın bu işe pek gönüllü olduğu gerçeği… Hepimizin sustuğu yaraları vardı ve çoğumuzun anlamadığı…

Bir kuş tüyünün düştüğü yerden kanıyor olması, bazen başımıza kan yağıyor da gökyüzünden, yine de başka renk görebiliyor gözlerimiz, kuş tüylerinin ahını çok aldık.

Gün geliyor, kalbinde inandığın gerçeklerin bile ihanetine uğruyorsun, önce çevren, sonra sevdiklerin ve en sonunda da kalbin bir yalana dönüşüyor, buz gibi yalana. Karanlıkta sorduğun soruların cevabını aydınlıkta doğru alamazsın, bunu ispatlayabilirim, güneşe sorarız, uyumaya gitmeden önce, gözlerini sil, başka bir renk çıkacak içinden, başka bir renk çıkana kadar da inanma aynaya, egonu biraz daha uzaklara terk et, kalabalığa karış, seni kabullenmeseler de… Yaşama sebebimi unuttuğumdan beri, neyi neden yaptığımı hesaplamaya çalışıyorum, hatırlamaya çalışıyorum ya da unutmaya, unutamadıkça hatırlamak zorunda olmak canımı sıkıyor, bir harfi neden sakladığımı bulamıyorum mesela, bir sinema biletini neden çekmecenin altlarına gizlendiğimi, unutmuyorum ama amacını yok sayıyorum. Kalbime sapladığın ağrıların hesabını da sormayı unuttum mesela, yalnızca o ağrıyı hatırlıyorum, onun neden oraya yerleştiğini bilemiyorum. Haklıydım ama bunu anlatamayacak kadar yorgundum. Sonrasında bu ağır adımlarla yürüdüğüm haksızlığım olacaktı. Biraz daha içime kapanacaktım, yalancı kalabalığın tecrübeleri bulaşacaktı adımlarıma. Durmayan suların peşinden giderken ayaklarım yorulacaktı, tam da bu yüzden kalbimdeki ağrıyla birlikte ilk bulduğum boşluğa kendimi sallamak istemeyecektim, bir kuş tüyü gibi düşecektim, amaçsız, yerli, yersiz, zamansız, düşerken başka bir şeye dönüştüğümü zannedecektim, oysa düşünce saçma bir yığından fazlası gelmiyor insanın elinden. Uçarken bile hafifleyemiyorum, öyle ağır ki kelimeler, üstelik de kanıtlanamamış, anlatılamamış, yabancı, soluk soluğa.

İnsanlığın olmadığı şehirlerde, ne kadar kalabalık olursa olsun, ölmek bile basitleşiyor çünkü herkes ölüyor, çoğu zamansız ve sevgisiz. Ağrılarıma acımıyorum, ağırlıyorum onları kalbimin ağırlığınca, umutların böyle yokmuş gibi olması en fazla ağlatıyor beni, oysa alışkınım ben dökülen her şeye. Nereden uyduruyordum bunları, kalbimden mi yoksa başka bir hayalden mi?

Uyuyup da, rüya görmek için uyuyamıyorum, huzurlu uykular asırlar öncesine yol aldı, gidiyor. Derin bir uyku ancak çok fazla yorgunlukla mümkün oluyor. Sonra beni neyin uyandırdığını bilmeden uyanıyorum. Gördüğüm kâbustan çok, dışarıdaki hayatın zorluğu korkutuyor beni. Uyandığım halde kâbus görmem o yüzden. Belki birinin rüyasını yaşıyorum belki başka birinin kâbusundan uyanmaya çalışıyorum ya da birinin duası çıktığım bu yol, arşa varana dek, arsızca. Üzerime yağmur batıyor, eteklerimde gülkurusu desenler, sanki biraz önce öldürülen gülün yüzünü asması gibi, bağırdığım kâbuslar duyulmuyor, henüz yazılmamış kâbuslarım da var, iyi ki görmediğin rüyadayım şimdi, kötülüğüne iyi bakanlar cenneti burası, herkes kendi bedeninin acısı içinde, kötülükten titriyor, yıldızlara sevdalanmam, yılsızlığım mıydı?

Hayatlar parsellendi, hayaller dağıtıldı, sıra rüyalara geldi. Ruhunun bile kendine ait olduğuna inanamıyorsun, en yakınların da başkalarına ait ve herkes bambaşka yalanlara inanıyor. Görünmüyor gözlerindeki hüzün, ağlamaların hissedilmiyor, ağız, burun çizilmemiş bir yüzün var ortada, ifadesiz, kendini ifade etmen için gereken tüm ihtiyaçlarını aldılar elinden, sessizsin, oysa her dakika bağırıyorsun. Olmayan hayallerini anlatıyorsun, olmadıkları için daha çok. Bir hatırayı saklar gibi seviyorsun onları. Hatıralar sevilirken, acıtırlar, hayaller batıyor şah damarına, kanadığını göstermemek için kırmızı giyiniyorsun, herkes seni iyi olduğuna inandırmaya çalışıyor, senin ne olduğunu bilmekten yoksun, elinde ne yapacağını bilemediğin kelimelerin var, sana ait olduğuna inanıyorsun, ama hikâyeni tanımıyorsun, bir hikâyenin içine karıştıramıyorsun o kelimeleri, kendi gözlerini göremiyorsun. Aynada yüzün asık, az önce idam edilmiş gibi.

Dünyanın “yaşanılır” bir yer olduğuna inancımı yitirdim, olsa olsa burası ancak cehennem olabilir. Öyle ya başka bunca kötülük, zorbalık, fenalık nerede olabilir? Hani yaşamaya gelmiştik dünyaya? Ölmeden önce cehennemi yaşıyoruz.

Yaptıklarının hesabını yazacak kâğıt arıyorum, tartamıyorum, akıl işi değil bu, kıvranılası, şaşırılası bir şey. Ancak yağmurun gebe olduğu bir rüzgâra bırakabilirim bunu, tüm her yere dağılırsa belki tartılabilir bu, hafifleyebilir. Rüzgârlı akşamlarda bunu içime atmaktan, içime atmaya çalışmaktan daha çok üşümekten, daha çok yalnızlıktan usandım. Mercanı bol sular hayal ediyorum, hâlâ hayallerin çalıştığı beynime şaşıyorum. Oysa kötülükler yemişti beynimi ya da yanmıştı, kızıl bir yangında. Hep aynı melodinin ince sızısındayım, hep aynı inanç ya da inanılmazlık; kuşlar hâlâ uçuyor ama yalnızca gitmek için.

Bizim eksikliğimiz belki de fazlalığımızdı, fazlaca hisliydik. Kimsenin sendromunda değilim. Neden her sabah uyandığımda son dayağını yemeyi yeni tamamlamış ıslak bir sokak köpeği gibi hissediyorum kendimi? Her gece hangi rüyalarım dövüyor düşlerimi? Yeterince korkum varken, düşlerden alacağım kalmış olamaz mı? Kaçıncı kattaki gökyüzünün lanetini yaşıyorum sessiz ve umursamazca? Çok hatırlayınca insan bir şeyi artık o şey bambaşka bir şeye dönüşüyor, hatırlamak ön planda oluyor, çok hatırlamak, o şeyi unutmaya delalettir ve artık eskisi kadar etkisi sürmemektir. İçimdeki tereddüde roman yazarken, hâlâ kesinliğinden emin olamadığım şeylere çıldırıyorum. Aynı renk elbiseleri giyebilince, kendimizi eşit hisseden çocuklardık.

Daha ne kadar aldanıp, yanılacağız, ne kadar daha kırılma gücümüz var, bu limit nereye kadar, neden kesmiyorlar artık kırılma kredilerini? Ne kadar zaman daha acı eşiğimizi ölçmeye çalışacağız? Ve en önemlisi de, ben, ne kadar zaman neremin daha çok acıdığını bulmaya çalışacağım? Sevmeye hangi yaramdan başlayacağım ve en ilk hangi yaramı sarmaya çalışacağım, ellerim titrerken böyle, neyi, ne zaman, nasıl unutacağım?

Sözler, sözcükler, yazılamadıklarının intikamını alır gibi boynuma dolandı, boğdu ama öldürmedi. Her yağmur yağdığında şairden birkaç şiir düştü yere.

Dünya yalan oldu
Sen de doğruladın!

 

Yirmi Altı Eylül İki Bin On Altı 16 20
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut Uncategorized

Haberde İstanbul Gazetesinde Eylül 2016 tarihli “Yukarı Yuvarlanmalar” yazım.

Allah bizi yaratmasaydı, şimdi ne güzel çöp adamlardık!

 

Allah bizi yaratmasaydı
Şimdi ne güzel çöp adamlardık!

Artık hatırlayamayacağın anıların üzerine de sünger çekmişsindir. Bulabilirsen yağmur yağarsa eğer oralara bir parça toprak kokusu sakla ciğerlerine. Tüm her şeyin toprakla başlayıp, toprakla biteceğini düşün ve sonra bunca kavganın yersizliğini. Tüm yaşadıklarına belki ceza biraz da ödül gibi görünecektir gözüne. Yalanlar söyle kendine, eğer başarabilirsen, eğer bir tek kişi bile inanırsa yalanına kendini de inandırabilirsin. Yalanlar inanmakla başlar. Kendime uzaklaştığım yerde tut beni, eğer başarabilirsen, aradaki o bitmez mesafeye uzan, beni bulunduğum, bulunamadığım her şeyden uzaklaştır ki bulunamaz olayım. Beni unut, sonra sakla beni unuttuğun yerde. Maktulü yakından tanıyorum, katilimi sen sakla. Eğer becerebilirsen beni sustur çünkü susamadıklarımda çok acayip hikâyeler var, kahramanları kendi ellerimle yok ettiğim, kimseye anlatmadığım, anlatamayacağım şeyler var. Yine de bazı geceler yaşadığımı öğrenmek istiyorum, kendimi bulmak istiyorum, işte o zaman saklanmaya ihtiyacım var, beni kendimden sakla, beni kendimden koru. Edemediğim duaların bedduasıdır bu, anla. En çok beni anla. Soru işareti olarak geldiğim hayatta çift nokta gibi çık karşıma ve cevapla. Her şeyin yalnızca kötü yazılmış bir hikâye olduğuna inandır beni. Uzaklarda bir hiç kimse olayım, hiç kimseyle olayım.

 

Kalbimin gücü yetmiyor düşünmeye, dilim varmıyor söylemeye ama kendimi bulmamam lazım, bu yüzden yok olmak istiyorum. Eğer bulursam beni kendim öldürecek, eğer bulursam içimden hikâyeler çıkacak, eğer bulursam, gözlerimden kan taşacak. Eğer bulabilirsem çok kötü anlatacağım, eğer bulursam kıyamete kadar bağıracağım. Tüm bu hikâyenin içine giren ya da kenarından köşesinden bulaşan, uğrayan, uğramış gibi yapan veya aslında başka yere gidecekmiş de geçerken uğramış gibi yapan herkesin saçma hikâyesinin teminatı için sakla beni. Boğazım yansın, daha da yansın, kalbime geçsin sonra da, taş olsun kalbim.

 

Dilimin dermanı olmayana, ellerim tutamayana kadar yor beni. Beynimi çıkar kafatasımın içinden ve sorgula, neleri bu kadar düşünüp, neleri unuttuğumu. Sonra kalbimi yokla, eğer hâlâ yerindeyse, hâlsizliğime ver, tansiyonumu ölç, dizlerimin titremesini engelle, titremekten nefret ederim bilirsin. Üşümeyi severim ama titreyene kadar, beni bağla, özgürlüğüme ama illâ özgürlüğüme sımsıkı bağla. İplerimin uçlarını belirsiz uzaklara gönder bir kuşun gagasında, o nereye gideceğini mektuplardan bilir. İçimdeki kelimeler tükenene kadar kurşunla, hepsi kırmızı intihar olacaktır, al ve oku. Bastığın tetikle aşkı yaşa, sev onu, öldüren her şey ölesiye sevilmeli, yoksa daha katlanmamız gerekecekti. Ölümlü şeyler vardı düşlediğim ama tek ölümle sonuçlanmayan, affet, affımda bile bir buyurganlık var, hisset, marifet bu belki de, söylemediklerimi duymakta. Küçükken saydığım krakerleri, leblebileri ve üzümleri sakla. O oyuncak fasulyelerden yemek yap, kırmızı plastik tencerede, ocağın altını yak, gaz lambasından uzattığın kibrit ile. Yak ve dinle. Dinle ve gör, içerideki her şeyin dışarıdakinden daha fazla sıcak olduğunu ve tümünün eridiğini, zamanla her şeyin yok olacağını, açıklaman gereken masumiyetinle anla. Ben de söz veriyorum; işte o zaman yeryüzünde hiç olmayan bir şeyi yapacağım; suçsuzluğumu kanıtlayacağım.

 

Kendimi bir kere gömmek yetmedi, sana da birkaç kere öldürmek yetmeyecek, yine geleceksin öldürmek için. Kalbimin olay yerine suçlu pozisyonunda yeniden döneceksin ve ben sırf o köşeye gölgen bile düşse, tanıyacağım seni, kalbim kokundan teşhis edecek katilini, yeniden öldürmen için izin vereceğim sana, saklanmak şartıyla, inanmış gibi yapacağım çünkü bu dünyada en çok ölmeyi istedim ben, her şeyden önce ölmeyi, yaşamaktan bile önce. Yoruluyorum, yasak şarkılar kadar gizli dinlenmek istiyorum. Vazgeçtim tüm görünenlerden, arzu şeytandı, beklemek düşman, ellerin kış günü bile ateşti, tatlıydı, vazgeçtim. Umut her an yok olup gidecek, kaypak bir dosttu. Ateşinden çok cezanı sevdim, sonrasını sevdim, gittiğinde tutkundum, göğsünde uyumak en yüksek mertebe diye inanmıştım. Noktalamalarımdan anla, cezalandır sonra da cevaplamayacaklarımla. Arzumu görmezden gelip, tüm ömrümdeki hevesleri hapsettim. Kendimi kapattım, cezalarını çile ilan edip, kalanlarınla yetindim. Telaşlarım bitti, sorgulamalarım tükendi, neden böyle diye sorduğum hiçbir şeye yanıt olamadın. Nefes almanın ezberinde yaşıyorum, şurada kuş göğsünün kuytusunda. Şimdi durup dururken ölsem, yalnızca nefesim durmuş olacak, yeni nefesler eklenmeyecek, diğer her şey önceden ölmüştü.

 

Lanetlerim gökyüzüne erişmedi, kanatlarımı kestin, hiç estetik değildi. Beddualarım duaya dönüştü. Yanık umutlarla daha fazla gökyüzünü kirletemezdim. Affetmekten bıkmıştım, sihirbazlığım da yoktu, üzerine binip, gidebileceğim süpürgem de. Kehanetim kelimelerdi, inanmadılar. İnanılmadıkça lanetlendim.

 

Nevin Akbulut

Eylül 2016

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut

Kedilerin de Saçları Var

Kedilerin de saçları var bakmayın kuyruklu olduklarına…

Bir zamanlar İstem dışı kaybettiğin saçlarının yerine çok uzun bir süre sonra yenileri gelmiştir. Bunun nedeni tedavi süreci, kanser bilmem ne… Aman canım canından kıymetli mi, kökü sende gibi zırvalıklara çok kızdığım ama hiç sesimi çıkarmaya gücümün olmadığı zamanlardı. İşte o yeni gelen saçlarla belli bir zaman içinde insan ne yapacağını bilemiyor. Çünkü saçların yokken kaybettiğin şeyler, saçların olduğunda geri gelmiyor. Kayıp her zaman kayıptır, hangi süreçte olursa olsun. Teselli vermeye çalışanların iğnelemeleri battı sürekli. Kendi saçlarımdan başka hiç bir şey teselli veremezdi bana. İşte o yüzden “İstem dışı kırmızı”dan sonra “hüzünlüydü çok güldüm” çünkü deliliğin delili yok ve hiç bir katta kimlik sorgulaması… En iyisi bize uzun boylu bir hamburger, kediyle birlikte kemireceğiz. Biliyorum yine yazdıklarım darmadağın, hiç bir şey anlaşılmayacak iyi ama zaten ben de bir şey anlatmaya çalışmıyorum.

Kimsesiz tek kişilik koltuğun yalnızlığına dayanarak oturuyorum.

Her fiilin öznesi kendine, ihtimallerim ölümden geçiyor, balkondan aşağıya saçlarımı sarkıtıyorum, Rapunzel değilim, yine de saçlarımın sokakları görmeye hakkı var. Uçmak; hâli vakti yerinde olanlarda moda, fakirlerde ise, zorunluluk aracı… Bazı geceler kalbim, on bire çeyrek kala nasıl durmuyor, şaşırıyorum.

Dünyanın “yaşanılır” bir yer olduğuna inancımı yitirdim, olsa olsa burası ancak cehennem olabilir. Öyle ya başka bunca kötülük, zorbalık, fenalık nerede olabilir? Hani yaşamaya gelmiştik dünyaya? Ölmeden önce cehennemi yaşıyoruz.

 

Nevin Akbulut

On Sekiz Eylül İki Bin On Altı 20:00

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Kül

Her akşam içevime sunulan bir tas külle yanıyorum. Yeniden doğmak diye bir deyim varsa, kesinlikle yeniden ölmek diye de bir deyim olmalı. Derdim hiç yeniden doğmak olmadı, külleri sevdim çünkü onlar çok şey biliyorlardı ve hangi eşyadan, hangi ruhtan ya da hangi bedenden kül oldukları belli değildi, belirsiz şeyleri sevdim ben çünkü belli şeylerin aslında hiçte öyle olmadığını öğrendim.

Her gün biraz daha fazla yorarak bedenimi, ruhumu dinlendirmeyi umuyorum. Ama olmuyor, diğer olması gereken her şey gibi. Sessizce, en hüzünlü melodinin içine bırakıyorum kendimi, hiçbir şey olmamış gibi, zaten hiçbir şey de olmuyor, olması gerektiği gibi… İçimde nedensiz yağmurlar birikiyor, bir solukta hepsini içmek istiyorum, ruhum uzun zamandır aç, neyle doyuracağımı da bilmiyorum, hikâyem bir kitabın saçma sapan bir yerinden ve hunharca yırtılıp, atılmış gibi hissediyor kendini, o da en az benim kadar yadırgıyor buradaki varlığını. Yağmur ve rüzgâr hakkında hiçbir fikrim olmadığı hâlde nasıl da içimde hissediyorum onları, sanki onlarla yaşıyorum ama onların benimle yaşamadığı besbelli. Tıpkı yırtılıp, atılan hikâyem gibi, küller kelimeler olmadan da yoluna devam edebiliyor. Öyle yapışık ki onlar birbirine, insanın yalnızlığını, yüzüne ve içine direk çarpıyor.

Kitaplarımın olmadığı odalarda uyuyamam ben. Ahşap ve küf kokmayan odalarda uyku uğramaz bana. Kucağımda ya bir kedi ya bir kitap olmadan uykunun kollarına veremem kendimi. Rutubetin bile anlaşılır yanı var deniz kokan şehirlerde. Kaldığım yeri bilmediğim satırlara dalamam ben, hangi şarkıyı dinlersem dinleyeyim, bağıramam. Tek yapabildiğim denize kusup sonra da susmaktı. İçimden yolu belli olmayan sular geçiyordu. Siren sesleriyle içimin sesi birbirine girmişti, ayıramıyordum. Toplumsal bir yorgunluk, bir kafama takmışlık vardı, niye böyle diye çırpınıp duruyordum. İnsan ağırlığını bilemediği şeyin, hafifliği altında eziliyordu.

Ömrüm mevsimden mevsime geçiş yaparken, kendimin aslında hiç bir yere gitmediği, bazı zamanlar aklımın durmadan durduğu, kalbimin durarak çalıştığını sanıyorum. Duymak istemediğim şeyleri anlamam, anlamamış gibi yaparım. Boğazımda biriken düğümlere yutkunmalarım yetişemiyor artık. Büyük haksızlıkların, küçük tanıklarıyız. Bazı aydınlıklar çok akşam olmuş gibi. Bazı karanlıklar kuyuları anımsatıyor.

Belki de her şeyin en güzeli, sessiz bir uykunun bastırması ve sonu hayal kırıklığı olmayan rüyalara dalmak. Bazı acıları gördükçe, yazasım geliyor ve bazı şeyleri gördükçe, yazmanın bile ne kadar anlamsız kaldığını hissediyorum.

Hayatımın film şeritleri, gördüğüm filmlerden bile daha çok gösterime girdi gözlerimin önünde. Film izlemeyi de sevmiyordum, her gördüğümde bu filmleri su içme ihtiyacı hissediyordum. Hayatımı film şeridine çevirmek için, geçerli bir senaryom yoktu, yine de zorluyordu bazı zamanlar. Işık hissi sızana kadar gözkapaklarıma bin bir soru geçiyor aklımdan ya da olay, bunlar nereye sığıyor içimde hiç bilmiyorum. O aydınlık hissi gelene kadar geçmiş, gelecek birbirine giriyor, sabah çorbaları, akşam tostlarını özlüyorum. Büyükken güldüklerimi, bebekken ağladıklarımla değiştirmek istiyorum. Doğduğumla, can çekiştiğim kareler de birbirine karışıyor. Doktorun sesiyle, annemin sesi birbiriyle aynı anda çıkıyor, ikisi de azarlar gibi, korku ve heyecanla karışık. Sabahın köründe, az daha sabah olsun diye dua ederken buluyorum kendimi. Gündüzün içinde geceleri özlüyorum, şefkat denilen duyguyu özlüyorum en çok, sanki kendi gösterdiğim şefkatten başka kalmamış o duygudan, sanki yeşil ya da kırmızı reçeteyle satın alınabilen pahalı bir ilaç ama hissetmek ne kadar bedava ve ne kadar eziyet. İllüzyonumu seveyim, hâlâ kalemi bırakmamış elinden ve inatla ayakkabılarına sarılmış, bir ayağı hep gitmeye alışkın, diğeri sanki betonla tutturulmuş. Tüm organlar gitmeyi isterken, vücut hareketsiz. Bir kolundan omzuna uzanan, eski deri siyah montu, sanki tüm bunları içeride giyip, gidemezdi. Beynim afallamalarla meşgul, ellerim uyuşuk bir kedi, daha ne kadar çaresizlik içinde olabilirdim ki… Kafamı hiçbir kafayla değiştirme niyetinde de değilim, arada uyuşsa yeter hani.

En doğru bildiğim sayının doğrultusunda, yaşamadan hayatın tahsile kalkıştığı kalbimin kıyısında yetiştirmeye çalıştığım çiçekler artık kokmuyor. Hani dara düşünce Hızır yetişirdi, bundan darı var mı bilmiyorum ama küllerimi saymaya başladım, saydıkça ağırlaştılar, ağırlaştıkça yangının dibinden kurtulma hayallerim de eridi. Gece olsun diye bekler oldum, ölmek için, bir rüzgâr bekledim, külleri savurmak için, gecikti, birçok köy sular altında kalırken… Tek ortalı, küçük resim defterine, “güneşli günler göreceğiz” resmi çizen çocuklardık, bulutlardan çok güneşe yer verirdik, hayatın da bize güneşli günler göstermesini umarak. Oraya çizdiğimiz resim değil aslında dileklerimizdi, henüz nasıl istenileceğini bilmiyorduk.

Yorgunluğumdan da mutluluk çıkarabildiğim zamanlarım olmuştu. Aynı yerlere, aynı mekânlara gitmek, hatıra biriktirmekten başka bir şey değildir. Hatıra biriktirenler de ancak gelecekte yaşanacak güzel günler tıkandığı ya da bittiği için, geçmişe yönelirler. Maziyi yakıp, yok ettiğime göre ve geleceğimin de artık geçmiş kadar puslu olduğunu görebildiğime göre, bugün bambaşka bir yere, başka bir dünyaya gitmek istiyorum. En azından umut kırıntılarımın içinde bu ümit kırılsa da duruyor… Gittiğim dünyaya, cumartesi sabahlarını da götüreceğim.

Her sabah sevdiğim bir şeyi kaybederek uyanıyorum. Bunun için her gün sevdiğim bir şeyden vazgeçmeye karar verdim, onlar benden geçmeden, ben onları bırakacağım, hatta nefret edeceğim. Nefret şu kıpırtısız bedenimde yaşam göstergesi, bir tepki. Sevgi uzaklarda oldukça nefrete sarılır insan, ben şimdiye kadar pek beceremedim, belki nefret etmem gereken şeyleri bile sevdim, uzaktan uzağa, kendimin bile farkında olmayacağı kadar titiz bir sessizlikle.

Zoruma gitti birçok şey, azar azar ama belirgin bir şekilde, zoruma gittikçe gücüm azaldı, kendimi daha az anlatma ihtiyacı doğdu, zamanla bu ihtiyaç da yerini umarsızlığa bıraktı, biliyorum bir süre sonra hiçbir şey zoruma gitmeyecek çünkü gücüm olmayacak ya da zoruma giden şeyleri artık hissetmeyeceğim. O zoruma giden şeyleri yapabilen insanlar olmayacak yakınımda veya bunun gibi bir şey.

Unutulmalarım beni sinsi zamanların alengirli sözcüklerine bıraktı, zaman aşımına uğradı sevgililik. Dilin güzel laf yapabildiğini zannettiğin kadar anlatabildiğini zannediyorsun, hâlbuki gördüm, hiç konuşmadan anlaşabilmeyi de.

İnanmak; ne büyük buhran, koca bir boşluk, inancın rengi mor, aldandığını öğrendiğin anda gözlerinin çemberinde bıraktığı izler, mor. Dünya kadar boşluğa, küçücük varlığımızı sıkıştıramadık, sığamadık. Sığıntı değil ama büyük sıkıntıydık. Bir noktalama işaretine, bir harfe bile şiirler döktürebilirdim, sustu içimin şiiri, inanmak inandırmasıyla ilgi değildi, sana yansıttığı şeydi ve ondan gelen her şey nasıl da bambaşkaydı, tek kelimesi şiir, tek cümlesi roman olurdu. İnanmak; büyük saçmalıktı, hele o saçma kelimelere, anlamlı cümleler kurmak, haksızlıktı. Sonrasındaki boşluğa bakılırsa, kelimeler bu kadar yalnız bırakılmayı hak etmiyordu, boşluktan başka diyecek bir şeyim yok. Sana doğrulttuğum silah, kendimi vurduğumdu.
Yirmi Beş Ağustos İki Bin On Altı 17 00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Yukarı Yuvarlanmalar

Allah bizi yaratmasaydı

Şimdi ne güzel çöp adamlardık!

 

Artık hatırlayamayacağın anıların üzerine de sünger çekmişsindir. Bulabilirsen yağmur yağarsa eğer oralara bir parça toprak kokusu sakla ciğerlerine. Tüm her şeyin toprakla başlayıp, toprakla biteceğini düşün ve sonra bunca kavganın yersizliğini. Tüm yaşadıklarına belki ceza biraz da ödül gibi görünecektir gözüne. Yalanlar söyle kendine, eğer başarabilirsen, eğer bir tek kişi bile inanırsa yalanına kendini de inandırabilirsin. Yalanlar inanmakla başlar. Kendime uzaklaştığım yerde tut beni, eğer başarabilirsen, aradaki o bitmez mesafeye uzan, beni bulunduğum, bulunamadığım her şeyden uzaklaştır ki bulunamaz olayım. Beni unut, sonra sakla beni unuttuğun yerde. Maktulü yakından tanıyorum, katilimi sen sakla. Eğer becerebilirsen beni sustur çünkü susamadıklarımda çok acayip hikâyeler var, kahramanları kendi ellerimle yok ettiğim, kimseye anlatmadığım, anlatamayacağım şeyler var. Yine de bazı geceler yaşadığımı öğrenmek istiyorum, kendimi bulmak istiyorum, işte o zaman saklanmaya ihtiyacım var, beni kendimden sakla, beni kendimden koru. Edemediğim duaların bedduasıdır bu, anla. En çok beni anla. Soru işareti olarak geldiğim hayatta çift nokta gibi çık karşıma ve cevapla. Her şeyin yalnızca kötü yazılmış bir hikâye olduğuna inandır beni. Uzaklarda bir hiç kimse olayım, hiç kimseyle olayım.

 

Kalbimin gücü yetmiyor düşünmeye, dilim varmıyor söylemeye ama kendimi bulmamam lazım, bu yüzden yok olmak istiyorum. Eğer bulursam beni kendim öldürecek, eğer bulursam içimden hikâyeler çıkacak, eğer bulursam, gözlerimden kan taşacak. Eğer bulabilirsem çok kötü anlatacağım, eğer bulursam kıyamete kadar bağıracağım. Tüm bu hikâyenin içine giren ya da kenarından köşesinden bulaşan, uğrayan, uğramış gibi yapan veya aslında başka yere gidecekmiş de geçerken uğramış gibi yapan herkesin saçma hikâyesinin teminatı için sakla beni. Boğazım yansın, daha da yansın, kalbime geçsin sonra da, taş olsun kalbim.

 

Dilimin dermanı olmayana, ellerim tutamayana kadar yor beni. Beynimi çıkar kafatasımın içinden ve sorgula, neleri bu kadar düşünüp, neleri unuttuğumu. Sonra kalbimi yokla, eğer hâlâ yerindeyse, hâlsizliğime ver, tansiyonumu ölç, dizlerimin titremesini engelle, titremekten nefret ederim bilirsin. Üşümeyi severim ama titreyene kadar, beni bağla, özgürlüğüme ama illâ özgürlüğüme sımsıkı bağla. İplerimin uçlarını belirsiz uzaklara gönder bir kuşun gagasında, o nereye gideceğini mektuplardan bilir. İçimdeki kelimeler tükenene kadar kurşunla, hepsi kırmızı intihar olacaktır, al ve oku. Bastığın tetikle aşkı yaşa, sev onu, öldüren her şey ölesiye sevilmeli, yoksa daha katlanmamız gerekecekti. Ölümlü şeyler vardı düşlediğim ama tek ölümle sonuçlanmayan, affet, affımda bile bir buyurganlık var, hisset, marifet bu belki de, söylemediklerimi duymakta. Küçükken saydığım krakerleri, leblebileri ve üzümleri sakla. O oyuncak fasulyelerden yemek yap, kırmızı plastik tencerede, ocağın altını yak, gaz lambasından uzattığın kibrit ile. Yak ve dinle. Dinle ve gör, içerideki her şeyin dışarıdakinden daha fazla sıcak olduğunu ve tümünün eridiğini, zamanla her şeyin yok olacağını, açıklaman gereken masumiyetinle anla. Ben de söz veriyorum; işte o zaman yeryüzünde hiç olmayan bir şeyi yapacağım; suçsuzluğumu kanıtlayacağım.

 

Kendimi bir kere gömmek yetmedi, sana da birkaç kere öldürmek yetmeyecek, yine geleceksin öldürmek için. Kalbimin olay yerine suçlu pozisyonunda yeniden döneceksin ve ben sırf o köşeye gölgen bile düşse, tanıyacağım seni, kalbim kokundan teşhis edecek katilini, yeniden öldürmen için izin vereceğim sana, saklanmak şartıyla, inanmış gibi yapacağım çünkü bu dünyada en çok ölmeyi istedim ben, her şeyden önce ölmeyi, yaşamaktan bile önce. Yoruluyorum, yasak şarkılar kadar gizli dinlenmek istiyorum. Vazgeçtim tüm görünenlerden, arzu şeytandı, beklemek düşman, ellerin kış günü bile ateşti, tatlıydı, vazgeçtim. Umut her an yok olup gidecek, kaypak bir dosttu. Ateşinden çok cezanı sevdim, sonrasını sevdim, gittiğinde tutkundum, göğsünde uyumak en yüksek mertebe diye inanmıştım. Noktalamalarımdan anla, cezalandır sonra da cevaplamayacaklarımla. Arzumu görmezden gelip, tüm ömrümdeki hevesleri hapsettim. Kendimi kapattım, cezalarını çile ilan edip, kalanlarınla yetindim. Telaşlarım bitti, sorgulamalarım tükendi, neden böyle diye sorduğum hiçbir şeye yanıt olamadın. Nefes almanın ezberinde yaşıyorum, şurada kuş göğsünün kuytusunda. Şimdi durup dururken ölsem, yalnızca nefesim durmuş olacak, yeni nefesler eklenmeyecek, diğer her şey önceden ölmüştü.

 

Lanetlerim gökyüzüne erişmedi, kanatlarımı kestin, hiç estetik değildi. Beddualarım duaya dönüştü. Yanık umutlarla daha fazla gökyüzünü kirletemezdim. Affetmekten bıkmıştım, sihirbazlığım da yoktu, üzerine binip, gidebileceğim süpürgem de. Kehanetim kelimelerdi, inanmadılar. İnanılmadıkça lanetlendim.

 

Uçuşan perdelerden sızan rüzgârı özledim, şiir yazdıran sahil kenarı fırtınalarını, önce yazdırıp, sonra kâğıtları savurmasını, yazmakla yazmamak arasındaki farkın anlamsızlığını. Savurduğu yerden o şiirden kâğıtlarla yaptığı evleri, şiirleri kutsal bir kitap gibi sahiplenişini, en çok da bunu. Kuşların ziyaretini, kedilerin karşılıksız sevgisini… Ama illâ da konuşmayı. Ruhumu sıkıp, bırakmalarını, kaburgalarımın ağzımdan çıkmasını, boğazıma batan iyi şeylerin de olduğuna o günlerde inanmıştım. Her acının aslında acı olmadığına, her okşamanın da aslında sevmek olmadığını öğrenmiştim. Özlemeni yeniden hatırladığımda artık orada yoktun, uyumuşum, uyutulmuşum, susmuşum, hiç konuşmamışım, birkaç yıl bitkisel hayattaymışım ama hiç bitki yokmuş. Bitkisizlikten ölecekmişim, bitkinmişim, yine de seni özlemeyi becerebilmenin gururu dolaşıyormuş damarlarımda kan yerine, ah’larım iç açıcı değildi, şeytanına inanmak, meleklikten geçiyordu. İçime kaçtı yaptıkların, ruhuma kadar batırdın kötülüğünü ve güzelliğini.

 

Eski bir paragrafa kıvrılıp, uzanasım var, uzayıp, gidesim var bu hayattan, kestirmeden. Yolu bilmiyorum, bilmediğim hâlde deneme-yanılma yoluyla gitmeye teşebbüs ettiğim yollar var. Eski zamana gidemedikten sonra, gelecek zamana da gitmenin yersizliği içinde çırpınıyorum. Hayaller kâbuslara dönüştü ve hiçbir hayal artık iyi şeyler göstermiyor, sırf bana sarılışlarını bir sandığa, geçmişteki bir sandığa saklamak isterdim. Kenarı yanmış umutlarla, aldanılan mektuplarla bunları başaramadım. Tüm yalanların içinde bir tek o yalanı özel kıldım, yalanlığını tüm gerçeklerden üstün tuttum. Tam hayattan koptu kopacak yerinde, can damarımın üzerinde öpücüklerin var, kıyamadım. Kendimi en azından bu şekilde öldürmemeliydim. Belki hatıraların biraz daha eskimeye ihtiyacı vardı, belki bizim de unutulmaya ihtiyacımız vardı, unut beni. Unut ki yeniden kaybedeyim kendimi, üstelik önceki kaybettiğimi bulamadan. Bu kadarcık zaman zarfı bile olmasın aramızda. Senden daha güzel bir yalan tanımıyorum, senden daha güzel inandıracak birini de… O zaman nasıl inandırdıysan yeniden inandır, bu dünyanın ötesi olduğuna ki ötelere gideyim. Yanılsam da inanayım, inanmasam da gideyim. Bundan iyisi kuşlar uçuyor, hayat yanıyor, umutlar tükeniyor. Bundan kötüsü olmaz dedikçe, kötülüklerin ardı arkası kesilmiyor. Bu sondu dedikçe yeniden başlıyor. Beni bırak, bıraksan da sakla. Saklayabilirsen eğer, bir parça toprakla elimi tut, o toprağın içinde elimin neresi olduğunu anlayamadan tut, inan kızmayacağım başka yerimi tutmuş olsan da. İnsan gibi tutma ama insanlar acıtarak tutuyor.

 

Uçurumlar özlüyor canım, yeniden. Yuvarlanmanın cehennem azabından kurtulduğumdan beri. Arsız bir telaşla, sana kapılmanın haddini aşıyorum. Gözlerinden kararsızlık geçtiğinde, tüm kararlarımdan vazgeçiyorum. Kendi canımı yakmakla başlıyorum işe. Artık aşağı yuvarlanmalar da yetmeyecek bana, yukarı yuvarlanmalar peşindeyim. Uçurumla uçurtma arasındaki farkı açıklıyorum sana, anla. Uçurtmalar kuyruklarının acısını unuttuğunda ben de kendi acılarımı unutacağım. Kuşların yaşama sevincinde biriktireceğim heveslerimi. Kendi vahşetimi unutup, kutuplara yaktığım şiirleri götüreceğim. Hiç kimse olmanın hazzına varınca, garip ama mutlu bir serzenişle ayrılacağım aranızdan. Özledikçe neden sevdiğimi, sevdikçe neden tutunamadığımı anlayacağım. Masumluğumu hatırlat bana, sonra da sakla.

 

On Bir Ağustos İki Bin On Altı 10 30

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut

Anne-Baba(lık)

Deniz anası kadar anne olamayan

Şam babası kadar bile baba olamayan insanlar…

Yalnızca kendi çocuğunu sevip, ona iyi davranarak iyi bir anne-baba olunamaz. Tüm çocukları karışıksız sevdiğinde ve benimsediğinde baba olabilirsin. Bir çocuk öldüğünde bir yanın da onunla birlikte gidiyorsa, bir çocuk ağladığında, gözlerin yaşarabiliyorsa, bir bebek acı çektiğinde onun acısını yüreğinde hissedebiliyorsan o zaman anne ya da baba olabilirsin. Anne-baba olmak yalnızca çocuğunun nüfus kayıtlarındaki bölmede anne adı-baba adı diye geçen yerde isminin yazılması değildir. Biyolojik olarak anne-baba olmadığı hâlde tüm bunları fazlasıyla yaşayıp, benimseyen insanlara yürekten selam olsun.