Sabahları uyanıp, aynaya baktığımda, gözlerimde aynı şeyi sorguluyorum. Aynı yaranın yaşı duruyor orada, şah damarımı sızlatan, sürekli atan damarın bazen duracakmış gibi olması gülümsetiyor beni, korkutmak yerine. Benimle birlikte büyüyen ve hiçbir yere gitmeye niyeti olmayan o yara her ağladığımda hatırlatıyor kendini, bir çocukluk yarası, hiç tanımlanamayan bir yarımlık, benimsemeye başladığım hüzünle birlikte. Yersiz yapılan bir çocukluk şakası gibi, çocukluğunda kaybettiğin en çok sevdiğin ilk oyuncak bebeğin gibi ya da parçalanması gibi en sevdiğin ayakkabılarının… Albenili bir mecaz, bir intihar özlemi, varlığını gördüğün insanların hemen yanı başında, yokluğunla savaşın, bambaşka bir dünya, herkesin dünyası kendi içinde kalakaldı. Akıtamadığın gözyaşların içinde büyük su birikintileri oluşturdu.
Bir kelime için günlerce ağladığımı hatırlıyorum. O tek kelime tüm anlamları ortadan ikiye kesmişti, gözyaşlarım yanaklarıma küçücük bombalar hâlinde düşüyordu, yüzüm paramparça oluyordu. Kalbimizin kaldırdığı ağırlıkları hesaplasak, altında eziliriz, yok oluruz. Göçük altında kalan hayallerimizden umudumuzu kesemiyoruz, kendimizi kandırmakta o kadar ustalaştık ki artık, ilk söylediğimizde kendimize, inanıyoruz. Uğraştırmak istemiyoruz kendimizi, yorulmak istemiyoruz ama bazı kelimelerin ağırlığını kaldıramıyoruz ya da böyle kaldırdığımızı kendimize ispatlamaya çalışırken ince bir sızı şeklinde küçük yollar oluşuyor yüzümüzde gözyaşlarımızdan. Çocukluğumu bile özlemiyorum artık, olmayacak bir şeyi neden özleyeyim ki? Onun yerine olabilecek şeyleri özlüyorum, insan çocuk parkları yerine intiharı özler mi? Tüm salıncakları çalındıysa çocukluğunun, özler tabi. En çokta kendine inancını da yitirdiyse, hakikatin bile sahte bir dünyanın içinde yalanlarla dolu, sahtekârlıkla yoğrulmuş düzenle sürdürülebildiği gerçeğini kanıksadığıysa, özler.
Nasıl bir fotoğraf insanı yıllar öncesine götürür? Mutlu zamanlar yalnızca oralarda Mesela hiç unutmuyorum ilk izlediğim sinema filmini, şarkıları ilk sevmeye başladığım yılları, hiç unutmuyorum ilk heyecanımı, ağzımda kalbimin atmasını, o zaman şikâyet ettiğim her şeye şimdilerde nasıl da muhtaç olduğumu… Geçmişe gidebilmek için, fotoğraflar yetiyor bazen, orada bırakmak isterdim kendimi, en masum zamanlarımda. Özgürlük diye bir şey tutturdu yüreğim sonraları, severken kısıtladığım her şeyi ölürken özledim. Benim kuş olmakla ilgili derdim de ihtimalim de aynı orantıda…
Boğazımdaki düğüme kelimeleri borçluyum, o yüzden yazıyorum, çözülmedikçe… Çözemeyince güzelleşen şeyler var, özleyince biriken şeyler var. Gitmek isteyip gidemeyince cehennem, neden cenneti özleyeyim ki? Yağmurlu günlerin bezediği grilik gibi yarım kalan duydular, gittikçe siyahlaşıyor. Bir zaman sonra kelimelerine vurulduğun insanın ellerini bile unutuyorsun, sonra yüzünü ve en sonunda da gözlerini. Ama kelimeler kalıyor, onlar hiçbir yere gidemiyor çünkü cehennemi hatırlatıyor sana.
Olmayacak bir şeye inanmak; yalnızca zaman kaybı değil aynı zamanda anlam da harcatır insana. Pencerelerden başka dünyalara açılacak anlamlar. İnanmak çoğu zaman kısıtlamaktır kendini. Olmayacağını bilerek ilerlediğin o yol kocaman bir kısır döngüdür. Bir bakarsın ki yılların bitmiş, nefesin tükenmiş, enerjin durup durduğun yerde kendini tüketmiştir. Kalp kırıldığında, yavaşça ölmeye başlarız. Bundan sonra merhem olmaya çalışan her şey yalnızca bir süreliğine acıyı hissetmemeyi sağlar. Geçici olarak uyuşturur, iyileştirmez.
Aşkın varlığına inandığın anda ruhunu hırpalamaya başlıyorsun, ruhunun hiç önemi olmuyor, onu kollayamıyorsun, tıpkı masumiyetin gibi. Aşka inandığın an, her ama her şey doğru gelmeye başlıyor. Mürekkep bulaşmış elin masumiyeti, herhangi bir jiletin parlaklığının keskinliğinden daha ileri gelmesinin hikâyesi bu, bilekteki damarın yanında nasıl soluksuz ve solgun kaldığının. Utangaçlığın yanında masumiyetin iki katı arttığının çoğalması ve çağlaması, bembeyaz fayansın üzerinde güzel duran kırmızı damlalar, banyo ışığının loşluğunun altında parlaklığının keskinliğinin tüm dünyayı kesecek kadar yeterli olması ve kırmızıya boyanırken, gözkapakları bile hayret sarıyor ortalığı bu yüzden ağlanmıyor, üzülmek için doğru bir zaman değil, hiçbir zaman olmadığı gibi. Noktayı nereye koyacağımı bildiğim hâlde koyamamak gibi… Sanki sen hariç herkes ya da her şey karar verebilir buna, şu küçümsediğin yazı bile.
Acıyı bile dilediğin miktarda, istediğin anlarda yaşayamıyorsun. Mutluluğun bulunduğun ortama göre değişiyor, rehin. Kabın şeklini alan su gibi, içinde bulunduğun şey, seni saran durum yani dışındakiler çok şekilci. İstediğin zaman ağlayamıyorsun, senden hariç yedi milyar kafa var, bir de korkuların. Ardında pencere kenarında, korkulukların ardında biriken fesleğen cenazeleri, kuruyken bile bir şey anlatmaya çalışıyorlar. Ölmek için bazen bir mevsim bile yeterli. Neden vurguluyorum bu cümleyi, oysa anlatmak istediğim tamamen başka bir şeydi. Vicdan için yalnızca bir karıncanın kendinin kaç katı yük taşıdığına şahit olman yeterli. Hüzünlü akşamlara olan bağımlılığımızı kimseye yaklaştırmıyoruz, kimseyi karıştırmıyoruz bu işe, benciliz belki ama birinin yanında bile yalnız kalabiliriz. Üzülmek istiyorsun ve üzülmek için dünyada yedi milyar neden var.
Bahçede, ama bahçe kurumuş, bilmem kaç asırdır… Öylece, bir saksının içinde unutulmuşum ama saksı yepyeni duruyor, belki de başka bir dünyadan getirilmiştir bu bahçeye, bahçe demeye bin şahit istiyor. O saksının içinde öylece unutulmuşum, aradan uzun, upuzun zaman geçmiş, ne kadar olduğunu ben de bilmiyorum, ne kadar olduğunu bilebilmem için, önce akşamı ve sabahları saymam gerekirdi en azından ya da güneşi ama ben her gece yıldızları saydım, belki yıldızların toplamından daha çok kaldım bu bahçede. Neyse, konu bu değil zaten, unutulmam da konu değil, konu neden burada olduğum, ayna ihtiyacı hissediyorum mesela, belki bakabilsem gözlerime, ne kadar zamandır orada olduğumu yaşlarımdan bilirdim. Birisi sanki az sonra gelecekmiş gibi bırakmış orada öyle ama gelememiş, gittikten üç gün sonra ölmüş ya da birisi, tıpkı bu bahçe gibi, şimdi ben de biraz ölü sayılırım. Ölü sayın beni, ölü gibi sevin. Diğer tüm bahisleri kapatalım.
Kalbim ekşidi biraz, göz bulantılarım bu yüzden, bir burun bunaltısı, boğazımı kadar kaplayan. Bir göz yanılgısı, birkaç söz kandırmacası, istemediğim şeylerin tamamıyla hayatımda yer etmesi, bana daha fazla yer kalmadığını gösteriyor. Karanlık odalarda sabahlamak da işe yaramıyor, görmek istemediklerimi görmemek için. Sarmaşıkların kızıllaşmaya başladığı mevsim bu, sarmaladığı yerlere, kupkuru ruhlarını bırakıp, gitmeye başladığı zaman. Şimdilik tüm dünyalılara veda vakti, hep bir ağıtı içinde götürerek, kalbinin sürgününden kaçma vakti.
Dikenli tellerin sınırladığı kentler gibiyim, kendime yabancı, yakın ama yabancı. İçimde bir yerlerde saklamak zorunda kaldığım o kelimeyi söyleyemediğim için susmaya başladım. Anlatabildiğini zannettiğin cümlelerin ezikliği… Abartabildiğim tek şey susmaktı, susmaları büyütüyordum, kelimeler küçülüp, kendi hikâyesinin içinde silinip, yok oluyordu. Mevsimler gürültüsüz ama acıtarak geçiyor. Sarmaşıklar böyle kızıllaşıp, böyle güzelce ölüyor.
On Bir Kasım İki Bin On Altı 16 30
Nevin Akbulut