Browsing Category

Genel

blog Genel

Sırtımla Yüzleşme

Yaratılırken keşke hep çocuk kalmayacağımı söyleselerdi ya da en azından sırtımı yüzüme çevirebilseydim, bebeklerim kaybolmasaydı mesela, onların kırılmasaydı kolları, bacakları ya da tüm bunlar olacaksa, güzellikle yaşamak mücadelesini bırakırdım kuvözde. Burnuma salınan o ince hortumu pekâlâ dolayabilirdim, minik pamuk ellerimle boynuma. Serçe parmağımın esnekliği kadar turkuazdı gözlerim, aynalardan korkuyordum, başka güzel bir şey yokmuş gibi sarılıyordum kendime, belki de yoktu gerçekten, herkes kendini mutlu sanıyordu etrafımda, benim ağlamama neden gülüyorlardı anlamıyorum. Çivit mavisi bir duvar, yoklukla aramda, kitap okurken aklım başımdan gidiyor, gözleri hiçbir anlamı taşıyamayan sisli düşler gibi, gri. Ben hiç olmayacak değil de olmayan birine tutkundum. Yalnızlık belki de sırf bu yüzden güzel, eğer bu kadar yalnız olmasaydım, tutulamazdım onun yokluğuna, yüreğime uyguladığım sansür, kulaklarına ulaşabilseydi keşke, uğultuyu duyup, çocukluğumu bu kadar hırpalamazdım…
Hayallerini sahiplendim, senin iyiliğin için kendi kötülüğümü seçiyordum, bu bana iyi geliyordu, seni çok sevmemdeki o dinmez huzursuzluğu, o inatçılığı hayatımın başka bir alanında hiç hissetmemiştim, o batışları her gün hissetmek bana yaşadığımı anlatıyordu. Dilim çaresizdi, tam gerçekleşeceğin anda, hayal olduğuna inanıyordum, en çokta yokluğuna, ben yokluğundan başka bir şey bilmiyordum.
Eziyetli ülkelerin birinde, masal gibi bir işkencenin içinde, belki birileri sırtlarını yüzlerine çevirip, konuşabilmeyi başarmıştır, birileri ilk defa belki arkasına güvenmiştir, birileri sırtlarıyla kucaklaşmanın sonsuz iyiliğini hissetmişleridir yüreklerinde, ama ben, öyle beceriksizim ki…
Dolanarak tam bir ömrü tamamlamış gibi yorgunum, kim yaşamıştı benim ömrümü? Kim hayatımı? Kimin bitkinliğini sahiplenmiştim bu kadar, kimin haklılığı için kendimi bu kadar suçlamıştım…
Dünya dönüyor hesapsızca. Yine de hesaplıyorlar akşamı, sabahı, kurallarına göre yaşanıyor tüm günler, gündüzlerini bitirmiş, akşamların esiri gibi bir şeyim. Geçmişten gelen ıstırapları hiçbir zaman kazanca dönüştüremedim, en değerli harcamalarım yalnız kelimelerdi, içimde bir şeyler demlendi, yaşamını tamamladı ve ne gariptir ki, senden bu kadar uzakken bile sana benzeyen hissiyatımın perdesinde, saklanıyorum, senin gözlerin bana bakamamaktan değişiyor, benim yüzümde yaşlar, uzak bir mesafeden birbirimize benziyoruz…
Kelimelerden bir rüzgâr ürpertiyormuş bizi yalnızca, laftanmış her şey, koca kelime mezarlığı…
Yeni günlerin heyecanını eski anılar sahiplendi, gökkuşağı bir telaş sarıyor rafine umutlarımızı, gizli tüm sevinçlerimi paydos ettirdim, rahatsız bir “keşke” kelimesine yenildim. Saatler geçmesin diye uyumadığım gecelerde, odamı kararttım, saati göremediğim sürece kararacaktı zaman ve duracaktı, saate bakmayınca zamanın daha hızlı geçtiğine inanmıyorum o beş dakikadan beri, geceyi kararttım. Yaralarımı sevme nedenim yaralamandı, laflarının açık ucunun durmadan batmasıydı, tazeydi bu, saatler geçse de…
Benden biraz zaman isteyenlere komple verdim tüm zamanları, iade ettim arayı açtıklarıma, o zamanı. Benden şans isteyenlere, avuçlarımı açarak gösterdim, bende artık bir şans kalmadığını, seçimlerimin yanlışlığını anlayabilirsiniz hayallerimin çıtırtılarından, betonarme apartmanlara çiçek isimleri koymanız gibi saçma her şey, bir aralık isteyenlere, tüm ayları verdim, artık verecek bir şeyim kalmadı, benden ne zaman isteyin, ne de izin…
Sen yalnızca karşıma önceden çıkan bir harftin
Hikâyeyi başkaları tamamlıyordu.
Kendi kollarımla kendime sarıldığımda, ellerini aldattığım bir yalansın, kendime sarıldığımdaki huzuru da senden çaldım, tek suçum yalnızlıktı, yoktum, yoktun. Gelip geçici düşlerden ileriye gidememiştik, kendi ellerimle seni yazdığım bir hikâyeydin, fazla uzağa gidemezdin, üstelik yalnızca benim hayallerime mâl olmuştun, sen içimin en tanıdık yabancısı, sana sensiz de yandığım olmuştur.
 
Nevin Akbulut
İki Bin On Beş Belirsiz 

 

Genel

Sabun

Sanki her şey sabun kokuyor, her yerden deterjan kokusu, kirli bir dünyaya göre fazla temiz kimyasal kokuyor, bu iğrendirici. İnsanlardan çok kokuların olması, kin ve öfkenin her şeyden çok bir duman gibi üzerimizde olması sabunlardan çok insanların kokması. Sokaklar bu yüzden geçilmiyor, basacak yer yok koku, korku ve dumanlı öfkeden. İçimi içime kapatırken, sokağa açılan tüm pencereleri ve perdeleri birbirlerine kapatıyorum, sokaklar dâhil.

Yirmi Yedi Ağustos İki Bin On Beş 

Genel

Hakkımın Hakkında

Her gün çizgilere basmamaya çalışarak yürüyorum, yola çıktığımda yalnız kaldırımları takip ederim, ilk gördüğüm kaldırıma hemen çıkarım, kaldırımlar üzerine yazılan şiirlere güveniyorum, kaldırım taşlarına değil de… Mutfağa her gittiğimde buzdolabının kapağını açıp, dikilirim önünde, hiçbir şey almadan yine kapatırım, içeridekiler yerli yerinde mi diye bakıyorum sanırım. Bir tür teyit etmek gibi bir şey… Sabaha kadar takıldığım şarkılar var mesela, aynı şarkıyı defalarca dinleme manyaklığına tutulurum. Şarkıları kasetlerde dinleyebilme devrine yetiştiğim için de şanslı hissediyorum kendimi, o zamanlar her sokakta muhakkak doldurma kaset yapan dükkânlar vardı, şimdi hiç birisi yok. Bir de plaklarım var benim, çok eski zamanlardan miras bana, onlar da olduğu için çok şanslıyım, hepsinin kapağı eski kokuyor, şarkıların içindeki ruh halleri ve yaşanmışlıklar sanki o karton kapağa yansımış. her şarkının bir ruhu olduğuna inanırım her hikâyenin olduğu gibi, beni benden alan sesler vardır, uzaklara götüren ama her defasında yeniden olduğum yere getiriyorlar; ya trafiğin ortasına ya masamın bir köşesine veya dünyaya bakmaya çalıştığım pencereye. Her sabah ve akşam yüzümü yıkadığımda sudan çok, havlunun yüzüme batıp, acıtmasına ve bu kadar hassaslığıma sinir oluyorum. Kahvaltıda ya da akşamleyin çay yaptığımda, çayı içeriye taşırken muhakkak demliğin üst kapağını bir kere açıp kapatırım, eğer açıp kapamazsam sanki kıyamet kopacak. Bardakaltlarından nefret ediyorum, kendime ne kadar özeniyorsam insanlara da o şekilde özenirim, gece gördüğüm rüyalardan gündüzleri çok etkilenirim. Fark edemediğim ama alışık olduğum ayrıntılarım belki de beni farklı kılan, kusurlarımla, sinir olduklarım ve manyak hissettiklerimle bir bütünüm ben. İyi huyluyum diyemem hiçbir zaman, ben böyleyim dediğim zamanlarda genelde anlamaz kimse ne demek istediğimi… Küstüğüm kavga ettiğim arkadaşımla ne için küstüğümü unuturum, onlar da genelde bunu fırsat bilip, tekrar konuşmaya başlarlar, ben de küs olduğumu bilirim ama neden küs olduğumu bilemediğim için, bir şey yapamam. Kendimi haklı bulduğum zamanlarda haksız hissetmek gibi de bir özelliğim var. Kediler olmasa beni bu hayatta hiçbir şey ısıtamaz. Güvenmemeyi onlardan öğrenebilsem bir de tam olacak, her defasında “bu son artık” dediğim halde hep yine güvenirim. Çok güzel aldanırım, aldanmalarımdan bir dünya hikâye çıkar, çok iyi inanırım, kandıramazlar ben inanmayı tercih ederim. Sürekli gülerim, acı bulduğum, sinir olduğum şeylere bile hazin bir şekilde gülümserim. Bundan rahatsız olanlar oluyor, ben o zaman daha çok gülüyorum. Bir çeşit sinir oluyorum ve sinir ediyorum. Bu ayrıntılarım olmasa, ben ben değilim!
Nevin Akbulut
Eylül’ün içinden

Genel

Ölü Paragraf




Uzun zamandır kimse benim için “artık” kelimesini kullanmıyor çünkü kimseye o kadar yaklaşmıyorum, herkesle samimiyetim ve muhabbetim artık kelimesinin olduğu yere kadar. Sancıyor artık büyüdüğüm şeyler, kafamın karışmasını istiyorum, beynimin uyuşmasını, sessizliğimin içindeki sonsuz huzuru, bazen birinin gözlerine baktığımda “sonsuzluk” kelimesi çıkıyor ortaya. Oysa yalnızken ne kadar da kelimesizim. Gördüğüm en güzel rüyayı anlatamadan, hafızama işleyemeden kaybettim aklımı. Aklım onun içinde yok olmuştu, zavallı bir şeydi, sokağa döküldüğünde. Ruhumun en güzel kenarında, sessizce dinlenirken, denize vurdu aklım, ayaklarımın kumda olduğunu bilmiyordum, böyle sıcak olduğunu yeryüzünün, böyle anlaşılmaz olduğunu her varlığın ve henüz bıkmamıştım hiçbir şeyden, henüz yılmamıştım, yıkılmaya daha zamanım vardı ama zamanımın vakti kalmamıştı. Merhametimin elleri bağlı sanki gözleri gökyüzünde, dizleri dökülüyor.  İçimin döküntüsü, dışımı çöktürüyor. Kurşunlar ayrı vızıldıyor, arı sesinden çok onların sesi, çiçek kokularından mahrum barut kokusu, her yerimiz yanık içinde. Aklımı dövüyorum, fikrimin olmazlarına, inancım nasıl da kandı, tam inanırken, beynimdeki patlama, her taraf kelime içinde, inancımdan vuruldum, yaşama sevincim yerlerde, sürünüyor, süründürürken. Bazı kelimeleri içime atıp, susmak istiyorum. Çare olur mu kelimesizliğime, bilmiyorum.
Ölürken o son sırrı da yutmuş gibi kelimeler, susarken, ölmüş gibi ama susmayacakmış gibi, ölümün böyle olmadığına inanmış gibi, gözbebekleri nasıl da küçülmüştü. Fikrimin yabancısıyım, aklımın yalancısı, kalbimin inancı. O yüzden öldüm.
Bir daha hiç görülemeyecek bir rüyadaki kahraman, hiç anlatılamayacak masaldaki kahramanla ruh eşi olmuşlardı. Aşk diyorlardı adına, tılsımların yalancısıyım. Öldükten sonra hep cenazemin uçacağına dair içimdeki sahte inançlar ve yaşadığım günden çok fazla yaşamış hissine kapılan ruhumla, belki onulmaz bir uçurumun ucundan sesleniyorum sana, belki de tek nokta sığacak kadar bir delik bulduğum bu tabutun içinden. Mecazlar bazen, gerçeklerimizi yenmez mi? Yaşamadığımız şeyler, bazen yaşadıklarımızın önüne geçmez mi? Öyle işte… Bazıları bu sessiz hikâyenin ardından şarap kadehlerini tokuştururken, bazıları da anlaşılmaz dillerde dua edecekler, ben hepsini duyacağım. Gerçek hayatta duyduğum hâlde karşılık vermeden az durduğum zamanların inadına, her şeyi duyup, konuşmayacağım, gerçek hayatla alakam kesin kesildi diyeceğim bu sefer. Kendi aklımı yitirdiğimde, başka bir şey bulmuşum gibi sevindim, bir boşluğu kapatamıyorsan, daha başka boşluklar açıyorsun hayatında, o boşluğu unutmak için. Ruhum onunla o zaman tanıştı, aklımı arıyormuşum gibi yaptım, belamı bulmuştum. “Tılsımım olur musun?” dedim. Dudaklarımı boş verdi, ağzımın içine ölüm doldu, kusamadım. Onun yerine sustum, dudaklarımın açılmaması lazımdı. İçimde dolaşan kelimelerden onun haberi yoktu. Cümleleri yüzüne çarpıp geri kalbime giriyordu, içine işleyecek kadar zamanı yoktu.
Yağmur her şeye şifa gibi, acılar buhar olup, gidiyormuş gibi… Galibiyetim sustu, mağlubiyetim azdı, korktular, en çok gözlerimden, sonra da gözyaşlarımdan, korkak oldukları için değil, şefkat bilemedikleri için, nasıl davranacağını bilemeyen insanların tedirginliği yapışmıştı ceketlerine, çok şık duruyordu, hüzünlü baloda… Çok şık sırıtıyorlardı…
Herkesin bu kadar ikiyüzlü olduğu bir dünyada, tek gülen yüzüm yetmiyor bana, aynalarla çoğaltıyorum, gülmeyi, kahkaha oluyor. Başkalarının gülmeleri de yetmiyor. Yüzümü astım, hem de geceler boyu. Odamdaki eşyaları boşaltmayı düşündüğümden beri, daha fazla dağıldığını hissediyorum, beynimin ve eşyaların, benim kitaplarla yakınlığım insanların hazmedemediğim kötü karakterleri yüzünden, teşekkür ederim buna, hem de tüm içtenliğimle, rezaletiniz dünyayı daha çekilmez bir yer yaptığı gibi, hayata dair daha az çaba sarf ediyorum.  Bazen; yapılan iyi bir şeyin, iyi gelmediği gibi, bazen de yapılan kötü bir hareketin devamında iyi bir şey olması gibi bu işte. Dünyadan biraz daha, elimi, eteğimi çekmeme neden oluyorsunuz, minnettarım, kitaplardaki kadar… Tüm bunları bir de Fransızca bağırmak isterdim, ama ben ancak Türkçe susarım, siz yine de bir şey anlamazsınız…
Üzümlerinizden artık şarap da olmuyor, güler yüzünüzden de menfaat akıyor, kalbimi doldurmak tüm bunlara yetmiyor, dünyamı biraz daha boşaltmalıyım.
Bedenden önce ruh vardı, kimse ruhla ilgilenmiyordu ama. Çıplak ayaktan önce, toprak yol, yoldan önce iz, bir şeyin izi vardı. Kimse nereden geldiğinle de ilgilenmiyordu, neden bu kadar yorulduğunu da sormuyordu, dinlenmek için oraya gittiğini, soluklanmak için nefes aldığını, fikirlerini, düşüncelerini bilmiyorlar ve önemsemiyorlardı. Yanlışlıkla geldiğin dünyadan yalnızlıkla ayrılıyorsun, tek kişilik eşyaların gittikçe çoğalıyor, düşüncelerin gibi, o kadar uzaklaşıyorsun ki sonra, neden ağladığın sorulacağı yerde, neden sustuğun konuşuluyor, artık o kadar uzaksın ki, haykırsan bile duyulmuyor, ağlamalar eskidi üzerinde, şiddetlerin korosunu düzenliyor bedeninde, kurumuyor…
Büyürken, saklandığımız yerde unutulmuş çocuklarız biz, bazen de yağmurda korkudan yatağımızı ayıcıklara verip, karyolanın altına saklanırdık, geceleri saklambaç oynarken, kaybolurduk, sonra canavarların geleceğine falan inanırdık. Büyürken korkan çocuklardık ama büyüdükten sonra her şeyin gerçekten daha korkunç ve daha kötü olacağını henüz bilmiyorduk, korkularımız da çocuk kadarmış, korkularımız biz büyümeden büyüdü, kıyısına vuran kahkahalarımız dudaklarımızın içimize hapsoldu, üç kelimenin cehennemine yenik düştük. (Sus!) Kalbimizin tam alnından vuruldu umutlarımız, zehirli silah ile umut etmeye korkarken, umut düşmanı olduk. Duygusal hücrelerimizin bir kısmı öldü biz büyürken, bir kısmı da can çekişmeye devam ediyor. Beynimizin bir yanı ölü, diğer yanını diğer ölü yanın acısını unutturmak için hep uyuşturuyoruz.
On sekiz yaşıma kadar zararlı ya da günah hiçbir şey tüketmedim, hiç sigara içmedim, alkol almadım, hiç ilaç kullanmadım, günümüze göre oldukça sağlıklı yaşadım, duman altında sabahlamadım, sonra kansere yakalandım ve almadığım kimyasal, almadığım ilaç (zehir!), almadığım radyasyon kalmadı. Oysa o güne kadar bedenime şırınga bile değmemişti, artık damarlarım bulunamaz olduğu halde, yeni damar yolları açmaya çalışırken, sabır denilen şeyi en çok acı çekerken öğrendim. İnsan en çok bilinci kayıpken sabredebilir her şeye, benim bilincim hep açıktı, belki ruhumu özgür bırakmıştım uzaklara gitmesi için, acı çekmesin diye… Çünkü ruh bedenden daha çok acı çeker, beden ne yaşarsa yaşasın, eğer ruhuyla hissedemeden yaşıyorsa, beden tek başına daha az acı duyar. İşte bu yüzden ruhumu bedenden ayırmıştım. Ruhun uzaklarda olması, bir yanımı ölü gibi bir şey yapıyordu. Yine de sabrı yüreğimden bırakmamıştım. Pipetle çay içmekten bıkmıştım, çayı kaynar içememekten tiksinmiştim, bol su içmekten kusuyordum, insan gibi ekmeği salatanın suyuna batırıp kaç zaman yiyemedim belki. En azından bu benim başıma gelmemeliydi, o yaşıma kadar çok iyi bakmıştım bedenime, zararlı diye anılan her şeyden uzak durmuştum. Yükseklerde uçan kuşların, yüksek binaların tepesinden baktığımda ne kadar büyük olduklarını da görmüştüm o yaşımda, ben sadece uçmak istiyordum, anlattıklarımın ve yazdıklarımın bölünmesini istemiyordum. Bitirdiğim hikâyeleri öldürüyordum, ölü bir paragraftan başlıyordum hayata. Eskiden biraz ölmüş birisi, yeniden canlandığını zanneder yalnızca, yeniden can bulmaz. Bedenimin üçte ikisi öldü, hâlâ birçok şeyi nasıl hissedebildiğime hayretler içinde bakıyorum, kendimi seyrediyorum uzun saatler boyu, gözlerime bakarak, ruhumu görmeye çalışıyorum, gördüğüm şey büyümek ve yorgunluk, erkenden yorulanların, erkenden dinlenemediği bir dünya burası, yorulan hep daha çok yoruluyor. Masallardaki pamuk prenses kadar gamsız olmak isterdim bundan sonraki yaşamımda ya da hiçbir şeye karışmak zorunda kalmadan, bir kitabın sayfalarının arasında, hiç tanımadığım bir hikâyede uyuyan güzel olmak isterdim. Masallardaki hayallerden öteye gidemedi hayat, o yüzden gerçekten gerçeği söylüyorum, yazdıklarımın bir kısmını öldürüyorum, tüm samimiyetimle, öldürmesem diğer kalan üçte birlik kısmım da yaşayamaz biliyorum. İstiklâl caddesinin kenarlarında söylenilen şarkı kadar sessizim ve onlar kadar duyulamaz. Ama duymasını bilen ne güzel de duyar, ne güzel susar, ne güzel anlamış gibi kırpılır gözleri…


Nevin Akbulut
Yirmi Beş Ağustos İki Bin On Beş 17 10

Genel

Köşesi Olmayan Yazılar



Atmayı çoktan bırakmış, daha çok ölüme müptezel, yalnızca seğirmelerden oluşan bir kalp, o da istem dışı. Nefes almak, hiçbir zaman yaşamanın kanıtı olamadı. 

Her şeyi olağanüstü güzel bulduğum günler, kötü günlerde kaldı. Senin yanında kendimi güzel hissettiğim ahmaklığı, bir daha okunamayacak kitapların dip sayfalarına sakladım. Tozlu biraz yüzüm, biraz da tuzlu. Gözyaşları ne kadar tanıdık, çirkinlik ne kadar güzel. Üstelik olduğu için iyiye giden şeyler de yok artık, olsa da olmasa da kötüye giden şeyler var. Yağmur yağmıyor mesela uzun zamandır. Herkes kendi gözyaşını biriktiriyor, kendi gökyüzünde. Hazin bir hikâye nefes almak, üstelik yıldızların sonu hiçte bizimkilere benzemiyor. Yaranın da yarası oldu, sustuğumdan beri, adını hiç anmayacaktım, dilimdeki ezberin aklına giremedim, silemedim orayı. Gittiğinden beri dünya daha büyük bir yer, birbirini bulamayacaklar listesinde en üst sıralarda görünmüyoruz, orada bile kayıbız, dünya küçük bir yerdi hani?

Zaten seninle konuşulacak her şeyi söyleyip, bitirseydim şimdi böylesine birikmezdi söyleyeceklerim. Sinema salonunda, koltukta yan yana oturduğumuzda söylemek istiyordum kulağına, şimdi söyleyeceklerimi, oysa her yerine ayrı seferlerde söylesem de anlaşılamayacak bir şey bu, ellerim şimdi daha bir kimsesiz, daha bir soğuk sanki. Söyleyebildiğim tek şey, konuşamadığımdı. Nasıl dağınıktı cümleler, nasıl kayan yazı gibi duruyordu aklımın köşesinde, zamanı tutamadığım gibi, seni de tutamadım, kelimelere bile sahip çıkamadım. Hatta kendime bile sahip olamadığım yerde söylüyorum bunları, saçlarım ellerine sahipti, ellerim dudaklarına. O kadar da kimsesiz değildim yani. 

Ellerim bolca tırnak kemirmece, bol çekmeceli, fazla çeşitli duygularım. Seni düşünürken bir anda, kahvaltıyı özlüyorum mesela, iştahlı sabahlarımı özledim, kahvaltıdan çok kokusunu, senden de çok kokunu. Heceliyorum her bir acıyı, biraz daha kalıcı her şey ve zaman artık daha yavaş geçiyor. Büyüdüm mü sahi o günlere göre? Kalbimin büyüdüğü kesindir, hani hep böyle kendi kendime konuşuyormuş gibiyim ya, aslında değil, inan yalnızlık değil bu, insan yalnızca düşünebildiği yerdedir ve hiçbir mutluluk kelimeler kadar uzun ömürlü değildir. Hüzünlü şeylere gülmeye çalıştığım kadar komikleştirebilmeyi de becerebildiğim zamanlardayım. Nasıl gülüyorum şimdi o günlerdeki acemiliğime, kendimi iyi hissetmediğim halde, güzel bulduğuma, nasıl şaşırıyorum şimdi. Yaşanan her şeyin makul bir nedeni vardı. Saçma bulduğum şeylerin şimdi hep bir anlamı olduğundan beri, saçma bile olsa yaşayamadığımı hissediyorum acıklı bir sonla. Şimdi o altını çizemeden geçtiğimiz tüm zamanların anlamının ağırlığı içinde eziliyorum. Dil tarihinde yeri yok belki anlatamadıklarımın, ama yine de anlatmaya çabalıyorum. Anlatamadıkça daha da ağırlaşıyor zaman ve cevabını bulamadıklarımın soruları büyüyor gözümde, soruların da sorunu var. Tüm bunlar içinde çıkılamaz hâl aldığında, hiç kendimi bırakamadığımda, aynı cümlede hem sana hem kendime yer vermek yerine, bizi unutamayışıma… Biraz daha uyuşuyorum, gidebildiğim kadar gittiğim uzaklıklarda, çaresi olmayan sancıyla boğuşmak yerine kaçmak daha akıllıca, telâfisini birkaç biraya bırakıyorum, şişelerin affına sığınarak, oturduğum sandalyeleri bile seviyorum, kenarlarına şiir konası kanatlarıma, bir görünüp bir kayboluyor her şey. Üzerinden geçemediklerimi bulmaya çalışıyorum, utanışım, çekinmem, gözlerin hep mi karanlık kuyu gibi çekerdi beni? Hayatımda hiçbir göz böyle anlamlı olmamıştı gözümde, babamın gözleri bile cennetten çıkmayken. 

Gittikçe yabancılaştığındaki kaygımı içimdeki derin anlamlara yüklüyorum. Herhangi bir şeyin senin yerine geçebilme ihtimallerini yok ettim, bunun senin güzelliğinle bir ilgisi yok, ancak içimdeki duyguların yersizliği olabilir. Nereye koyacağımı bilemediğim ellerim gibi… Çocuk sevincimi çocuklara bıraktım, çocuklar da öldü. Sevinç denilen şey, savaşlardan önce vardı, mühimdi, parlıyordu belki. Şimdi üzeri kirlenmiş ne parlaklığı ne de varlığı bilinen ya da görünen bir şey. 

Boğazımda yanık kokusu, içimde birkaç mektup yandı ve bir hayat. Gökyüzünde çiçekler astılar kendilerini. Kuracak hayaller kalmadığında daha fazla vişne reçeli yiyeceğim, gittikçe daha az meyve suyu içiyorum. Birçok sebzeden nefret ediyorum, nedensiz. Gerçeklerle yüzleşememenin yorgunluğu çöktü içime, uzun zamandır umduğum bir şey yok, umduklarım gelmediğinden beri. Beklemeyi de unuttum. Boynumdaki benlerin beni daha kimsesiz gösterdiğine inanıyorum. Gece kâbusları en iyi umutlarla ya da en karanlık umutsuzluklarla sabaha dökülüyor, gün ortası daha yaşanılmaz bir hâlde, gece çekilir dert değil. Ölesim yoktu, gülüyordum. 

Sonsuz güvenen insanların, belirsiz zamanlı gücenmeleri var üzerimde ve acemice kırılmaları. Gereksiz yere eğildim, olmayacak yerlerim büküldü, içim daha bir büzüldü. Sonrası alışkanlık; vücudun, tenin, yüreğin hep o yanlış noktadan dosdoğru kırılması. Susmaktan başka konuşacağım bir şey yok. 

Bir kere sevdiğimde uçmuştum, uçmayı sevdiğim için, biraz daha sevdim onu. Sonra düştüm. Duygularım başka birinin hissetmesi gereken şeylermiş gibi gelmeye başladı, uçmayı sevmemeye başladım, sevmeyi de… Hoşuma giden şeylerin, gitme kısmı kaldı, hoş kısmı onlara gitti. Bölünmeyi defalarca yaşadık, parçalanmanın sesi kulaklarımda olduğu sürece, içimde bir parça eksik, bu eksiklik yer etmiş bir fazlalık. Neyin fazla, ne kadarının eksik olduğunu hesaplayamayacak kadar karıştım. Üstelik pazarları ayaklarım daha çok dinleniyor, gözlerim ve ellerim daha çok yoruluyor, en sevdiğim günlerde ağlıyorum. Açıklayamıyorum bazı şeyleri, açıkladığım hâlde. Tam yoksunluk meselesi, kazanırken kaybetmek ve aslında kime kırgın olduğunu hiç bilememek. İlla birine kızgın olmak gerekiyormuş, onların kuralları böyle söylüyor, insan nedensiz yere ağlayamazmış bir de… Kimseye kırılamadığımdan beri, kızamıyorum da. Kendim dâhil, kimseyle o derece bir yakınlığım yok.

Beni yaprakların arasına gömün, tüm yapraklara şiir yazacağım. Saçımdaki saçı başka yerlerde görmüştüm. Sizlere uzaktan ya da yakından bakabilmem, gözümdeki değerinizi değiştirmiyor, yalnızca başımı stres duvarlarına vurma nedenim. Uzaktan görebildiklerim; müthiş bir riyakârlık, yakından görebildiklerim de tamamen sahtelik. Bozdurup, harcamak istediğim dostlarım var, neyse ki dünya malına çok kıymet vermiyorum. Daha fazla yaklaşabildiklerimin becerdiği izler ve kırıklar kangrene dönüştü. Neyse ki, değişen ruh hallerim var, hiçbir şeyin üzerinde birkaç saatten fazla durmaya değer görmüyorum, vakit bu mühim bir şey, kolay harcanmamalı. Ama uzun bir süre anlatabileceğim öyküler var, “kuşlar ölmesin” diye başlayan…


Sekiz Ağustos İki Bin On Beş 11 40
Nevin Akbulut