Her yaşta bir benzerini yaşadığın şeyleri, yaşarken hiç böylesini yaşamamıştım dedirten o unutulmuş, ezberin ardına gizlenmiş, sinsi duygular tarafından sabote ediliyorsun. Belli bir yere gelmiş, olgunlaşmış acılarına “tecrübe” diyorsun, oysa yaşarken aynılarını nasıl da acemisin. Yeni yaşlar alman hiçbir şeyi değiştirmedi, geçen yılların rakamlarından başka, değişen yalnızca her zaman bir arttırarak çoğalan rakamlardı ve iç içe geçen zamanlar. Hangi yaşta olursa olsun, aynı çılgınlığı yapabileceğine inanırdın, ama artık öyle değil. Temkinli davranışlarının tecrübeyle ilgisi yok, sadece yoruldun, bu yorulmanın da yaş almakla ilgisi yoktu. Üzüntülerini dengede tutmayı beceremiyorsun, bu da seni hırçın yapıyor, oysa için öylesine yumuşak ki, bilinmiyor. Utançlarına ayrı bir isim verirken, adlandırmak hiç bu kadar çelimsiz olmamıştı, çekingenliğinin kendi içinde bir şey yüzünden olduğunu anlıyordun, ama bilmiyordun. Bilmek bir bilgiyi gerektirir, oysa bazı şeyleri anlamak için herhangi bir bilgiye ihtiyaç yoktur. Endişe duymaya doymayan yorgun yüreğinle, saflığı en çok yakıştırdığın onunla uzun uzadıya oturuyorsun dünyanın öbür ucunda. Öbür ucu olunca daha güzel bir yermiş gibi oluyor, yakın yerler hep kötü gibi artık. Artık kelimesinin de çaresizliğiyle kıvranıyorsun, endişelerin yerini üzüntüye, üzüntülerin yerini korkuya bırakıyor, onlar da yaşamama isteğine. Hayatında dengesiz ve düzensiz olan her şey tam da bu sırayla düzenli bir şekilde devam ediyor. Yaş alıyorsun, daha çok ağlıyorsun, daha çok seviyorsun, daha çok anlıyorsun, tüm bunlar daha çok acıtıyor ama devamlılığın kıymetini seziyorsun. Oysa bir su canlısı olabilsen her şey çok daha kolay olurdu, su birçok şeyi gizler çünkü…
Gündüz topluma ayırdığın gülümsemeden gece eser yok, tüm gün yorgunlukla harmanlanmış pantolonunla yatağı giriyorsun, yorgunluktan ya da moral bozukluğundan çok duygu bozukluğundan, ellerin üşüyor, hissediyorsun, bir tek ellerine yakınsın, geri her şeye uzak. Özgüvenini bir kenara bırakıp, yitip, giden kahkahalarını seyrediyorsun, zaman ayarlı maskeni uzaklara gönderiyorsun, şimdilik sabaha kadar yalnızsın, doğrusu da bu, böyle savunmasız, gecenin karanlığında. Gülüşünün kıyısında yaşayanlar da birer birer gittiğine göre, artık gülmenin de anlamı yoktu, ama boş kahkahalar kolayca tüketilebilirdi, nasıl olsa o kıyıda artık kimseler yaşamıyordu, kelimelerinden susayan, sen anlattıkça susan kimseler yoktu. Senin için her vakit sabaha daha çok vardı…
Yaralarımdan kurtulacağım diye eşelediğim kabuklardan sonra daha büyük yaralar çıktı, düzeltemedim hiçbir şeyi, iyileştiremedim de. Alışkanlıklarımdan, sarhoş olduğum tümcelerden kurtulamadım, yeni cümle heveslerine de kapılamıyorum artık, her şey bin yıl önce zaten söylenmiş gibi.
Yaş almanın kutlanacak bir tarafını bulamıyorum, arıyorum ama yok. Aklımın kıyısından sessizce geçen cümlelerle başım belada, onları tutup, yazmak istiyorum ama her defasında başka şeyler yazıyorum. Bazı şarkılar bir tek beni böyle etkiler sanıyorum ama bilmiyorum. İçim bulanıyor ağlamaktan. Bazı şeyleri bir tek ben böylesine dert ederim, bir tek ben bu kadar kendimi hırpalarım gibi geliyor, galiba neyi, ne kadar dertleneceğimi bilmiyorum. Aptallıkları ve umursamazlıkları sahiplenenlerin biraz da olsun kederlerine sahip çıkmalarını dilerdim ama kendi sahiplenişimdeki parçalanmalara dayanıyorum, başkalarına kıyamazdım. Özel günlerde herkes birbirine iyi dileklerde bulunuyor, olmayacağını bilerek huzurdan bahsediyorlar, bu işgüzarlığı hazmedemiyorum. Sevinmeyi unutmaya az kaldı, hem nasıl da güç artık kahkaha atmak, tam güleceğin zaman içine yerleşen o acının bağırtısı, işte bu dudaklara yerleşen kasılma, midenden tanıyorsun. Yaş alındıkça olgunlaştığını, katılaştığını düşünüyoruz, öyle olmuyor oysa daha fazla hisleniyorsun, daha fazla sulanıyorsun, acılarından belli. Bir de yalandan dertlenip, sızlananlar var, onların gözyaşları sıcak akmamalı. Unutmamak için yalvardığın şeylerin acısını ezberlemek için bıraktığın izlerden kimsenin haberi yok. Hırkayla saramadığın şeyler var artık, iyileştiremeyeceğin kadar soğuk ellerim, kendi kendime rüyalarıma bulduğum anlamlardan korkuyorum, gözlerimi açıp, başka rüyalara dalmak istiyorum, hep yine yeniden devam ediyor.
Bazı kelimeleri lügatimde himaye altına almak istiyorum, korumak istiyorum çocuğum gibi, ama ellerim yara bere içinde, bileklerim acı içinde, saklayamıyorum. Bazı kelimelerin modası hiç geçmemeli, geçse bile yüklediğimiz anlamlar yok olmamalı. Zamana bırakılmamalı artık hiçbir şey bu yaşa gelince. Baktık, büyüttük, bu yaşa getirdik dediklerinde çocuktum ben. İşte şimdi belki de o yüzden yaşlanan çocuklara üzülüyorum, yaşlanmasınlar istiyorum, yaş alsınlar ama…
Bazı geceler korkuyla sıçradığın rüyalarından sonra, uyandığına sevinmediklerin bile olurdu, üstelik neye benzediğini bilemezdin böyle vakitlerde, birinin senin sen olduğunu teyit etmene ihtiyaç duyardın, böyle birisi yoktu. Seni sen yapabilecek kendinden başka kimse yoktu. Bazen kalbinin niye sızladığını da bilemezsin ama bilmemek daha iyidir, derdinin adını bilince, dermanını da bulman gerekir. Böylesi daha iyi, kalpsiz olmak gibi…
Yeterince bulanıklaşıp, karıştıktan sonra, moru en akraba renk olarak kabullendim. Yere düşen kırmızı şapkamı almaya erinirken, gözlerinde oluşan çizgili filmlerden bir senaryo oluşturdum ama iyi bir hikâye değildi bu. Bir saçmalığın hikâye olması için devamının olması gerekirdi ve bunun için de zaman lazımdı ama o zaman bizde yoktu. Buna ancak kötü kitaplarda rastlayabileceğin yersiz cümle diyebilirdin, hiçbir şeyin aslında eş anlamlısı olmazdı, bu anlamlı zannettiğin şeyler de yalnızlıktan yok olup giderdi.
Dalga olup, düşmeyi düşlüyorum. O zaman fark edilmez yokluğum, nasıl olsa dalgayım. Düşünme hakkımdan feragat edip, öfkemi rehin alıp, acılarımı bir başka bahara miras bırakmak istiyorum, sıcaklığımı unutup, buralarda bir daha görünmeyecek kadar başka çağlara gidip, misafirlik hakkımı sonsuza dek kullanmak istiyorum. Burnumu yakan iyot kokusuyla genzimde uyuya kalmak, aklımdakileri unutacak kadar uyumak istiyorum. Yoksa almaya çalışıp da alamadığım bu nefesler boğacak beni, yoksa üzerime dökülüp, yanıcı şeyler var içimde, taşımaktan yoruldum çünkü yokuştan yukarı çıkarmaya çalıştığım taş gibi kelimeleri taşımaktan. Şimdi okusam şu yazdıklarımı içime sindirmeye çalışacak kadar zamanım yok ama utanmaya her an zaman buluyor insan, utanacağım kendi yazdıklarımın eksikliğinden. Unutunca belki hiç tanımadığım bir kitap gibi alıp, okumaya, anlamaya ve yeniden sorgulamaya başlayacağım. Sona geldiğim yerde başa geldiğimin ezberini bilerek ve ürkerek… Başkalarına göre başka bir şey, ama içinde hep aynı şey olmanın azabıyla sürüneceksin. Deli olduğunu bilerek ama bir delilik yapmaya kalkınca utancından kıpkırmızı kesileceksin, nadir zamanların hariç. Sevdiğin sokaklardan geçerken, özlediğin şehirleri anımsayacaksın. Bu karışıklık seni yiyip, bitirecek. Çaresizliğini bir dalgaya işte tam da bu yüzden karıştırmak istiyorsun, böyle karışıklıklar bir tek dalgaların hakkıdır çünkü. Sakladığın yaralarınla sırlarını başka gezegene taşıma hayalleri kuruyorsun, gidebilecekmişsin gibi geliyor öyle zamanlarda düşününce, cesaretinin ilk defa bir işe yarayacağını umarak… Ama götüreceğin şeyler güzel değil ki, taşıdığın şeyler de güzel değil artık. Sensiz nefes alamam diyen fısıltıların içinde yaşamaya çalışıyorum, her gün biraz daha karalayarak, her gün biraz daha yanarak ve kalbimi karartarak, gözlerim eşlik ediyor yine kalbime, yorulan nefesimin hesabını hiç kimseden sormayacağım. Kelimeler bile rahat olsun artık.
Dokuz Mart İki Bin On Sekiz 16:20
Nevin Akbulut