O kadar uzun zaman oldu ki; “seni unutsam da olur artık” zamanına geldim. Yasını tuttum, hatırlama ya da anma her neyse, borcumu ödedim. Seni unutmak beni sıksa da rahatlık da olmadı değil. Seni hatırlamaktan kendimi unuttuğum o bitmez ödevi tamamladım. Üstelik bir daha hiç uğramayacağım sokağa taşındın sen, ben de o şehirden mezun oldum. Geçerken, yolum bile düşmez artık oralara. Şimdi içimi kaplayan koca bir boşluk var, renkli çekmeceme uygun, yine renkli uyku hapları, uyumayı deniyorum, ölmeye çalışırken. Her defasında başarısız bir öğrenci gibiyim, bu sefer de geçemedim öbür dünyaya, yine notum kırık seni unutmada. Ellerimde renkler, tırnaklarımla sorguluyorum, kırılganım her yanımla. Unutmadığımı her gün hatırlamak zorunda hissettiğim için kendi kendime deliriyorum. Yakınlarımın bilmediği yalanları söylüyorum, iyi olduğumu hissettirmek adına, güzel görünmeye çalışıyorum, beyaz yalan diyorlarmış, sıklıkla deniyorum. Yaşamı da deniyorum aslında ben, en iyi yapabildiğim şey nefes almaya çalışmak, belki ölüler bile yapabilir bu kadarını. Artık senin bile anlamadığın, alkolün bile avutamadığı şeyler bunlar, ama çaresiz de hissettirmiyor kendimi, biraz masum biraz da utanç içinde hissettiriyor.
Birine bir kelime bağışlayınca insan, eksiliyor. Sonrasında bir cevap verme zorunluluğuna karşın, beklenti doğuyor, ölmek için bekleyen şeyler…
İçinde kaç tuhaf boşluk olduğunu zannediyorsun? En büyüğü kendini avutmak için düştüğün çukur olmalı, o bir anlık gizemli dakikada kurtulabileceğini sanıyorsun her şeyden nasıl da yanılıyorsun… Herkes seni biraz daha derine çekmeye uğraşıyor, sana dokunmak için, ağırlığından yararlanıp, boğulmak için. İçin bile düşman sana, yoksa bu kadar derin olur muydu? Siz de hoş geldiniz cehennem boşluğuma…
Çaremin ondaki çaresizliğini bilmiyordum. Kalbinin payını alanlar, bir daha da kimsenin eline bırakamazlar kalplerini. Biraz da bu yüzden yüreksiz olurlar. Korkmakla eş anlamlı değildir bu yüreksizlik.
O masal bitti
Artık yeni şiir gelmez
Daha az konuşsam, belki daha çok hayaller kurabilirdim. Yaşama umudu ellerimde başlıyor, sanırım ilk önce de onlarla bitecek. Bazı şeyleri sevdiğim halde, nefret etmek lüzumu hissediyorum, çünkü kafamda hiç olmayan ve olmayacak anlamlar yüklendi daha önce onlara, sıradanlıktan kurtulmak için belki de, geceleri zikzak çizerek yürümek gerekiyor.
Yüreğim bu siyah dünya zeminin ortasındaki bembeyaz bir nokta gibi, her şey görünüyor. Sanki her gün puanlı elbiseler giyiyorum, sanki her gün Salı günü, dünya üzerinden boşluk. Bu kadar siyahlığın içinde, belki de bembeyaz bir nokta olmanın anlamı bile yok, bir kör fark edebilir belki bunu. Herkes birini öldürmek istiyor bu yaşamda, en az birini ve sıradan insanların en az hiç tanımadığı halde birden fazla düşmanı var, ancak sıradanlığı bozmak isteyenler ve kimseyi öldüremeyenler intiharı deniyor.
Her gece insanoğlu bir sonraki güne kötülükleri aktarmak için uyuyor, güç topluyor.
Kötülük ciddi güç gerektiriyor. Birini önemsemek demek, yalnız kalmak demek, bazı iyilikler iyi bile gelmiyor.
Bazı elbiselerin sadece bazı yerlere ait olduğu gerçeği bence bu dünyanın en saçmalarından… Yüreğimin ait hissettiği yere, kendimi ait hissedemiyorum, demek ki ben hiçbir yere ait değilim bir bütün olarak, demek ki hep bir şeyler eksik.
Bazı şeyleri gizli yerlerde yapmam gerekirdi, mesela ağlamak, bunun için denizden karşıya geçtim, yüreğimi de cebime sakladım, ellerim her ihtimale karşı ceplerimdeydi, bazı yerler hiç bitmiyordu gitsen bile ve bazı sesler hiç susmuyor, bazıları durmadan konuşuyor.
Niye yalnızız biliyor musunuz?
Geçtiğimiz sokaklardaki yüzler tanıdık ama ifadeleri yabancı, yüzüne bakınca dost gülümseme, arkanı dönünce düşmanca muamele. Tüm bunlar beni sokağa çıkma isteğimi öldürüyor, dahası yaşama isteğimi de söndürüyor. Kimsenin net olarak ne düşündüğünü bilemediğin için de nasıl davranman gerektiğine karar veremiyorsun ve bu seni bir bakıma yaşamakta acemi kılıyor. Aynı dili konuşmaktan başka bir yakınlığımız yok.
Mürekkep ve ilaç kutusu yan yana, arada mürekkep içesim geliyor, içimi maviye boyamak istiyorum, sonra sayfalarca yazdığım halde hiçbir şey anlatamadığım aklıma geliyor, yazdıklarını bilmek gibi bir şey bu. Yazarken bile yazamadığını bilmek ve bunu yazmak, şüphesiz bilincinde olmak bir şeylerin. Ne yapsak az, ne söylesek yetersiz. Anne babasına bile yetemeyerek büyüyen bir çocuk, onların bile iç yüzünü hiçbir zaman çözemediğini hisseden bir çocuk, neyin iç yüzünden emin olup, kime güvenebilir ki? Sanırım bundan sonra bir hayatım daha olursa, anne-baba bile sevmeyeceğim.
Unutmaya hacet yok, aynı şeyleri yaşadıkça, hatırlamak gibi bir şey çabasız. Kimseyle yaşlanamayacağımı biliyorum, kendimle bile.
Her gün tırnaklarım acıyor, muhtemelen gece gördüğüm kâbuslardan. Ellerimin dünyadan silindiği gerçeği, hiçbir yazıyı tamamlayamıyor. Yıldızları sokakta bırakıp, eve girmek nasıl bir mahkûmiyettir hatta onları gökyüzünde bırakıp, özgürlükten konuşmak…
Biriyle uyumak fikri ne kadar yabancıysa bana, birine sarılmak ihtiyacı o derece tanıdık. İhtiyacın içindeki bir ihtiyacı daha aramanın gereğinin olmadığını algılıyor sanırım benim huyum, ona göre huysuzluğunu çıkarıyor ortaya, huysuz da huyundan vazgeçmez.
Terk edilmelerimden belli
Demek ki kimsenin yanında götürmeyi istemeyeceği biriyim ben.
Ölmek istiyorum, her sene yeniden doğarken. Bir kelebeğin bendeki duası belki de bu, ya da bir susuş, kendini haklı çıkarmak için, ama konuşmak için çok yorgun, dinlenmek için fazla uygun, zaman kayıp bir ada, susmaların peşin hesaplarını ödüyorum, ömrümün sonuna kadar konuşabilirim, bir süre sonra yakındığım insanlardan nefret ettim çünkü yakındım.
Her gece yorganın altına gizlediğim ucuz bir çerçeve var, içinde, tam ortasında ağlayan bir çocuk, herkes “ağlama” dedikçe daha çok zırlayasım geliyor. Gözyaşları bu kadar ucuz mu diye sormak istiyorum çerçevedeki çocuğa? Sonra uyuya kalıyor. Sabaha ölmüş olmanın huzurunu düşünerek uyuya kalıyor belki de, bilmiyorum ama her gece uykuya dalarken, ölüm uykusuna geçmeyi denediğini biliyorum. Çerçevenin kenarlarından anladım.
Yirmi Beş Haziran İki Bin On Beş 17 50
Nevin Akbulut
No Comments