Hiç ruhsuzluktan iyi hâllice zamanlardayım. Her şeyden garip bir ümitsizlikle kaçmak istiyorum çünkü yıllar önce duyduğum bir söz yıllar sonra yine başka birinden aynı tarzda, aynı şekilde ve aynı çirkin mimiklerle yine karşıma çıktı, üstelik bu iki kişi arasından geçen onca yılda birbirine benzeyen insanlara, aynılarına yakalanmamak için kaçmıştım. Bu yüzden kimseyle olamıyorum. Herkes ufacık şeylere kocaman anlamlar yüklüyorlar, iki söz ettim, iki muhabbet ettim diye, beni anlamsızca tanıdıklarını sanıyorlar ve onca yükü üzerime yüklüyorlar; bağlılık. Ne istediğimi bildiklerini sanıyorlar, oysa akıllarının ucundan bile geçme yeteneğine sahip değiller. Ben daha çok ne istemediğimi biliyorum, istemediklerim, istediklerimden daha mühim. Hiçbir şeyi istemeyi, istemiyorum mesela. Bu yüzden mutsuzlukla suçluyorlar, kimseyle mutlu olamayacağımı söylüyorlar, geçimsiz, uyumsuz ve huysuz olduğumu ima ediyorlar, oysa ben tamamen huzursuzum. Benim mutlu olmak için birine de ihtiyacım yok, koca kafalarının içindeki, küçücük beyinleri bunu basmıyor. Kendi içimdeki sessizliğe gömülüp, orada yok olmak istiyorum. İçimde çiçekler açmasa da olur, hem herkes, iyi günde, kötü günde birbirine çiçek gönderiyor. İyi günle, kötü günlerin bu kadar yakın ve uzak olması beni endişelendiriyor. Ben çiçek de istemiyorum, yalnızca sessizliği istiyorum. Bunun hiç kimseyi ilgilendirmemesi gerekirken, çok alakalılar. Bundan nefret ediyorum.
Üzerime bol gelen elbiselerin manasızlığıyla, içine kalbimi doğradığım, kırmızı mercimek çorbasını karıştırıyorum. Yaşadıklarımı anlatmaya kalktığımda mananın eksik kalmasından korktuğumdan, anlatmıyorum, yazamıyorum da bu durumu, tek dileğim biran önce kalbimi yiyip, bitirmek, kimselere bırakmadan. Daha geçen sabah yaşayarak uyanmıştım.
Dünlerde saklanmış umut kırıntıları, bugünlerde olan şeylerin bitirdiği hatta gömdüğü, geçmişin aslında geçmemiş olduğunu çarpıyor gözlerime, gecenin yarısında, her şeyin ucunda, ölümün bile. İnsan gece ölüme daha yakındır, Allah’a da… Başka kimse yoktur çünkü. İçimi kusmak istedim, içinde hiç kimsenin geçmediği kelimelerle, kapattığım kapıları açarken, sanki başka bir dünyaya açılacakmış gibi kapıları özenle tutmam ve akşamleyin tüm kapıları sıkı sıkıya kapatmam, içime bile olan güvenim sarsıldı, içimin ait olduğu dağlar yıkıldı, içim içsiz kaldı. Babamın iş çıkışlarını özledim, küçüklüğümden beri özlerdim, kimse benim okul çıkışımı özledi mi acaba ya da kimse iş çıkışımı özleyecek mi? Ya da başka çıkışlarımı, dünyadan gidişlerimi ya da iç çekişlerimi… Kimse kaldırabilecek mi? Gecikmelerimin kaynağı belirsizlik ve nedensizlik. Neden sonra bir renge vuruldum, gece yarısı korkularımı sabah kahkahalarımla değiştirdim, gün ortası yalnızlığımı akşam vakitlerine sakladım, ne kadar yalnızsam o kadar onunlaydım. İçimdeki sonsuzluğun aslında huzur olduğunu, o huzuru benden çaldıklarında fark ettim, içimi özleyeceğim hiç aklıma gelmezdi, gelse deli olurdum herhalde, dışarıdan görülen hâlimle iç hâlimin uyuşmayışı, kötü olan bu işte. En büyük felaketi yaşadığında, bir heykel gibi soğumak ve taş kesilmek, yaşamak kelimesi lügatimden acilen çıkarılmalı.
Metrekareye düşen bir sürü acının sancısı…
Ağrılar sızılar içindeyim ya da onlar benim içimde. Bir ulaşılamazlık, bir uzaklık var aramızda. Ama denedim, tümden suçlu değilim. O yola çıktım, çıktığımda her şey daha kötüye gitti. Şimdi tükendim gidecek gücü bulamıyorum ne ayaklarımda ne de ellerimde. Hâlâ güzel rüyalar görebiliyorum bunun için de suçlu hissediyorum kendimi, her şey bunca kötüyken ve ben aslında bu kadar kaçmak isterken… İç huzurumu yitirdim bunda yaşadığım şu dünyanın payı var ve ben artık bu dünyadan payıma düşeni bırakıp gitmek istiyorum, anne karnındaki huzuruma…
Lügatimden düşen kelimelerden artık sorumlu değilim, aklıma kazınanlar dışında. Elbisemin içine yağmur doldurdum, sonra rüzgâr çok sert vurdu, kedi tırmıkları doldurdum avuçlarıma ve bileklerime, pürüzsüzlüğümü sorguluyorum, her iyi şey de sızısıyla birlikte geliyordu. “Anne, ben artık acıkmıyorum.” Ya yağmurla doyuyorum ya da rüzgârla, susuz yaşanmadığından. Ömrümün neresinde olduğumu bilebilseydim, bu duruma göre, gencim ya da yaşlıyım diyebilirdim. O yüzden bunu bilmiyorum. Küçükken başlayan göbek deliğimin sancısı, büyüdükçe de geçmedi hatta kabuk bağladığında ve o yara döküldüğünde de. Bazı yaralar geçse hatta izi kalmasa bile sürekli devam ediyor içerde bir yerlerde. Sürüp, giden zamanı durdurmak ne haddime? Sadece onunla birlikte ben de sürülebilirim, uzaklara bir yerlere. Bazı parmaklar olmadığı için ellerimde, parmak uçlarımda sallanan girdap, çıkılmazlık bile bazen çıkılıyor, içinden çıkılmaz bir hâl alan zamanlardan sıyrılıyorum, hep zor şeyler yüzünden, hep zor… Mutlu zamanlarımın olduğu rivayetler var, “bir zamanlar” diye başlayan her şey masallardan ibaret.
Bazı acılar çok net, Allah’ım bazı acılar çok zamansız. Bazı şarkılar çok cızırtılı. “anne, uzun zamandır yaşlandığımı hissediyorum, bu yaşamak anlamına gelir mi?” Gelmese ne olacak? Zoraki aldığım nefesler, toplu nefes metreküpümün bakiyesinden düşecek mi? Düşmez, düşmemeli de zaten, düşen tek şey düşler olmalı ki daha fazla hayal kırıklığına uğramayalım.
Gözle görülmeyen kırıkların, net anlamları var, yine de izah edemiyorum. Kalın giyinemiyorum, annem bana kızmakta haklı. Boynum tutulmuş, başım yine yastıklardan intihar etmiş, yatağın altına kaçmış rüyalarımı arıyorum. Çoğu zaman da çocukluğumu, insan niye hiç ulaşamayacağı şeylerin peşine düşer ki? Zamansız bir hüzün döküldü dizkapaklarıma, zaten hep zamansız gelir ağrılar. Ağaçlanacak hâlime, dökülüyorum. Döküntülerimden kimse sorumlu değil çünkü hiç kimsenin ihtiyacı yok onlara, ama benim o döküntüleri alıp, gitmeye, alıp, kaybolmaya, alıp birikmeye ihtiyacım var.
Metrobüsler kadar kalabalık içim ve tıkış tıkış. Dünyaya büyük çocuk olarak açmıştım gözlerimi, sanki sevilmeye ihtiyacım yokmuş gibi benim içeride doymuş olduğumu düşündüklerinden, hep bu mesafeler hep benden sonrakinin sevilmesi, beni severken hep acemi oluşları, aslında benim zamansız gelen hüzünlerimin tam da bunlarla örtüşmesi ve çarpışması, dağıtıyordu beni. Az sevilmenin verdiği cesaretle çok sevsem bile, az sevmem gerektiğine inanarak, sevmeye çalıştım. Eksiklik duygusu gecikmiyor hiç, en başta gösteriyor kendisini. Kendime bile mesafeliyim. Bir ailede oluşum, o ailede olduğum anlamına gelmiyordu, tamam olamıyorum.
Gözlerimdeki inciler, önce pırlantaya ve sonra da elmaslara dönüştü, ama hiç pırıldamadan, pırıltısızdı, tıpkı herkes için değersiz oldukları gibi. Yaşım ilerledikçe daha az sıklıkla ve daha çok miktarda dökmeye başladım bunları, değerliydiler yalnızca benim için, eskiden vara yoğa ağladığım minicik şeyler şimdi ağlanacak değerin altında değersizleştiler. Kederin oranıyla ilgili bu, tartabilseydik görünmez dertlerimizi, belki de sırtımız kırılırdı, omuzlarımız sızlardı, avuçlarımıza kan dolardı, ama görünmüyor, görünmediği için de biz o yükleri kaldırabiliyor gibi görünüyoruz.
Sekiz Nisan İki Bin On Altı 17 40
Nevin Akbulut
No Comments