Her gün dibe vurmakla ilgili en az beş cümle kuruyorum ve durmadan ölümden bahsedebiliyorum. Birbirinin aynı olan günler, başımdan aşağı akıp geçiyor, sokaktan geçen yağmurun peşine takılıp uzaklara gitmek istiyorum, onun gidebildiği kadar uzaklara. Sonu buhar olup, uçmak, sonu gökyüzü, hiçte son gibi değil bu.
Sonra ne oldu yani? O kadar sevdik de ne oldu? Başımız göğe mi erdi? Bağlandık da ne oldu? Kopmadık mı zincirlerimizden? Kalbimiz un ufak olmadı mı koparken? Aldanırken kendimize bin bir türlü bela okumadık mı? Uzaya falan gidip, Jüpiter’de hayat mı bulabildik? Benimseyemedim bu dünyayı, hayat beni yabancı olarak gördü, ben de kendimi öyle kabullendim. O yüzden artık bu dünyaya ait tüm zevklerimden vazgeçtim senden sonra. Uzayda olsa belki bir sigara yakıp, daha da havaya uçmayı isterdim. Olmadı, olmayınca da kıyamet kopmadı. Bu kıyamet niye kopmadı diye her gün söyleniyorum eşe dosta, kopmalıydı, biz kavuşamadık diye değil de, en azından bunca zalim ve kötülüğün uğruna kopmalıydı, hüzünlü şarkılar dinleyip, acıklı şiirler yazmakla da düzelmiyor hiçbir şey, kızma ama ben artık inancımı da yitirdim iyiliklere karşı, iyiliğin karşılığının kötülük olduğunu gördüğümden beri… Hayat kâğıtlarını çok saçma bir şekilde kardı, bize düşen ya şanssızlık ya da vurdumduymazlık. Öyle ya başka nasıl yaşanılabilir? Şu günlerde herkes ölmeden önce ölmekten bahsediyor, ölmeden önce yaşanıyormuş gibi.
Mükemmel görünen bir çift çorabımın teki kaybolmuştu, üzeri çizgi film desenliydi, nasıl ağlamıştım. Bazen böyle oluyor, daha büyük kayıpları saklamak için insan küçücük kayıplara hüngür hüngür ağlıyor. Tüm kayıplarım sanki orada birikmişti, çorabımın tekine değil de sanki ayağıma ağlıyordum ya da tüm kayıp zamanlara, kaybolmuşluğuma… Ayağımın teki tekinsiz dolaşıyordu, fırfırlı çoraplarımı özlemiştim. O zaman bunca küçüklüğüme rağmen, daha mı tamamdım? Büyürken insan bedeni, içi mi eksiliyordu? Kabarmış sancıların taşması, ufacık olaylarla ortaya dökülüyor, sonrası ağlama nöbetleri, krizler… Kırılan aynada, acının yüzlerce yansıması… Yazının insanı, insanın acısı, acının yazısı…
Hiçbir şey yapmayan kahraman olmak isterdim bir romanda.
Ölümün yaşamdaki oranıdır yüzümdeki orantısızlığı yansıtan. Allah’ım çok büyük gözlerim, çok büyük, her şeyi görmüş gibi. Dünyaya daha merhametli hikâyeler diliyorum… Bir şeyi çok istersen, olur, mutlaka olur zannettim. Benim bunu istemem ikimize de yeter zannettim.
Sahi ne sanıyordum ki? Ben anlatmadan anlayacağını falan mı sanıyordum? Anlattığım hâlde anlamayanlara inatla, susup durduğumu, neden sustuğumu, her şeye sırayla küstüğümü, en önce kendimden gittiğimi anlayacağını mı zannediyordum… Sonra, sonrası yoktu işte, sona kalan hiçbir şeyde olmayacaktım.
Yedi yüzyıl uyusam, masamdaki her şeyin üzerine hüzünlü bir örümcek ağı sinse. Burnumun çıkıntısı, gözlerimi yummalarım, açtığımda rengi değişse her şeyin, gözlerimin bile. Dudaklarımın çıkıntısında söyleyemediğim bir şiiri tam anlatabilecekmişim gibi kalsa… O müzik hiç ama hiç susmasa, piyano sesindeki sigara dumanı, aralıktan sızan ışıkla tozlar çoğalsa, ışık olmadığında da görebildiğimiz şeyler vardı, gözlerimiz mesela. Şimdi birkaç misal uzağız tüm dünyadan, yedi yüzyıl uyusam bir masanın başında, hiç zoruma gitmez.
Becerebildiğim tek şey duygusal olmaktı ve bunun içinde bir sürü başka şey daha vardı. Muntazam huzuru yazmadan ve okumadan bulamayacağıma dair, içime daha çocukken bir şeyler yerleşmişti. İnsanların bunalım diye adlandırdığı şeylere güler, geçer hâle gelmiştim, işte tam da burada bir kırılma noktası vardı. Zımbırtıdan hikâyelerin içinde yakama yapışan, asla değişmeyen, arada değişmiş gibi yapan bir yazgı vardı, okuyup, yapmak istediklerimi yapamayınca yaşamayı da istememeye başladım, koşup, giden günler adeta benim o günleri yaşamam için zorluyordu, üstesinden gelemediğim şeylerin altında da kalmayıp, yok olmayı seçtim.
Daha büyük şeyler yaşamak istiyorsan, daha büyük izlere ihtiyacın vardır ya da tam tersi, daha büyük izleri taşıyabileceğine inanıyorsan, daha büyük şeyler yaşamayı isteyebilirsin.
Büyük aşk tezgâhlarının, gönüllü sunucuları, iz’sizliği seçiyorum, hayatta bana kalan izlerin kıymetini bilsem tüm ömrüm boyunca yeterde artar bile. Yeni bir iz utanmak gibi, utancını kaybeden birinin muhakkak birkaç organı eksik oluyor, kötülüklerin ateşini yarattığı dünyada nehri özlüyorum, olgun ve kararlıyım, daha fazla aldanmayacağım kahpeliğin kelimelerine, inanmamak olsun bundan böyle tek eksiğim. Kalbimden gırtlağıma kadar doluyum, kötülük için değil ama inan değil, ben de yakmak istiyorum bu dünyayı. Ateşim belki o zaman soğur mu? Bana nehri sunmayan zaman, yanınca tenim erimekten nemlenir mi? Ak her zaman beyaz anlamına gelmiyor, gözlerin akı mesela, her zaman ak değil, bazen kırmızı, pembe, ıslak, yargıç olsaydım hiçbir yargıya varamazdım. İçimde çelişkiler sevişiyor, daha fazla çelişki doğuruyorlar, yapabileceğim bir şey yok, izlemekten başka. Belki başka bir dünyada, gelecek yeni zaman, bir bahar belki, tüm istediklerimiz olur, gidiyorum çünkü kalsam daha iyi olmayacak, değerli taşlarla, değersiz şeyleri acıtan herkes için, en doğrusu bu. Doğrularım gırtlağıma dayanıyor, boğuluyorum, içimdeki çocuk ölüyor. İnsan daha az yanınca, daha az yanmış olmuyor, sadece yanmış oluyor. Ölmüş de olmuyor, suçları yüzüme vuruyor, gözleri yüzüme dikili, hangi taşı görsem unutmam artık bundan sonra, hepsi sana benziyor.
Masumiyetimden sıkıldım, insanın üzerine yapışsa yapışsa leke yapışır, masumiyet yapışır mı? Kaç kere bekledim ölümü, üstelik akşamları kapıyı da kilitlemiyordum. Delirdiğim şiirler vardı, bir öznesinde sabahladığım, ayılamadığım, uyuyamadığım, uyanamadım, ışığı da açık bırakmıyordum üstelik. Bu hava zehirliyordu beni, midemden çok kalbimi yıkamak istiyordum. Sorun kafamdaydı belki de, insan bazen beynindeki tümörün sesini bile duyabilir, güzel kafalar tümörsüz olmuyor.
Yapayalnız kaldım bir paragrafın daha en başında, o kadar da söylemiştim o son şiire kapıyı çarpıp, gitmeden önce, sorun belki de şiirin hikâyesindeydi, beğenmemişti ya da kelimeler yetmemişti. Suskunlukla devam ediyordu şiirin diğer yarısı, arkası yarın hikâyelerinin en heyecanlı yerinde kalmış gibiydik, bir zamanın gelmesi gerekiyordu, bekleyince de zaman hiç geçmiyordu, yağmur koşuyor, bulutlar kaçıyor, şehir değişiyordu ama zaman, aynı yerde pinekliyordu. Anlatabildiğini zannettiğin masallar da doldurmadı bu zamanı, kafamı ağzından kaçan cümlenin keskin tarafına çarptım, etraf kan gölü oldu. Yine de bağırmadım, sekiz yaşında dayak yiyen cılız bir kız çocuğunun sesi geldi kulaklarıma, kendi sesimden farksızdı. Sessizce giriş yaptığım o romanda ölmek istedim, anlamadılar, sustum ben de sustum.
Şimdi hatıralar anlasın beni, anlatamazlar ama bilsinler…
Yirmi Sekiz Mayıs İki Bin On Altı 13 00
Nevin Akbulut
No Comments