Seni her özlediğimde, biraz daha yükseldim bulutlara, her kimsesiz kaldığımda yağmur yağdı sokaklara, her sokağın başında adım varmış gibi ıslandım. Özlemek annemden miras kaldı bana, babamın da hırçınlığı, ikisinin ortasında acemi bir bahardı adım, yepyeniydim. Yaşadığım hikâyelerden çok, duyduklarıma inandım. Uçurtmalar hep bir erkek çocuğunun elindeydi, ne güzel seyrederdim. Belki de aşk ikimizi de kandırdı, yere çakıldığımızda.
Herkesten uzak kalmanın yolunu, kendimi yadırganacak şeyler yapmakta buldum, kendimden başkası sevmiyordu bunu. Hatırlamak istediklerinden çok, unutmak istediklerin varsa, az yaşamış, çok acı çekmişsin demektir. Kime neyi kanıtlıyoruz? Kendimizden başka inananımız yok.
Yarayı biraz koparınca, kısa bir süre için rahatlıyor yara bir zaman koptuğunda, acıdığı için unutuyor o yarasını çünkü varlığı tam orada mevcut, bir sonraki koparma zamanına kadar rahatız. Ne zamanki biraz iyileşmeye başlıyor, o zaman yeniden koparma ihtiyacı sarıyor içini, dişlerin ve parmakların sabırsızlanıyor. İçinde kalbini kemiren bir şeyler var, yaranın varlığı bu ihtiyaç biraz da insanî.
Sanki her şeyin için boşaltılmış, her şey biraz vaktinden önce koparılmış gibi, bir şeyleri birleştirmek için ayırmaya mecburum. Pırlanta ışıklarının altında ısınmaya çalışıyorum, lüks ısıtmıyor, ısınmak için daha asil kollara ihtiyacım var, ama her şeyin için boşaltılmış diyorum, bomboş bakıyorlar. Nasıl da doğruluyorlar söylediklerimi… Uzaklarda hasretine yandığım şehir, bu ip beklemekten, bağlanamamaktan, güneşin altında biraz inceldi, sonra birileri taşla vurdular kafasına, ipince bir şey tutuyor artık bizi, keşke hayatla aramdaki ip de bu kadar iğreti olsaydı, düşer miydim dünyadan?
Dünya dönerken, masumiyet de dönüyor, döndükçe değişiyor ve kenarları yenmiş gibi azalıyor. Masumiyet dünya dönerken, bembeyaz bir elbisenin içinde ellerini iki yana açıp, başını gökyüzüne uzatıp, gözlerini de kapatarak, dönmektir. Ama açtığında gözlerini ayakta duramazsın ve yere düştüğünde elbisen yine kirlenir.
***
Beni acıttığın için seveceksin, acıtabildiğini gördüğün için seçiyorsun beni sevmeyi. En güzel benim yaram kanadığı için özlüyorsun kırmızımı. Aslında bu canımı aşırı derecede yakıyor ve acıdığı için üşümüyorum artık. Unutulmuş gibi bir şey oldu bu üşüme, kenara itilmişti biraz. Üşümeyi bile özlüyordu insan. Çıplaktım ruhuma kadar ama üşümeyi bilmiyordum artık, belki derimi soymam gerekirdi üşümek için, biraz daha derine inmem gerekiyordu, derin mevzular için, yalnızca acımayı biliyordum. Üşümenin yerini başka sancılar doldurabildiği için belki de seviniyor tenim, içindekilerinden habersiz. Tüm yanımı uyuşukluk sararken, payıma kandırılmışlık düştü, imlâ kurallarına bile bu kadar dikkat etmem hiçbir şeyi düzeltmiyordu, acıyı da azaltmıyordu, teselli veren kelimeler bile birer canlı azaba dönüştü. Asıl insanın içini sızlatan kandırılmışlık da değildi, asıl acıtan hiçte tahmin etmediğin bir anda beklemediğin bir hamleydi, hazırlıksızdın, şaşkındın. İnsan bir süre sonra çok güzel oyunculuk yapabiliyor, içi bu kadar yanarken, o tüten dumanı yutmak, sonra hiç bir şey yokmuş gibi gülümsemek, sonra ruh hastası sanıyor senin canını yakanlar. Kendinle kalabildiğin tek yer tavan arası ya da kirli bir lavabo veya eskiye gidebilsek ana rahmine kadar, keşke gidebilsek…
İnsan kaç adım uzaklaşabilir ki geçmişe gitmeden? Dünya yuvarlaksa elbette geçmişlerimiz bir yerde geleceğimizin karşısına çıkacak, ansızın. İpte sallanan elbisemden başka bir şeye önem vermiyorum belki de, rüzgâr ittikçe, içinde canlanan bir şeyler var, herkesin biraz dokunulması lazım yaşamak için. Yeşil rengi hariç, kalbim bende uyuyor bu gece, yatılı misafir gibi, belki de son kez. Belki ölürken yalnız renklere veda edeceğim, benim hayatımın şerit filmi gözlerimdeki renklerden başlıyor, fazla ıslandı o elbise, fazla kaldı ipte, iyi sevgili romanları okuduğumuz için iyi insanlar yetmiyor bize, manikürden sonra biraz daha yaralı ellerimle, biraz daha kopacak zamanlar besliyorum. Benden bundan sonra çocuk olur mu bilmiyorum, ama yaşadığım bazı anlar çocukça. İyi aile hayalleri gerçekleşmediği sürece hep çocukça, hep mutluluğa doyumsuz, bir de bunun bir yerinde yalnızlık var, iyi aile olmak için kimseye kendini yaklaştırmayan. Mutlu ailede büyümeyenler, mutlu bir aile olacaklarına asla inanmazlar. Daha dehşet verici şeyler olduğu için yaşamda, renklerin hafifliğine bıraktım kendimi, beni yağmur sonrası gökkuşağı paklar ama o da yok bu şehirde. Mutlu Pazar kahvaltıları uzak pencerelerde, başka ailelere misafirliğe gitti.
Kavuşmanın mislisini ayrılıklarda ararken, bunu izah edememek ne güç, elinde terk edilmişlikten başka sahip olduğun bir şey yok, onu hep bunlarla hatırlayacaksın, gülümsemelerini değil, sinirlenmelerini ve onun yanındaki endişenden utanacaksın. Onu bulduğun tek yer, kaybettiğin yer olarak anılacak ve yıllarca bu böyle sürecek.
Sözümün bittiği yere gelmiştin, daha fazla konuşamazdım. Kıyıya vuran balıklar gibi çaresizdi gözlerim, son bir çırpınışla yakarışlar besliyordu, bizden bir hikâye olamayacağının acıklı sonuydu bu susmak. Daha fazla duramazdım, son bir köpürüşle toza karıştım. Toza sor.
O kadar güzel beklettin ki, gittiğine değdi.
Sanırım üç, dört yıl önce yazmıştım; “zamanın neresinde olduğunu bilemiyorum” diye. Zaman kavramını belki de çok küçük yaşta kaybettim, bazı zamanlara durulan özlem, şu an bulunduğun zamanı yaşamanı engelliyor. Bazı zamanlara gittiğinde, olduğun zamanı yaşayamıyor insan ve dolayısıyla hiç yaşlanmıyor çünkü aslında şu zamanı yaşamamış oluyor. Seninle arama zaman girdi, daha büyük bir şey giremezdi zaten, başka yerde doğmak bile zamandan daha önemsiz. Bazı yerde beş saniyenin azabı günlere hatta aylara bedel olurken, bazı yerde de çok uzun zaman beş dakika gibi geçip gidiyor. Seninle çok güzel zaman farkını yaşadık, bir yerde gece olurken, bir yerde gözüme güneş ışınlarının sinsice batması gibi, güneş gözlüğü taksam da onun zamanına ulaşamıyorum yani elinden hiçbir şey gelmiyor insanın, sadece yaşamış oluyorsun. Ölmekten bile daha emin olabiliyorum. İnsan sırf bu zamanın içindeki kaybolmuşluk yüzden hiç tanımadığı birine sarılmak istiyor, durup dururken, zamanın kalbini hissetmek için bazen kalbinin durması gerekiyor. Hepimizin ortak korkusu; unutulmak… Zamanın neresinde olduğumu hâlâ öğrenemedim.
Onun haberi yokken, uyumak gibi… Ona hiç dokunmayacağını bilerek ağlamak gibi, onun duymayacağını bildiğin halde şarkı söylemek gibi, içinden tuttuğun şarkı fallarının çıkması da bir anlam ifade etmiyor, o yokken uyuyup, o yokken uyanıyorsun ve ona yazdığın tüm şiirleri yokluğunun içinde biriktiriyorsun, bir gün belki gelip o boşluğu doldurur diye… Yaşamanın anlamı belki de şu ahmakça ümit kırıntısının içinde gizli. İnanmak; ihtiyaçtan başka bir şey değil.
Haşeratla paylaşıyorum tenimi, uzun zamandır. Sizler kalbimi çok yediniz, duygularımı üzerine pasta süsü gibi yapıp, ekerek. Geriye yalnızca beynim kaldı, o da; acının sınırını ölçebilmek için.
Ne kimsenin gerçeğiyim, ne de kimse benim yalanım. Tek kazancım nefes almak bir de kitap okumak. Beklemeyi bilen insanların diğer insanlardan daha fazla bildiği bir şeyler vardır.
On Üç Temmuz İki Bin On Beş 11:30
Nevin Akbulut
No Comments