Uzaklardan bir yerlerden kan yürüyor boğazıma, ağzıma gelse kusacağım biliyorum, sesini duysam o an öleceğim, işim çok zor. Şimdiye kadar tüm kusmaları unutturacak kadar birikmiş şekilde geliyor. Hayvan gibi hırlamadım hiç, nefes alamadığım zamanlarda bile, belki ölürken hırlar boğazımdaki canavar. Elinde cam olan çocukların korkusu ve hassasiyetiyle kesilir boğazım belki bir yerlerde, gerginliğimi azaltmak için fazladan aldığım şurubun tadı kalır belki boğazımda, dilimde adı yaşarken… Belki de hiçbir şey hissetmeden her şey olup, biter. Gırtlağımın kenarına yıllarca yer eden arsız düğümün içinde biriken kelimeler ortadan ikiye ayrılırken, belki ayılırım, denizi ikiye bölemem ama belki hikâyeyi ikiye ayırabilirim, öncesi ve sonrası diye, sonsuzluğa doğru koşarken adımlarım, bir rüyanın içinde gizlenir belki umut, bir sonraki nesle yeniden gösterime girmez üzere.
Son gördüğü rüyada öldüğünü bildiği için, uyandığında yaşadığını görünce; bunun bir rüya olduğuna inandı. Alametlerin çoğu çıkmış, dünya yerle bir olacakmış, dünyanın batacağına içten içe sevinirken, bir şekilde bu şekilde de olsa kötülüklerin de yok olacağına sevindi. Kendi batışı da bunun içindeydi. İnsanların paniklemesini sessizce seyrederken, hiçbir şeyin umurunda olmaması, o anda elinde tuttuğu kitabı bile bırakmamak ya da dinlediği şarkıyı kapatmamak, hatta elinden kaleminin bile düşmemesi kesin onu olduğu yerde güldürürdü. İşte bu hayalinin bile hayaliydi.
Duvardan sıyrılmış badananın eksik yerlerinde bulmaya çalıştığı şekillere anlam yüklüyordu, her birini bir canlıya benzetmesi şarttı, tavanda uzanan uzuvlar, duvardan uzaklara doğru akan gözler, eski öpüşler, dudaksız… Zaten vurulmuş birini daha fazla vuramazsın, zaten yitirilmiş birini bir kere daha kaybedemezsin. Canını canına yara bandı gibi sardığın zamanları unutamazsın biliyorum, üstelik sararken bile çektiğin acıları, etlerinin çekilmesini, küçük gelmesini dış dünyanın benliğine, neresinden yazarsan yaz bu hikâyeyi anlatamazsın bayat öpüşlerini ve taze ölüşlerini. Yaranın üzerine düşen yangına körükle giden tuzlu gözyaşlarını unutamazsın. Yitirilmişliğe alışma, kedere ve yorgunluğa arada bir hüzünlen, o bile yeter yirmi birinci yüzyılda verilen değere.
Başka anılar olmasın diye, eskilerini özenle yaşayıp, eskitmeden ve tüketmeden yeni hatıralar yaratmaktan kaçınmak. Korkaklık değil de bu, başkalık, illa anı yaşatmak gerekiyorsa, hazır olmuşlarını yaşatırız. Hiç var olmamış ya da bu çağa yanlışlıkla yamanmış gibi hissettiği için, başkasının da varlığını kabullenmiyor. Hayal gibi yaşadığı zamanların şarkıları da çıkmasa karşısına kendi varlığından bile şüpheliydi, yüzleşecek bir yüz bile bulamayacaktı. Neyse ki kanlı canlı, sesli melodiler vardı.
Umutsuzluktan daha büyük bir şey varsa; o da delirememektir, denge dediğimiz şey bizi dışarıda olmamız gereken normal diye tanımlanan, çoğunluğun bulunduğu kalıba uymamızı sağlıyor. Dengeleri bozmaya çok ağladığım zaman birden içimden fırlayan kahkahanın peşine takıldığımda başladım, geleceğin aslında geçmişten pek de farklı olmadığını anladığımda, çarptığım kapıların ya da denize düşecekmiş gibi yürümelerimden artık korkmuyorum. Kaçmanın sadece küçük kurtuluşlar olduğunu biliyorum ve ölüm büyük bir uzaklaşma, gerçek bir selamet. Başka hikâyelerde aradığımı bulamayınca, kendi içimi kazıp, biriktirdiklerimi ortaya çıkarmaya başladım. Unutulacak kadar eski, antik bir aşktan kaçarken yakalanışımı, sebepsiz gidişlerimi, olayların içinde tesadüfen bulunuşlarımı, bir türlü sönmeyen ateşleri buldum. Biraz da kül buldum, soğuk, kendim ve başkalarına ait küller, ayrı yerlerde aynı yanan küller.
İleride göz torbalarıma biriktireceğim gözyaşlarını şimdi cömertçe harcıyorum, ne kadar ilerisi olabilir ki hem? Ellerimi yalnızlığın içinde kışın soğuk günlerinde ısıtmaya çalışırken, hep yaptığım gibi katlayıp cebime bıraktım, bir zaman sonra lazım olduğunda yeniden bulmak üzere, yalnızlık hep lazım olmuştur zaten. Birilerinin beni görmesi, gerçekten varlığımı kanıtlar mıydı, acaba şuan burada mıydım gerçekten? Yoksa dublörüm mü karalıyordu şu satırları? Gözlerimi içine bakabilen birisini bulduğumda bunu sormak isterdim ona. Kendimi bulmak için hissetmek, hissetmek için de aramak gerekirdi ama ben uzun zamandır kendimi aramıyordum. Aldığım nefeslerin yetmediği, yerlerde sürünen oksijenle artık baş edemediğim zamanlardı, yaşadıklarımdan dolayı mı bu hâle gelmiştim, yaşayamadıklarımdan mı? Her ikisi de eksik anlamına geliyordu, her gün aynı şeyleri yaşamak yaşam anlamına gelmezdi, her gün sokaklarda dolaştığımda bile bir türlü kaybolamadığımı görüp, gömemediğim ölüyle mezarlığa dönüyorum.
Tam olarak ne zaman uçmayı bırakıp da sürünmeye başladım, bilemesem de içimin sezgisinden tahminle yola çıkıyorum; birkaç yıl önce, dolaşmaya bile tenezzül etmediğim kuş olmadan uçtuğum zamanlardı, olmayan saçlarımın hayali dalgası vardı, yüzülmese de görülürdü. Nemin ıslattığı yaz günü sevdiğim haftasonu sevmediğim şeylere dönüşmüştü. Tüm gece yastığa sarılıp ağlamanın bıraktığı nem, sıcakla birleşince boğulacak gibi olmuştum. Soğuk duvarlara koyduğum alnımı, düşünmeye iten bir şey yoktu artık, daha doğrusu düşünmeye değecek bir şey kalmamıştı, huzurlu aileler hep uzaklarda olurdu, gürültülü kahvaltılar, kahkahayla karışık çatal, çay kaşığı sesleri hep bizim evden yükseklerde muhakkak penceresi bizden tarafa bakan ama bizi hiç görmeyen yüksek katlarda olurdu. Kışın üşüdüğümde cama vuran güneşin bıraktığı o sıcak izi bile sana yormaya alışmıştım, ilgisi olmayan şeyleri bile seninle bağdaştırmakta üzerime yoktu, bunu bırakmaya başladığımda mı anlamımı yitirmiştim, bilmiyorum. İçimdeki her şeyin ölmediğine unuttuğum adım kadar emindim, içimdeki son duygu kırıntısı da öldüğünde, yok olacağımı biliyordum, gözyaşlarımdan arta kalanı onları beslemek için kullanıyordum. Kendimi hissedemiyordum, iyi ya da kötü, hissedebildiğim tek şey; sıkışmışlıktı, bir kavanozun içinde, kapağı kapatılmış gibi ve her gün kendimi oradan oraya yuvarlamaya çalıştığımda bile kırılmayan bir kavanozun içinde…
Aldığın nefesi bile unuttuğun olur bazen, vermesini unutursun, iç çekişlerin de olmasa, ciğerlerin büzüşüp kalmıştı öyle, damarlarında dolaşan cılız kanın aktığını unutursun bazen, niye yaşadığını, her sabah bağ ağrısıyla niye uyandığını, ama hep bu ağrılar yalnız bir şeyi hatırlatmak için vardır, yaşadığını ya da unutmaman gereken bir acıyı. Bazen öyle anlar olur ki; daha önemli, daha kişisel şeyler bile o anda anlamını yitirir, her şey ona bağlanır bir tek, diğer tüm zamanlar kararır, ışık boşluğa yuvarlanır, sen ışık bulacağım diye biraz daha diplere sürüklenirsin. İşte tam da böyle oldu; üzerime kalın bir karanlık örtüldü, etrafın beyazmış gibi göründüğüne bakmayın, gözlerimizi yumduğumuzda her yer karanlık, üstelik bu karanlık hiçbir şey anlatmıyor artık, romantik falan değil, sıkıcı ve korkunç. İyileşeceğine inanmayan birinin ötanazi hakkıydı istediğim.
Etrafındaki her şey ölü gibiyse, öldüm de anlaşılmıyor sanıyor insan. Karanlığa alışmak bir şey değil de korkmak yoruyor, bir de üşümek, bunca sıcağa rağmen, içinin üşümesi, böyle zamanlarda daha çok inanıyorum ölü olduğuma ya da delirdiğime, delilik normal oldu zaten, deliremeyenler çıldırıyor. El yordamıyla uzattığımda elimi, kitaplara tutundum, tekrar yazabilirim zannettim, tüm okunanları, yeniden bir tek ben başka anlayabilirim sandım, anladığım şey, dünyaya bile sığmayacak kadar geniş bir anlamın boşluğuydu, çıkacak durumum da yoktu bu çukurdan.
Sana yakıştırdığım çünkü’leri biriktirip, kendime hep ama’ları bıraktım. Senin hep nedenlerin olduğundan bana hep bahaneler kaldı. Yokluğundan kendime bir elbise diktim, özellikle gece üzerimden çıkaramadığım, o olmazsa benimde olmayacağım, yarım yamalak varlığımı onun içine gizlediğim. Bileklerime kadar dolanan harflerden, söze döktüğün her kelimeden kurtulmaktı niyetim, damarlarımdan değil, ama içindeki kana kadar karışmışsa, ayıracak bir becerim yoktu.
Sekiz haziran iki bin on sekiz 13:40
Nevin Akbulut
No Comments