Artık benim bu hayattan alacağım oksijen kalmadı.
Bu hayatın bana gelişi, ağır hüzün, eski bir elden. Cesaretimi toplayacak kadar zamanım olsaydı, saçlarımı toplamak yerine, böyle kolay bitemezdi, korktuğum sensizlikti, vakitsizlik de değildi. Şu hayatta hep unutulmalarım baharlara denk geldi, ilkbaharı yaşarken, sonbaharda buldum kendimi. İnsanlar istasyonlarda genellikle sevinir ya da üzülür. Benim ikisi de aynı duyguyu barındırıyordu, sevineceksem muhakkak üzülecektim de aynı zamanda. Bir farkı yoktu, gitmenin ya da kalmanın. Yine de insan tek bir güzel an için bile gitmek istiyor, hatta her şeyini kaybedeceğini bilerek çıkıyor yola. Kaybedeceklerin hiçbir zaman fikrini değiştirmiyor. Kasım’da hep susmalarım artar. Önümden bir ömür geçiyor, ömrümden bir eylül daha düştü, düşenlerin içine düşlerimi koymayı da ihmal etmedim hiç. Aralık geliyor, temmuz susuyor, ağustos kayıplarda. Kaybolan ya da yenilen zamanın içindeyiz. Haberimiz yok birbirimizden. Tek ses ömrümüzü sallayan rüzgârın sesi, dallar sallanıyor zannediyoruz. Parmaklarım susturulmuş bir enstrüman sesini tekrarlıyor, suskunluk ömür boyu. Üşüyorum, ısınamadığım şeylere, üşüdükçe çay demleniyor, bahçede bir kaplumbağa hareketleniyor, biraz ısınıyorum, pencereye vuran güneşle bir alakam yok, kalorifer petekleriyle olduğu kadar. Hiç söyleyemediğim şarkının notaları besteleniyor, yankıları hâlâ kulaklarımda, kış günleri ansızın doğan güneşi görmüş gibi seviniyorum, benim de sevinebildiğim şeyler var henüz. Vakit erken, hem de bu vakitsizlikte. Dünya merhametini yitirmiş, bir yaratık gözümde, içindekiler de farksız. Ölümden, candan bahsetmek varken, kelimeler diziliyor boğazıma, yutkunamadıklarım büyüyor, bir gün bir canavar olup, çıkacak diye çok korkuyorum. Isınmalarım başka ülkelerde rehine kaldı belki, üşüdüğümden beri, bir parçam üşüyor da, o küçük, üşüyen parçam, tüm benliğimi sarıyor gibi, bazen büyük şeylerin bitmesine neden olan küçücük şeyler vardır.
Uzun saçlı düşlerim yok artık, öyle çok uzun boylu hayaller de kurmuyorum, ömrü de kısa umutlarımın. Bir tek rüyalarım uzun, beni ölüme yaklaştıran şeyler uzayıp, gidiyor. Gidişini de ölüme benzetiyorum bu yüzden, uzunca bir yol, uzun bir beklemek, upuzun susmak. Sevmenin se’sini bile barındıramamışken yüreğinde, kalp ağrısından bahsetmek ne kadar da yersiz. İnsafını alıp, gitmişler içindeki çocukla birlikte, büyümedik desek kim inanır yüreğimizdeki boşluğa? Üstelik gözlerimiz bu derece ağlamaya hazırken, geceleri hep yaşlı şarkılar dinlerken, tuttuğumuz yası duvarlardan başka kim bilebilir?
Ağaç diplerinde mutsuz büyüdüm ama yine de zamanımın insanlarına göre çok mutluydum, mutlu olmadan mutsuzluğuna da anlam bulamıyor insan, öğrenemiyor ne olduğunu o an için hele bir de o zamanın tam içine hapsolmuşsan… Dileklerim de yetişmedi ömrüme, diktiğim şişeler de, küfürlerim belki yetişir dedim, belki gökyüzünde önceki asırdan kalan bir isyanlar birleşip, belki birlik oluruz dedim, yağmur yağarken sevinen, yağmur ortasında mutsuz, yağmur sonunda ağlamaklı biriyim ben. Mutlu nasıl olunur bilmem, ama çok güzel hüzünlü olurum, güzel olunca mı hüzünlenirim bilmiyorum. Çağıma ayak uyduramıyorum, kimseyle iki sohbet edemiyorum, uyamıyorum ama uyuşuyorum çok güzel. Yazdıklarım hiç devam etmiyor bir öncekinin kaldığı yerden, hepsi kendine başına kelime cenazesi sanki…
Her gelmediğin gün, biraz daha büyüdü yüreğim ve uzaklaştım kendimden, sokaklarda bile bulamaz oldum, üstelik sevdiğim sahil kenarlarında, o ağaç diplerinde bile yoktum, hüzünlü ve sokağa atılmış, külleri bile kalmamış yalnız bir izmarit gibi hissediyorum kendimi, tek dudakla bir ömür. Zaman geçip de gelmeyince, günlerimi başkalarının arasına kaynaşarak geçirmeye başladım, “bu günler böyle diyordum” her seferinde, geçeceğine inanıyormuş gibi yapıyordum, kendim uzaklarda olduğum için, inanıyordum da üstelik. İnsanların arasına karışarak, onlardan biriymişim gibi davranıyordum, büyük ve hazin sonumu kabullenmiyordum bir türlü. Yıllarca aynaları hayranlıkla seyrettiğim yüzüm, bir tek saat içinde eskidi, dış görünüşüm bu kadar etkileniyorsa, kim bilir ruhumda ve o görünmez et parçası yüreğimde ne habisler dolaşıyordu.
Anımsamak ve bazı şeyleri yeniden düşünmek, beni daraltıyor, daraltıp, bir çukurun içine yuvarlıyor, onulmaz yaralarıma yenilerini ekliyor. Oysa ben büyük bir mutlulukla hafızamı bağışlardım, anımsamak isteyenlere ve öldürmek isterdim, içimdekileri. Birini öldürmenin bir sürü yolu vardır ama en güzel öldürmek içindedir, kendini yok etmenin de bir sürü yolu vardır, bazen neden başkaları tarafından öldürülmüş insanları, içimde diriltmeye çalıştığımı anlamıyorum.
Bulut gibiyim, yağmurun yağmasını bekliyorum. Kirli bir boşluk beni aşağıya çekiyor, soru işaretleri buğulu bir pencere…
Birbirimize mucize gibi görünsek de, yeryüzünün ilk insanları gibi gerçek bir hamurdanız, kolay kırılır, eğilip, bükülüp, zamanla olgunlaşırız. Üstelik seninle aynı yaşa girmeyi bekliyorum ben. Sonsuzluk diye bir şey hiç olmadı sadece insan sarhoş hissettiğinde, o sonsuz boşluğun içinde yuvarlanıyor…
Eskiciler ve yeniciler ve çoğunluğu takma kalpli…
Ne gibi olduğumu bile bilemiyorum. Sağanak yağmur sonrası terkedilmiş sokaklar gibiyim, ne okuduğumu anlıyorum şu aralar, ne de ne yazdığımı biliyorum… Tek kelime; huzursuzum, tavana kadar. Buzdan bir çölün altında bir masal gibi yatıyorum, sessizce. Fısıldadıklarım çözülmeyi bekliyor. Martılardan başka kimseyle konuşmam ben artık bu saatlerde, herkesin ya utancı eksik ya insanlığı ya merhameti. Kemikler ölmeden de sızlayabilir, bazı şeylerin olması için, bazı kurallara ihtiyaç yoktur. Ayrıca kalbin de kemiği yok ama sızlayabiliyor.
Şimdi “susacak şeyler” var aramızda, başka da bir şey yok, ama bu suskunluk tüm bir hayat hikâyesini içine alıyor, bir daha da geri vermiyor. Susuyorum, başka bir şey bilmediğimden değil, bu ağırlığı ancak susmanın anlamı kaldırabilir, o yüzden…
Yapabildiğim en güzel şeyi yapıyorum, gülüyorum. Belki de ağlanacak hâlimden miras kaldı bu bana. İnsanları anladığım ya da anlamadığım için değil, sadece bunu yapabildiğim için gülüyorum, bu bir zorunluluk değildir, sorumluluk da değildir, yalnızca içimden öyle geldiği için yapıyorum bunu. Gülüşlerimde ne öfkemi gizlemek için bir çaba var ne de gerçekten neşeli bulduğum olaylar var, hiç bir şey yok, düz bir şey gülmek benim için, yalın ve net. O kadar.
Artık bizim yakınlaşmalarımız, ancak uzaklaşmalarla ölçülebilir.
Ne zamandır içime senle alakalı yeni bir şey eklememiştim, ayıp etmişim doğrusu. Her kötülükten halliceyim, iyilikten biraz az, sorgulanamayan şeylerin kıvrımında kıvranıyorum. Tümcelerin pervazında, pervasızca gülümsemelerim ahlaksızca karşılanıyor, ahlak kime göre artık? Yazamadığım defterlerin, içimde biriken amansız cümlelerim vardı, harcayamadım, tutumluluğumu babamdan almıştım, israf etmeyi de sevmezdim. Kulağımda taşıdığım müzikler kadar, çekmecemde kalem saklıyordum, iç içe geçmiş hayallerin balkonundan aşağıya sarkıyordum, düşsem düş olacaktım, gerçeği olmayanın düşü olur mu hiç bilemedim. Gözlük kabının içinde sakladığım hatıraların, kurumuş ama eskimemiş kokusu, bir çeyiz sandığından daha değerli şeyleri de olmalı insanın, hayatta, yaşıyorsa… Yüzümü dertsiz, tasasız, adada bir sabah rüzgârına çevirmek isterdim, dört yanı denizle çevrili ada parçası, ilk defa beni sarmalasın isterdim, kendi sarılmışlığına aldırmadan, defterlerimle yazamadıklarımı doldurup, sonra kuşlara uçak yapmak isterdim. Dingin, dinlenmiş bir sandalyede öylesine otururken, sandalye sallanmasa da olur, yeterince sarsılmışlığım var üzerimde, kendi kendime de sallanabiliyorum hâlâ…
Dalgaların hâlâ tanıdık olduğuna eminim, üstelik şu fırtınaya rağmen. Dışında dalgaları olan birinin, içinde fırtına olması kadar doğal bir şey yoktur, kışın çıkan güneşin tüllerden içeriye izinsiz girmesi gibi bir şey bekliyordum, ansızın, hazırlıksız yakalansın dağınık yatağım. Hayata hazırlıksız yakalandığımdan beri, içimde haberim olmadan yerleşen o hüzün gibi bir şeyin de aniden geçmesini bekliyordum.
Yirmi Beş Kasım İki Bin On Beş 17 00
Nevin Akbulut
No Comments