Güzel başlayan bir kitabın nereye varacağı belli olmayan, kararsız cümleleriydik, belki ilerde düzelir diye okumaya devam ediyorduk, hiçbir yere gitmeyeceği belli olduğunda ise kitap bitmek üzereydi. İşte bu umut belası, belki kelimesinin görünür hâliydi, işte ben o “belki”yi bıraktım. Neresinde olduğumu unutmaktan çok, neresinde bıraktığımı önemsedim. Sonra çünkü umut denilen o belki yine gelip, yüreğimi daraltacak ve yine hatırlamam için lazım olacaktı o bıraktığım yer. O yüzden unutmadım. Bazı rüyalar uyandığında bile hâlâ etkisini devam ettirir ya hani öyle bir şey işte, kendini ikna etmen gerekir, ne bileyim kalkıp, gözlerini ovuşturman yetmez, şeytana okuduğun lanetler yetmez, kalkıp, suya anlatmak istersin, işte ben artık anlatamıyorum hiç. Rüyamda öldüğümü gördüğümde, uyandığımda yaşadığıma inanamıyorum. Yaşadığıma ikna olmam gerek ama bunu tek başıma yapabileceğimi de zannetmiyorum. Zamanla geçmesini beklediğim azap, bir yerden sonra alıştığımdan, artık geçmesini beklemediğim bir anda geçti. Geçtiğinde fark ettim o tuhaf boşluk hissini, olmaması daha iyi ama olmadığında da eksiklik. Şarabın bile yılları var, bizim yılımız bile yok, birkaç günü, ufacık anları gözümüzde büyütüp, yıllara yaymayı başardık, ama zaman geçtikçe güzelleşen değil, eskiyen, eksilen, rutubetli bir şey olduk, küflenmek bir gözyaşıma bakar üstelik.
Kelimelerle oynama hastalığına yakalandım, üstelik bu beni rahatsız etmiyor, belki başkalarını ediyordur, bilmiyorum. Ama bu kelimeler beni iyi oyalıyor, seni düşünecek zamanı artık pek bulamıyorum, onun yerine yazacağım şeylerin hayalini kuruyorum artık, seninle yeniden olsak nasıl olurdu diye düşünmekten de kurtuldum çünkü asla hayal ettiğimiz gibi olmayacaktı. Öyle yana döne ararken, bulduğunda havalara falan uçacak değildin, ben de değildim zaten.
Onca zaman geçtikten sonra, hiçbir şeyin değişmediğine, değişmeyeceğine inanmak ahmaklıktır, ellerim aynı eller değil, sen aynı sen misin? Kelimeler aynı mı duruyor? Sürekli yer değiştiriyor, burçlar bile birbirine kaydı, dünya da öyle, uzaya seferler düzenleniyor, ben nasıl aynı kalayım? Gittikçe kötüleşen, bozulan her şeye inatla, aynı kalmaya çabalamak boş bir mücadele gibi gelmiyor mu sana da? Şu demlenen çay aynı mı? Şu saksı, bu çiçekler, yeni çıkan kitaplar? Hiç aynı olabilir mi?
Hazırlıksız yakalanan çığlığım, kapı arkasında yankılanırken, upuzun bir sessizliğin bilekleri kırıldı, beynimi saran dehşet duygusu bir süre siyah bir uyuşukluk olarak kafamı sardı. Kapı açılmadı, odada hiçbir şey yoktu ama sanki dopdoluydu. İçimdeki o garip hüzünle birlikte, sanki bir daha hiç sesimi duyamayacakmışım gibi bir hasret gelip, boynuma yerleşti.
Doğmayan çocuğu mu doğdum bilmiyorum, doğmamış gibi, olmamışım gibi, garip ve tuhaflık içimde, doğmayacak birini doğmuş gibiyim, kendim gibi değil de onun gibi de olamamışım gibi. Sürekli konuşan birini susmuş gibi, binlerce kişinin kelimeleri zihnimde birikmiş gibi. Bazen bir nokta bile bir sürü anlama, bir hikâyeye bile denk gelebilir bir sürü cümle hiçbir anlama gelmezken.
Bu cümleyi başka zaman anlatamayacağım için şimdi anlatıyorum ya da başka zaman bu cesareti bulamayacağım için. Bir gün mutlaka derken, muhakkak beni unutacağını biliyordum, bilincime yer ederken sarsılıp, çarptım, duvarda kendimden başka bir şey yoktu. Dengesizliğimin içindeki hüznü dengeleyebilir miydim bilmiyorum, ayıklayabilir miydim bunca bulanıklığın içinden? Ama bu gerçek tüm dengelerimi bir kez daha altüst edecekti, çaresiz. Şimdi bana tutunacak bir tozlu kitap lazım, başkasının tutunamayacağı türden. Şimdi bana tüm bunları unutmak için yürekli bir şiir lazım, böyle tüyleri diken eden, beyni uyuşturup, kafanın arkasını sıvayan cinsinden, hem kimsenin beğenmediği, biraz kusurlu, biraz hatıralı. Yoksa kendi boşluğumdan sağ çıkamayacağım, yoksa ruhumu bu sığlıktan kurtaramayacağım. Kendimi kendime çarparak öldüreceğim. İyi olmak için, belki biraz daha günaha ihtiyacım vardı.
Derdinin dermanından kaçıyorsan, nerede olduğunu bildiğin hâlde bulamıyorsan… Bulmamak için zifiri karanlıklarda saklambaç oyunlarına dalıp, gidiyorsan. Sanrıların yüzünden bile acıya tutunuyorsan, gülüyorsan ıstıraplarına, kahkahalarının şiddetince acımaya devam ediyorsa boğazın, senin yanlışın, benim yanmışlarıma denk düşüyorsa, iki kelime bile etmeye gerek yok, birkaç basit cümlenin susmasıyla da halledebiliriz bu sorunları.
Beni biraz çok üzdüğün için, başkalarını fazladan sevindirmen yetecek mi Allah katında bilmiyorum…
Bayram sabahları saçlarını okşadığın yetimlerin yüzündeki gülümsemeler kurtarır mı seni kul hakkından? O çocuklara verdiğin harçlıklar, benden aldıklarını geri ödeyebilir mi ya da başkalarına aşk dolu güzel söz söylemelerin, bana olan hakaretlerini affettirebilir mi? sanmıyorum ama yine de belki diye düşünmeden edemiyorum; tüm o şeyleri tek başıma ve boşuna çektiğimi bilmek içimdeki zavallılığı daha çok körüklüyor. Zavallılaştıkça içimdeki dehşet büyüyor, engel olamıyorum. Ne yani herkes her günahtan kolayca sıyrılacak da bir tek ben mi sırtımda hissedeceğim hepsinin yükünü? Ruhuma ettiğin ihanetleri başka bir ruhla yıkayabileceğini sanmakla ne kadar aptallık ettiğini ta buralardan görebiliyorum ve sana hazinle karışık bakıyorum, acımak değil ama acımaya az kala bir şey gibi, hem bu da az şey değil benim gönlümce. Gülmek istiyorum tüm bu olanlara ama sanki ağzımı bir deli gömleğiyle sıkı sıkıya bağlamışlar gibi, belki dilim bunca deli olmasa bağlamazlardı ya da artık boğazımdaki düğüm çıldırıp, dışarılara çıkmak istemeseydi, bunlar olmazdı. Ölsek bile olamayacak şeyler var artık, zaman ilaç değil, imkânsızlık üzerine kurulmuş, büyüdükçe anlıyorsun cesaretsizliğinden ve büyüdükçe gerçekleşiyor içinde yer eden cümlelerin gerçekçi gücü. Tüm gerçekçiliği bir yana bırakıp, yine hayallere dalsak, sabahlara kadar aynı hayalleri kurmayı başarsak, affedebilir miyiz birbirimizi, ben artık gerçekten bilmiyorum.
Ağladıkça ölmeyeceğimi zannediyorum çünkü bu kadar suyun içinde yüzmek daha kolay, karaya vuracak yer yok, kara yok ama her yer kapkara. Sağlıklı görünüyor olmamız, ruh sağlığımızın yerinde olduğunu kanıtlamaz. Duygularıma unutkanlık hastalığını öğretmeyi isterdim, yarın ölecekmişim gibi her şeyin içini boşaltmayı… Eksik anılarımdan kurtulmayı, tamamlanmak gibi bir umuda gönül bağlamadan… Hayallerimi bıçaklamayı mesela ama tüm bunların yerine susmayı tercih ettim.
Kendimin dünyası olduğuna inanmakla ne kadar yanıldığımı anladım, tanımadığım karanlıklar sardı içimi, tansiyon düşmesi gibi bir şey oldu, aynı zamanda bir uyanma şekli gibi, şaşkınlık. Uyanmak aydınlanmak anlamına da gelmiyordu, etraf daha ne kadar kararabilirdi ki? En sevdiğin eşyaların bile üzerine geldiğini gördün mü? Ya da hiç yanından ayırmadığın defterinin bile artık sustuğunu? Kendi boşluğumda sallanırken, söyleyebileceğim herhangi bir şarkı yok, dahası ayaklarımı sallayabileceğim kadar yukarılarda da değilim. Gölgemi tanıyorum, aynadaki kendimi tanıyamadığım kadar, o da karanlıklarda çıkıp, geliyor, gidecek yeri olmadığından. Kendimden kurtulmanın bir yolu varsa da gidemiyor ayaklarım. Anlatmaya kalksam, hangi kelimeleri kullanacağımı bilmiyorum, tutarsız onlar da… Bir ağacın, bir defteri tanıdığı kadar tanıyabilseydin beni…
Sabahları böyle ağlamaklı uyanıyorsun ya, bir şey delip, geçecekmiş gibi kalbinden zihnine doğru en hızlı trenle yolculuk yapıyor ya; Farid Farjad şarkıları gibi. Susturamıyorsun aklından geçen sebepsiz çığlıkları… Bunca acıyı içine sindiremediğinden, bir yere sığdıramadığından uyanmak istemiyorsun ya, zihninde problemini bir türlü çözemediğin o melodiye olan hayranlığın canını sıkıyor. Başka türlü olabilirdi diye aklından ufacık bir kıvılcım geçerken, başka türlü olamazdı diye doğruluyorsun kendini, başka değildi çünkü…
Üç Kasım İki Bin On Yedi 17:00
Nevin Akbulut
No Comments