Hiç bir şeyin dönüşü bazı gidişleri telafi edemiyor. Kafamda bir ütü, hava sıcak, herkesten uzağa kaçabilmek için, biraz kimsesiz ve sessiz olmak gerekir. Beynimde birçok şeyin tamiri için bir tornavida, her gün beynimi deliyorum. Sonra kimsesizlik nasıl bir şey, bazen kendimi deniyorum. Beyaz tenli olduğum için daha çok yanıyorum, daha çok acıyor yanıklarım. Mini elbiselerin büyük geldiği zamanlar, saçlarımı kesiyorum. Akşamları gölgeler hariç her şey uzuyor ve zamanın bu vakti beni hep üzüyor…
Uykunun en derin ve en yabancı yerinde, tanıdık bir yorganın ucuna takılıp giden küpenin bile peşine düşmedim. Üşengeç ya da tembel olduğumdan değil sadece yorgunum, terk edilişlerin ezberini yaşarken masalsı rüyalar görüyordum. Burnumun direkleri sızlıyordu… Beklemenin daha hangi türünü yaşayacaktım bilmiyorum.
Güzel vedaları şiirlerden ezberledim.
Daha ne kadar tevekkül etmem gerekiyor varlığımızın yokluğuna değiştiği zamanlara gidebilmek için? Daha ne kadar hatırlamam gerekiyor, unuttuklarını unutabilmek için? Unutmak bile bilmekten geçiyor, bazen öyle çok inanıyorum ki, hiçbir şey bilmediğime ve bilemeyeceğime…
Allah’a dua eder gibi konuşuyordum seninle, tüm içimle, detaylarımla seviyordum detaylarını, olanlarını, olmayanlarını, olamayacaklarını…
Zamanı gelen ya da gelmeyen herkesi gülücüklerle uğurlama gibi bir huyum var, belki de sırf o yüzden, o yumuşak yüzümden gerisin geriye dönmek istiyorlar, ama aynı yumuşaklıkta değilim artık, zaman beni yumuşatacağına daha da sertleştiriyor, yüz hatlarım buna dâhil değil, bir de Yıldız Tilbe şarkıları…
Durup dururken çaresizce gökyüzüne bakıyorum, beklediğim ne ki hâlâ bulamadım, mesela ellerin. En azından bunca zaman affetmeliydi onları, artık serbest olmalıydı dokunmaya.
Ondan uzaklaşınca aslında onun “o” olmadığını anladım, insan bazen çok yakından bakınca göremiyor tümünü, bu bana yalnızca bir şeye sahip olmaktan çok, kaybetme duygusunu tattırıyor. Bolca alıştığım değişimler, değişikliklere alışık olan birisine yeni bir şey veremezsiniz, yeni ne yapmaya çalışsanız yeni olmaz. Onun yanındayken, kendimin bile inanamayacağı şeyler yapıyordum, o gidince bunun ne kadar saçma olduğunu keşfettim, üzülerek, kaybettiklerim arasında meğer en çok kendim varmış, o normalde başka birisi, bende başka birisiymiş yani ben aslında aynı insanı sevememişim. Zamanın içinde kahraman olduğuna inanmak büyük gereksizlikmiş, kahramanlar yalnızca romanlarda sahici duruyor. Bunu öğrendiğimde inanmayı bıraktım ve daha çok okumaya başladım.
Bir harfin etkisiyle yüzleşemeyecek kadar yorgunum artık, oysa nasıl da sarsılmıştım, şaşırabilmiştim ilk defa, tekdüze değildi hiçbir şey, tüm harflerden vazgeçip, tek harfe sığınmak yetersizlikten başka bir şey değilmiş ya da doymak mıdır bu, tok gözlülük mü, suskunluk mu? Deryalara yüzebileceğine inanamamaktır bu, inançsızlıktır, ama inanmak başlı başına bir beladır. Üstelik aşk bile artık kelime ezberiyken…
Sonuna kadar uzanamıyorsa kolun yorgunluğa
Sonsuz hayaller peşinden koşamaz ayakların
Paramparça bir dünyada
Büsbütün hayatlar düşlüyoruz
Bir de sevdalar, nasıl yarım, birilerinden hatıra kalmış gibi.
Ateş yine düştüğü yeri, yüreğimizi yaktı, İbrahim ateşini yakan ne kötü ne zalimler varmış, bir avuç karınca yetişemedik söndürmeye ateşi, gücümüz yetmedi. Kötüler hep güçlüdür çünkü değil mi? Cehenneme çevirdiler, kendileri de cehennemi yaşasınlar diyeceğim ama hiçbir ateş bu kadar içlerini yakamaz. Bir de bu ölümlere sevinen, insanlıktan çıkmışlar var, bari sussunlar, hiçbir şey yapamıyorlarsa. Bunlar insansa ben değilim. Kimin kimleri öldürdüğünü öğrenip, sevinenler, kendi kanlarında boğulsunlar.
Bir şeylerim eksildiğinde, cesaretim çoğaldı, artık korkacak bir şeyimin olmadığını kayıplarımdan anladım. Kaybettiklerim de kaybolabildiklerine göre… Üzerine bir şeyler içmekten başka çarem yoktu, tanımadığım insanlara gülümseyebilecek kadar uzaklara gidebildiğim zamanlar olmuştu, tek sorumlusu kayıplarım değildi, bir kaybolmalarına neden olanlar vardı.
Bazı şeyleri öğrenmeyi reddettiğim için hazır değildim henüz. Gidenlerin gittiğine inanabildiğimde geri dönebildiklerini gördüm, ama sanki artık zaman değişmişti. Ezberimi iyi ya da kötü şekilde bozan şeyler vardı, alkolün üzerine kahve kadar kötü giden şeyler de ve sadece kötü olan şeylerin üst üste gelmesi, üst üste sigara içebiliyorum, gece boğaz ağrısından uykularımdan uyanıyorum, ama biliyorum ki normalde de uyuyamam, her şey rahatsız ediyor düzenli olarak, içimi ve dışımı…
Seninle ilgili her yazıya başladığımda, içimdeki duygulara pansuman yapmam icap ediyor, yaramın ucunu her defasında, en keskin bıçağın kenarına bağışlıyorum, kelimeler mutlu oluyor, kelimeler rengârenk oluyor, en çok kırmızı.
Kelimeler verdiği rahatsızlıktan dolayı özür dilemiyor hiç. Hikâye o ya, gece sancıyorum, gündüz mutlu olduğum şeyler gece sızlatıyor, yatağıma tam boylu boyunca uzanamıyorum, yine de yük garip şey, eşyaların dili, gece gevezeliği tutuyor, oysa sessizlik istiyorum ben, korktuğum hâlde, koyuluğu belli olmayan rengi dudaklarım, sessizlik mukavemeti, uykularım mışıl mışıl uyuyor, ben başlarını bekliyorum. Yarım kalan uykularımı da hayallerime bıraktım, öyle sessiziz ki, yatak ürküyor, duvarlar göğü bulma telaşında, maviye boyanıyor. Gece gök de dâhil her şey lacivert, hiç konuşulmasa da anlıyoruz sessizliğimizden, sessizlik kulaklarımın uğultusu, birisi konuşsa da duyamam. Duyamamak böyle bir şey mi? Sağır olmak her şeye, bir gürültüden mi geçiyor?
Seni hiçte hak etmediğin şekilde seviyorum, hâlâ kızıyorum, dağına bıraktığım eteklerimi topluyorum, uzun bir zaman dilimi bu ayrılık, ayrılığın sensizlikle alakası yok, eteklerimi topluyorum, kırmızı, yağmur ıslatmıştı en son, gözlerimin altını, mor, renklerin dili olsaydı, beni gökkuşağı ilân ederlerdi. Yine de memnunum sessizlikten, anlatabildiğim için, bir sarılmaya, yüz kere gitmek düştü, aldırmadım, yüzsüzlüktü belki, dudaklarımı onda bıraktığım için yüzümün bir yarısı inatla olmadığı için, bir tarafı gülerken, diğer yanı ağladığı için yüzsüz olmuş olabilirim. Anıları hatırlarken, hepsinin sonuna ünlem işareti yerleştirmek istiyorum, imlâ kuralsız olur, ama içimde öyle kurallı ki bunlar, hepsi tüm varlıklarıyla başlı başına heyecanı, ondan da ziyade daha fazla şeyleri hükmettiriyordu, kalbimin çırpınışları tam da şu kelebek kanatlarıyla açıklanabilir.
Tüm karışıklıklara rağmen, içimde reddedemediğim, kaybettiğimi kabullenemediğim ama aynı zamanda mütevazi bir odanın içinde yaşanmışlığımla saklanıyorum, ne kadar büyürse büyüsün bedeni insanın, bazen hâlâ çocukça gizleniyor, bir yanım dingin aynı zamanda kendime mesafeli, mor kuş tüylerinin rüzgârındayım, kendi kokum işte tam da bu zamanlarda geliyor burnuma, sonrasında yalnızlığımdan burnumun direkleri sızlıyor, başka koku yok etrafımda, en büyük kimsesizlik sanırım bu.
Yirmi Dört İki Bin On Beş 18 00
Nevin Akbulut
No Comments