Her yerden kaçar gibi uzaklaşmak. Kitap raflarında son çıkan kitapların içimi sızlatması, ne kadar sıradan değil mi? Sıradan insanların, sıradan dünyasında bir sırayı daha bozmak istiyorum. Kanserden ölen insanları gördükçe, beni kanserin yaşattığına ve bu kadar inatçı olduğuma kızıyorum. Başımın önüme düşerken saçlarımın yalnız bir kısmının bu eyleme tabi olması ve hızla yine kaçmak, beklentilerden…
Anılara bağlı olmaktan nefret ediyorum çünkü her bir anı, başka bir anıyı hatırlatıyor, bir türlü kurtulamıyorsun onları hatırlamaktan. Halbuki bana hep “unuttun mu?” dediklerinde hatırlıyorum, anısızlaşmadan ıssızlaşılmıyor, ıssızlaşmadan ölünmüyor. Hayalleri gerçek sanmaya başladığımdan beri, kusursuz hayallerim azaldı. Hangi sanrıyı gerçeğe yüklersek, o zaman güzelliği kayboluyor, dokununca bozulan çiçekler gibi…
Yaşayamıyoruz da, bir rüyada gibi, yaşama taklidi yapıp, nefes alıyoruz. Yeni şeyleri deneyeceğime, eskilere gidiyorum, eskilerde az yaşanacak hatırlara kaldı. Bazı öyküler çok güldürüyor beni, özellikle ağlatanlar. Şenlik diye bir yer yok. Eskiden mahallede, çekirdek çitleyen çocukların yerini sokağa çıkamayan çocuklar aldı. Kaç zamandır düşünemiyorsun, bir sevgilinin içten sarılışını? O kadar da uzak bir hayal olmamalı. Anlatamadıklarımı yazıyorum, yazdıklarımı susuyorum. Anlatmaktan bıktığım onun anılarını, başka hatıralara karıştırmaktan başka çarem yoktu. Onun yerine her gün kolumdaki kedi dövmesini seviyorum. Olmak istediğim yerlere ancak geceleri uyuyunca gidebiliyorum, bu kadar uzak olmamalı ondaki yerim. Her şeyi anlamak zorunda değildin ama benim sana açtığım, bir tek sana açtığım kalbimi anlaman gerekirdi.
Bana dokunuşundaki umursamazlığında kuş sesleri kuşattı beynimi. Umarsızlığın köşelerimde duruyor, sahi kaç zamandır bakamıyorsun saate? Ben uzun zamandır tarihleri yalnızca iş saatleri için kullanıyorum. Bir sufle verseydin nefesinin en dinmez yerinden, tutulurdum. Nasıl yabancıyım oysa mutlu sabahlara uyanmaya. Papatyalar arasında, her gece düşlere sırıtıyorum.
Sen hayatıma açtığım yanlış bir parantezdin. İçi hatalarla doldurmuştuk, başka boşluk yoktu hayatımızda. Ben o yanlış paranteze kapandım, kapadım hayatımı.
Alkollüyken birini aradığınızda, muhtemelen kaza süsüdür yüzünüze çarpan gülümseme. Keşke yalnızca ses tonları kadar kötü olabilse insanlar. Ben yalnızca yazmayı uzatıyorum, hikâyemizi öldürmemek için. Çoktan yaşandı ve bitti zamanların uzatmalı tanığıyım. “Kime ne?” demek istiyorum çıkamadığım her sokağın dibinde. Parmaklarım uyuşuyor, sonra ellerim, en kötüsü de bu, kimse hissetmiyor. Benim hiçbir şeyim onların değil çünkü. Henüz uyuşuklukları çözebilen bir teknoloji yok, olsa zaten saçma olurdu. Parklar niye var ki başka, yalnızları kucaklayamıyorsa bankları? İçimdeki slogan bugün sustu. Benim hayatıma koyduğum nokta, sizlerin saçma yaşamlarına bir anlam olsun, canımı kendi ellerimle alabilirdim, kalbimi çıkarıp, en yüksek bir dağın tepesinden aşağılara yuvarlayabilirdim, intihar olmasaydı. Bu hepsini kapsıyor. Hayatımızda ne doğru ki, nokta bile yamuk yumuk. Çizebildiğim tek şey bu. Affetmeyin.
Bugün yalnızca onun susmalarını anlatacağım.
Başka cümle yok, bir göz değmesi, bir el dokunuşu, bir saçmalık, ilgisizliğin en mütevazi haliyle ölüyorum. Kendi ölümümü yazacak gizli bir ajan gibi araştıracağım. Yeterince göründüğümde artık hiç görünmez olacağım. Görünmez renkte bir yere saklanacağım. Gerçeklerin peşinde olmadım hiç, geçmişte tüm gerçekliği çıplaklığıyla kabullendiğimden beri, artık yalnızca düşlere inanıyordum. Düş giyinip, sımsıkı susuyordum. Bilmem gereken şeyleri bile öğrenmekte çaba göstermiyordum. Kışın daha çok soğukta geziniyorum, soğuğun dondurma ihtimaliyle, tüm bedenimden sonra, duygularımın da donup, işe yaramaz bir hale geleceğini düşünerek, durmadan yürüyorum. İnsanlar hayatıma tepeden bakmaya başladıklarından beri, en yaramaz öğrenci olmak istiyorum, daha az sorulara cevap veriyorum. Mütevazi susmalar biriktiriyorum. Onların susmalarını yüzlerine çarpıyorum, karşılığında dalga geçiyorlar, ben de gülüyorum. Hayatımın bundan sonraki döneminde, yarım kalmış bir hikâye olduğumu hiç unutmayacağım, bu yarımı tamamlamak için de hiç uğraşmayacağım.
Bazı kelimelerden nefret etmeme neden olan, bazı olaylar var. Kaldığı yerden devam edemediği gibi hiçbir şey, etmesi gerektiği gibi de edemiyor. Artık daha fazla hastayız, çünkü iyileşmek için az neden, ölmek için çok neden var.
Yeterince gittiklerinde, kendimi önemsiz, hayatımı anlamsız hissedeceğim. Sessiz ağlamalarım ve sesli haykırmalarım yastığım için hiçbir anlam ifade etmiyor, o sadece ölçüyor, gözyaşının tadını, tuzunu ve son olarak da ağırlığını, içine çekiyor. Bazı gidişler, diğerlerine hiç benzemez, ipleri koparıp giderler, ben genelde susmayı tercih ederim, susmak çünkü hep aynıdır. Aynı şekilde susup, farklı şekillerde ağlayabilir insan. Ağlamalarımı hep sona saklarım. Kırılma anlarımı ilk başta algılayamam, ne olduğunu şaşırırım, ne olamadığıma da… Hatta aslında ne olması gerektiğini de. Zamanla harici duygulara dönüşür bu kırılma noktaları, sağda solda ara sıra hatırladığın herhangi bir olaya dönüşür, hatırlamak istemediğin, unutmak için elinden geleni yaparsın. Çayın bayatlamasına kızarsın, boynunda kırılan kolyeye söversin, çok anlamlıdır senin için çünkü… Masanda unuttuğun fincana, geceleyin açık unuttuğun pencereye kızarsın sonra da. “Az daha zaman, geçecek” derken her gün kendi kendine, her şey biraz daha berbat olur. Büyük şeyler değil de bizi bitiren, o küçücük şeylere yeniliriz. O günleri yaşamak adına, aynı o günlerdeki gibi gittiğim yerlerde, o gün gibi olmuyor hiç, ne bende, ne de oralarda o zamanki hisler yok, oysa duygu koleksiyonumun en başına bu anları eklemiştim, sırasına göre. Sırayı zamansızlık bozdu, sonra da suskunluk.
Hayata karışmaya kalktığım her eylemde, biraz daha içime kapandım, bizleri uzaklaştıran sevinçler, yakınlaştıran da berbat hissettiğimiz anlar oldu, normal zamanlarda yaklaşmam mümkün değildi, üstelik bu kadar uzakken. İyi niyetli birisine kötülük gibi gelmiştim, iyi niyetli değildi, ben de öyle niyetli değildim, hiçbir şey değildim. Zamanın, mekânın, doğduğum şehrin, sokakların, kustuğum yerlerin, sustuğum yolların daha doğrusu hiçbir şeyle ölçülemeyecek ya da kıyaslanamayacak bir şeydim. Ama çok güzel paylandım. Yaşamak denilen, paramparça hayatımda çok güzel payını aldım ağzımın, kelimelerimi döktüm her sene, tüy döken kediler gibi, bazen en çok kedilerle konuşur insan, herkesle susarken.
Köklerimin dibine kadar bıraktığı bir yerde, yalnızca buhar olup yağmura karışmak istiyorum, sanki tek kurtuluş yolu buymuş gibi, gökyüzüne çıkmanın başka çaresi olmadığını biliyorum. Yeryüzü de lanetlenmiş gibi. Bir gece öncesini bile özlüyorum, günler gittikçe tadı tuzu alınmış yemekler gibi, yemek zorundayız. Nefes alarak ömrümüzü geçiriyoruz. Gece sarılıp ağlayacağım nedenlerim var, gündüz hiç ağlamamış gibi gülmem gerekiyor. İnsan zaten geceleri bu kadar ağlayıp, gündüzleri de bu kadar güldüğü için dengesiz oluyor bence. Hayattaki dengeyi sağlayabilmek için, dengesiz olmak gerekiyor. Yeterince gittiler ve ben şimdi yeniden kendimi hatırlamaya çalışıyorum, onları unutmak için.
Anılara bağlı olmaktan nefret ediyorum çünkü her bir anı, başka bir anıyı hatırlatıyor, bir türlü kurtulamıyorsun onları hatırlamaktan. Halbuki bana hep “unuttun mu?” dediklerinde hatırlıyorum, anısızlaşmadan ıssızlaşılmıyor, ıssızlaşmadan ölünmüyor. Hayalleri gerçek sanmaya başladığımdan beri, kusursuz hayallerim azaldı. Hangi sanrıyı gerçeğe yüklersek, o zaman güzelliği kayboluyor, dokununca bozulan çiçekler gibi…
Yaşayamıyoruz da, bir rüyada gibi, yaşama taklidi yapıp, nefes alıyoruz. Yeni şeyleri deneyeceğime, eskilere gidiyorum, eskilerde az yaşanacak hatırlara kaldı. Bazı öyküler çok güldürüyor beni, özellikle ağlatanlar. Şenlik diye bir yer yok. Eskiden mahallede, çekirdek çitleyen çocukların yerini sokağa çıkamayan çocuklar aldı. Kaç zamandır düşünemiyorsun, bir sevgilinin içten sarılışını? O kadar da uzak bir hayal olmamalı. Anlatamadıklarımı yazıyorum, yazdıklarımı susuyorum. Anlatmaktan bıktığım onun anılarını, başka hatıralara karıştırmaktan başka çarem yoktu. Onun yerine her gün kolumdaki kedi dövmesini seviyorum. Olmak istediğim yerlere ancak geceleri uyuyunca gidebiliyorum, bu kadar uzak olmamalı ondaki yerim. Her şeyi anlamak zorunda değildin ama benim sana açtığım, bir tek sana açtığım kalbimi anlaman gerekirdi.
Bana dokunuşundaki umursamazlığında kuş sesleri kuşattı beynimi. Umarsızlığın köşelerimde duruyor, sahi kaç zamandır bakamıyorsun saate? Ben uzun zamandır tarihleri yalnızca iş saatleri için kullanıyorum. Bir sufle verseydin nefesinin en dinmez yerinden, tutulurdum. Nasıl yabancıyım oysa mutlu sabahlara uyanmaya. Papatyalar arasında, her gece düşlere sırıtıyorum.
Sen hayatıma açtığım yanlış bir parantezdin. İçi hatalarla doldurmuştuk, başka boşluk yoktu hayatımızda. Ben o yanlış paranteze kapandım, kapadım hayatımı.
Alkollüyken birini aradığınızda, muhtemelen kaza süsüdür yüzünüze çarpan gülümseme. Keşke yalnızca ses tonları kadar kötü olabilse insanlar. Ben yalnızca yazmayı uzatıyorum, hikâyemizi öldürmemek için. Çoktan yaşandı ve bitti zamanların uzatmalı tanığıyım. “Kime ne?” demek istiyorum çıkamadığım her sokağın dibinde. Parmaklarım uyuşuyor, sonra ellerim, en kötüsü de bu, kimse hissetmiyor. Benim hiçbir şeyim onların değil çünkü. Henüz uyuşuklukları çözebilen bir teknoloji yok, olsa zaten saçma olurdu. Parklar niye var ki başka, yalnızları kucaklayamıyorsa bankları? İçimdeki slogan bugün sustu. Benim hayatıma koyduğum nokta, sizlerin saçma yaşamlarına bir anlam olsun, canımı kendi ellerimle alabilirdim, kalbimi çıkarıp, en yüksek bir dağın tepesinden aşağılara yuvarlayabilirdim, intihar olmasaydı. Bu hepsini kapsıyor. Hayatımızda ne doğru ki, nokta bile yamuk yumuk. Çizebildiğim tek şey bu. Affetmeyin.
Bugün yalnızca onun susmalarını anlatacağım.
Başka cümle yok, bir göz değmesi, bir el dokunuşu, bir saçmalık, ilgisizliğin en mütevazi haliyle ölüyorum. Kendi ölümümü yazacak gizli bir ajan gibi araştıracağım. Yeterince göründüğümde artık hiç görünmez olacağım. Görünmez renkte bir yere saklanacağım. Gerçeklerin peşinde olmadım hiç, geçmişte tüm gerçekliği çıplaklığıyla kabullendiğimden beri, artık yalnızca düşlere inanıyordum. Düş giyinip, sımsıkı susuyordum. Bilmem gereken şeyleri bile öğrenmekte çaba göstermiyordum. Kışın daha çok soğukta geziniyorum, soğuğun dondurma ihtimaliyle, tüm bedenimden sonra, duygularımın da donup, işe yaramaz bir hale geleceğini düşünerek, durmadan yürüyorum. İnsanlar hayatıma tepeden bakmaya başladıklarından beri, en yaramaz öğrenci olmak istiyorum, daha az sorulara cevap veriyorum. Mütevazi susmalar biriktiriyorum. Onların susmalarını yüzlerine çarpıyorum, karşılığında dalga geçiyorlar, ben de gülüyorum. Hayatımın bundan sonraki döneminde, yarım kalmış bir hikâye olduğumu hiç unutmayacağım, bu yarımı tamamlamak için de hiç uğraşmayacağım.
Bazı kelimelerden nefret etmeme neden olan, bazı olaylar var. Kaldığı yerden devam edemediği gibi hiçbir şey, etmesi gerektiği gibi de edemiyor. Artık daha fazla hastayız, çünkü iyileşmek için az neden, ölmek için çok neden var.
Yeterince gittiklerinde, kendimi önemsiz, hayatımı anlamsız hissedeceğim. Sessiz ağlamalarım ve sesli haykırmalarım yastığım için hiçbir anlam ifade etmiyor, o sadece ölçüyor, gözyaşının tadını, tuzunu ve son olarak da ağırlığını, içine çekiyor. Bazı gidişler, diğerlerine hiç benzemez, ipleri koparıp giderler, ben genelde susmayı tercih ederim, susmak çünkü hep aynıdır. Aynı şekilde susup, farklı şekillerde ağlayabilir insan. Ağlamalarımı hep sona saklarım. Kırılma anlarımı ilk başta algılayamam, ne olduğunu şaşırırım, ne olamadığıma da… Hatta aslında ne olması gerektiğini de. Zamanla harici duygulara dönüşür bu kırılma noktaları, sağda solda ara sıra hatırladığın herhangi bir olaya dönüşür, hatırlamak istemediğin, unutmak için elinden geleni yaparsın. Çayın bayatlamasına kızarsın, boynunda kırılan kolyeye söversin, çok anlamlıdır senin için çünkü… Masanda unuttuğun fincana, geceleyin açık unuttuğun pencereye kızarsın sonra da. “Az daha zaman, geçecek” derken her gün kendi kendine, her şey biraz daha berbat olur. Büyük şeyler değil de bizi bitiren, o küçücük şeylere yeniliriz. O günleri yaşamak adına, aynı o günlerdeki gibi gittiğim yerlerde, o gün gibi olmuyor hiç, ne bende, ne de oralarda o zamanki hisler yok, oysa duygu koleksiyonumun en başına bu anları eklemiştim, sırasına göre. Sırayı zamansızlık bozdu, sonra da suskunluk.
Hayata karışmaya kalktığım her eylemde, biraz daha içime kapandım, bizleri uzaklaştıran sevinçler, yakınlaştıran da berbat hissettiğimiz anlar oldu, normal zamanlarda yaklaşmam mümkün değildi, üstelik bu kadar uzakken. İyi niyetli birisine kötülük gibi gelmiştim, iyi niyetli değildi, ben de öyle niyetli değildim, hiçbir şey değildim. Zamanın, mekânın, doğduğum şehrin, sokakların, kustuğum yerlerin, sustuğum yolların daha doğrusu hiçbir şeyle ölçülemeyecek ya da kıyaslanamayacak bir şeydim. Ama çok güzel paylandım. Yaşamak denilen, paramparça hayatımda çok güzel payını aldım ağzımın, kelimelerimi döktüm her sene, tüy döken kediler gibi, bazen en çok kedilerle konuşur insan, herkesle susarken.
Köklerimin dibine kadar bıraktığı bir yerde, yalnızca buhar olup yağmura karışmak istiyorum, sanki tek kurtuluş yolu buymuş gibi, gökyüzüne çıkmanın başka çaresi olmadığını biliyorum. Yeryüzü de lanetlenmiş gibi. Bir gece öncesini bile özlüyorum, günler gittikçe tadı tuzu alınmış yemekler gibi, yemek zorundayız. Nefes alarak ömrümüzü geçiriyoruz. Gece sarılıp ağlayacağım nedenlerim var, gündüz hiç ağlamamış gibi gülmem gerekiyor. İnsan zaten geceleri bu kadar ağlayıp, gündüzleri de bu kadar güldüğü için dengesiz oluyor bence. Hayattaki dengeyi sağlayabilmek için, dengesiz olmak gerekiyor. Yeterince gittiler ve ben şimdi yeniden kendimi hatırlamaya çalışıyorum, onları unutmak için.
On Dört Ağustos İki Bin On Beş 15 00
Nevin Akbulut
No Comments