Yaşama sevincimi bir kademe artırmayı başardığımda odamı toparlamaya karar veriyorum, bu akşama kadar sürüyor, akşama aynı renksizlik, ruhsuzluk, aynı ton ağırlığında sıkıntılar. Kuruyan ellerin, zaman geçmesinden değil de üşümekten, roman kahramanlarına özenmen, kahraman olamayışın. Yorganının senden daha yorgun olması, çileden çıkaran çileler. Kendini bildiğinde, ezberlediğin o gülüşün hâlâ aynı yerde ve aynı şekilde olması. Roman kahramanlarının hayatta hiç karşına çıkmaması ve çıkmayacak olması… Bağlılığı değil de bağımlılığı anlatan yumaklar ve bağımlılığın aslında bir kopuş olduğunu iliklerine kadar hissetmen. Yanlış yere koyduğun noktalar ve noktalaman gereken yerde unuttuğun virgüller. Bilimle açıklayamayacağın şeyler var, ilimle bilemeyeceğin şeyler olduğu gibi… Herkesin bir şey biliyor olması seni uzaklaştırıyor her şeyden, sıcaklık deyince bir parça kan geliyor aklına, sonra ağzında hissediyorsun o paslı tadı, iğreniyorsun sıcaklıktan. Soğuk deyince bir parça kar düşüyor avuçlarına, soğuk temiz, güzel ama hayatsız, donmak bir şeyin aynı kalması anlamında senin lügatinde.
İnsan en çokta çok acayip şeyler söyleyeceğini zannettiğinde yanılıyor. En basit cümleleri kurmaktan başka bir şey yapamıyor çünkü…
Yıpranmış yılların ardından, pürüzlü bir hikâyenin, hatasız kahramanlarıydık. Karanlıkta kavuşmanın ağırlığıyla birlikte güzel, mum, çiçek kokusunu andırıyordu saatler. Sanki seninle olduğum o zamanlar, güzel bir kutunun içinde, dünyanın en güzel hediyesi gibi bahşedilmişti bana, hak etmiştim, hak ettiğimi düşünüyordum, bunca kötü geçen zamanlara karşın. Dünyanın en güzel romanının içindeki yine en güzel pasaj gibiydik. Yanındaki en huzurlu misafirdim çünkü kalbini görüyordum, açık ve ortadaydı. Tam ortasındaydım. Şimdi öylesine her şeyin ucundayım ki, bir adım atsam yokluğa sürükleneceğim, bir adım atsam, kuyulardan belirsizliğe uzanacağım. O ânlar kendimi dünyada, varlığımı yeryüzünde unuturdum, burada değildim, buraya ait olamazdım, varlığımın senin bazı zamanlarına değmesi bile benim bu dünyada denk gelebileceğim tek mucizeydi.
Dünyadaki kendimden kaçmaya çalışırken, acele telaşlarımın içine karıştığın hâlde, geçip gidememiştim, oysa geç kalmıştım, çoktan gitmeliydim, gitmeli ve unutmalı, unutacak zamanı bile bulamamalıydım. İnsanlardan kaçıp, sana sığınıyordum, senden kaçıp, kitaplara. Okuduğum kitaplarda seni bulma telaşıyla daha hızlı okuyordum. Dünyadaki herhangi bir şey bana haksızlık yaptığında, ıslak ve mutsuz dizlerine sığınıyordum, avuçlarından bir yuva istiyordum. Zaman geçiyordu, birbirimizi koruyamıyorduk kendimizden. En çok korunması gereken hayallerimiz çubuk kraker gibi dağıldı, aç kalmış sistemin boğazında. İçimdeki sana yine de anlatamadım kendimi, bu benim eksikliğimdi. Önce kendi masumiyetimi kurtarmam gerekiyordu, artık kendi masumiyetinden bile şüphe duyan birisini masallarla kandıramazdın. Ben bunları düşünmeye çalışırken, sen kırmızı iplerimi en acıyan yerlerinden kesip, bir gece yastığımın altına bırakıp, kayboldun ya da bendim kayıp olan, beni kaybetmiştin belki. Üstelik aranılan yerlerde olamayacaktım artık, bulunamayacaktım, kendimi bana bile teslim edemeden yok oluyordum. Hikâyenin uzun anlatılması, upuzun günlerin geçtiğine işaret değildir, hatta hiçbir gün bile yaşanmamış olabilir. Fidanlarım şimdi sessizce hangi yabancı bahçelerde büyümeye çalışacaklardı?
Bir şiirin ardından sürüklenip, gittim. İçimdeki inanç kalbimi sıyırdı, bir sezgiye saplanıp, kaldım. Artık daha yaralıydım ve daha inançsız. Her şey sürekli değişiyordu ama sanki hiç değişmiyormuş gibi bir kanıksama vardı, sanki hep böyleydi, her zaman aynı şeyleri düşünüp, uyuya kalırken, sanki aynı rüyalar karşılıyordu beni. Belli bir yerden sonra onlarla da anlaşmayı başarmıştım. Ayaklarıma dolanan kedilere anlatıyordum derdimi, sanki bir tek ve hep onlar anlıyordu. Zamanla yokluğunun verdiği huzursuzluğu iç huzurumla yatıştırdım, o kadar inandım ki olmadığına, bir rüya gibi gelip, geçtin, geçerken biraz kalbimi hırpalamayı da ihmal etmedin. Hayatımın en güzel günlerini çaldın huzur defterimden, sanki o yapraklar kopunca, geriye pek bir şey de kalmadı. Sevdiğim şarkıları melodisinin olmayışı gibi bir eksiklik. Yarımımdan fazlasıydı varlığın, şimdi yarımımdan azı kaldı bana.
Bir kış akşamı öldüğümde, kalbinde bulunsun, şefkatle öptüğün her yanımı merhametsizce gözlerimle ıslattım, senin mırıldandığın içi boş ezgiler, benim melodisi olmayan dizelerimle birleşti, en azından onlar kavuşmuştu. Hayalin korktuğum akşamlarda duvarlarda gövde gösterisi yapıyordu, yine de bir gövde olmuyordu bizden. Ya yalnızlığımız büyüktü bizim ya da varlığımız küçük geldi bu hikâyeye. Sokaklarda dolaşırken ıslatan yağmur da yetmiyor artık ruhumu dinginleştirmeye, umut etmek istiyorum, umutlu günleri çok geride bırakmışken… Dünyanın darlığı, sokakların çokluğu boğazımı sıkıyor, konuştuğum her şey yapışıyor gırtlağıma, üşümek için biraz gökyüzü lazım, kurtulmak için biraz yağmur içmek lazım. Satırlarımın sana ulaşmaz biliyorum, ulaşsa da okuyarak bile anlaşılamayacak şeyler var ama seni yine de her satır arasına sakladım. Kelimelerin çokluğu, senin yokluğun anlamına da gelmiyor buralarda. İnsan bazen içinin sesini de tırnak içinde saklamalı. Hiç yerinde olmayan bir özlem bu, hiç zamanı gelmeyen bir ayrılık, kara haber ulağı gibi geçti bu mevsim, hüsran ve mahcup. Şişeye ruhumu sattığım geceler, karanlık bir sabır gibi dikiliyor karşımda, hiç sabah olmuyor. Onca hüzne rağmen bazı geceler nasıl ağır geçiyor. Karanlığın içinde ağlamaktan kırmızıya dönüyor gözlerim. Aklıma geldiğin kadar, kalbime dokunabilseydin şimdi kaybolmazdı bu hikâye. Hafızam keşke bunca sadakatli olmasaydı, ihanetlere karşı. Hatırlamak intiharı çağrıştırıyor. Her hatırladığımda ölürken hatıralar, bir kere bile ölümü tatmamış gibi acemiyim. Oda dolusu kaçmak birikmiş aynamda, sitemlerimden duvarlarımda yer kalmamış güzel bir söz yazacak. Hangi duygudan medet umacağımı bilmeden dolanıp, duruyorum akşama kadar. Her şeye karşı tepkisiz, herkese dağıtacak birazcık gülümsemem var, o da yüzümde donuk. Sana yazdığım şiir imgesini aramaya çıktı, belki de biraz yaşasak daha rahat ölecektik ama vakit yok. Hep yokuş yukarı tırmandık, iyilik bile iyiliğiyle kalmadı.
Hava sıfır derece ve beni yalnızca bu katılaşmış soğuk üşütmüyor. Karaciğerimi bıraktığım yerde bulamadım. İnsan beynini yaktığı günleri, kafayı kırdığı anları bile özlüyorsa, yaşanacak pek de güzel gün kalmamış demektir. Umutsuzluk beynini ele geçirmiş, tavan yapmıştır.
Konuşamıyorum, ağzımda büyüyor kelimeler, büyük laf etme demişti büyüklerim, büyük lokma da yiyemiyorum. Boğazımdaki düğüm kalbime dayandı, zorluyor. Çıkarıp, atmak istediğim cümleler var çenemde, çenemi ağrıtıyor, söyleyemedikçe. Anlatabilmek için bazı şeylere, daha ne kadar virgül kullanmam gerekiyor ve hangi imla kurallarıyla izah edebilirim bunları? Kitabı var mı bunun? Bence yok, derinlerde olup, biten şeylerin kitabı yok. Minnettar olduğum acılar var, büyüttüğüm, boyumu aşan, dilime yer eden. Viski bardağıyla içtiğim şarap kokan genzimle, âşık olmaya içmişim, yemin gibi. Hayalini en çok karlara yakıştırdığım için, hiçbir parçan kalmadı. Erimeler peşinde sürükleniyorum. Gittiğim yollar da eriyor. Yazıp, kurtulmak istediğim cümlelerin acısını hissediyorum içimde, acının kalıcı olması için elimden geleni yapıyorum.
Bileklerini unut, ellerini yok say, en önemlisi de gözlerini yokmuş gibi yapman gerekiyor. Bileklerini unuttuğunda acıyı da unutacaksın. Yalnızca ince, ipince bir metalin varlığı olacak zihninde, o da kaybolacak, üstelik gözlerin o metalin yansımasında körleşmeyecek. Azaların seni terk etmeye başlamadan sen onları bırak. Bir silgi al beynini silmeye başla, soldan sağa, hayatına ait tüm genellemeleri terk et. Ölmek bu kadar da zor bir şey değil.
Yerkürede başka gezegen hayalleri kuruyoruz. Ölümüne susamış kervanlara katıldık. Tüm susamışlığımla, içimden seslendiklerimi duyman gerekirdi, anlatamadıklarının kölesi olmuş, acemi şairler gibiydim yanındayken. Anlaman lazımdı, dudaklarımdan süzülen dumanda suretini çizdim.
On Bir Ocak İki Bin On Yedi 12 30
Nevin Akbulut
No Comments