Cümleleri unutabilirsin kolaylıkla ama içinden geçen kelimeleri unutamazsın. Yaşamla ölüm arasında herkesin yanından geçip, görülmeyen, anlaşılmayan bir hikâyesin, bu bile boşluk nedeni, bahane aramaya gerek yok. Geçen gün gördüğün o yalnız bulut gibi. Her şeyin başladığı gibi gideceğini zannederek, hem yanılıyor hem de vakit kaybediyorsun. Değişmeyen tek şey başlangıçlardaki heves ve sonrasında gelen bıkkınlıklar.
Bir yüz kaç yüzdür aslında? Ağlarken, gülerken, sevinip, üzüldüğünde, rol yaptığında, içten olduğunda ya da sıradanlaştığında… Kendinden bile gizlediği o güvensiz, derin sular, içten içe sızan, her an varlığını hissettiren kaygı ya da endişelenirken, eşelerken geçmişi ya da korkup, üzerini örterken, saklanırken kendinden bile kaçacak delik ararken. Yılların aldatıcılığı birkaç fotoğrafa sığar belki, bir hikâye eder miydi diye düşünürken. Zaman da intikamını alıyordu herkesten, üzerine yükledikleriyle, açmadıkları, anlatmadıklarıyla ve en çok da üzerini örttükleriyle. Anılar da acımasızdı, ansızın hiçbir neden yokken bir yerden, kısacık bir an fırlayıp, çıkardı önüne. Onlar da kişilerin ruhundaki acımasızlığa uyum sağlamıştı. Giderken keşke tüm yaşadıklarını, yaşamak istemediklerini, hatta en ufak bir izi bile bırakmadan, beraberinde silip, gidebilse ya da götürebilse insan. Hiçbir şey bırakmadan, önemli ya da önemsiz toplanan eşyalar gibi, atılmak üzere taşınan lüzumsuz nesneler gibi, giderken bunları da götürebilsek…
Yorgun gözlerinden dingin bir şiir çıkmasını bekliyorsun, hırpalanmış yüreğinden bütün bir hikâye çıkacağını zannediyorsun. Birkaç dünya birden bir araya gelse olmayacak şeylerin umutlanması sahte bir masaldır, hem inanılır, hem de inanılmaması gereken. Her şeyi saklayamazsın, moraran tırnaklarını sakladığın ojeler gibi, her şeyi de anlatamazsın, anlatma yeteneğin, anlamlarla birlikte hareket etmez, kayıptır bazı manalar, bazı sözcükler gibi, bazı yüreklerde. İşaret etsen dâhi bilinemez, görünemez. Yorulmaya bile hakkın olmaz bazen. En çok ihtiyacın olan susma hakkını kullanırsın, sinirlenmeye bile lüzum görmezsin bazen, öylece durup, beklemeyi istersin, hiçbir şeyi beklemeden üstelik. Dışarıda zaman bir yerlerde akıp gitmektedir, kimine şifa, kimine bela, kimine hiç. Karışmak istemezsin, ne hayata, ne içindekilere. Artık bunca şeyden sonra, dinlense de yoruluyordu, hatta dinlenmek daha çok yoruyordu, dünyanın sonu belki de böyle bir şeydi. Hepimiz yorularak azalıp, bitecektik. Son olarak “düşünen yerlerim sonsuza kadar uyuştu” diye düşündü. Bazı gerçekler ölüm gibiydi, biz zulüm diye adlandırıyorduk.
Kimseden hiçbir beklentisi olmadığı ve hiçbir şeyi de beklemediğini kanıtlamak için son yıllarda yeteri kadar nasıl sıkıcı birine dönüşebilir diye düşünmekten kendini alamıyordu, bu sıkıntılı sıkıcılık sonunda ruhuna da sirayet etmiş, aynı zamanda hayatının da içine girmişti doğal bir şekilde… İstemese bile artık sıkıcı, donuk, kaygılı, yavan ve sıkıntılı biri hâline dönüşmüştü. Dünyadan uzaklaşmanın yolu sıkıntıdan geçiyordu ama daha çok insanlardan uzaklaşmanın ve mesafenin en temel yoluydu sıkıcı olmak. Ne dünyayı yeniden onaracak gücü vardı artık ne de insanların ruhlarındaki yarayla baş edebilecek çabası kalmıştı. Kendini de farklı şekillerde yaralama hâliydi bu, en azından bu gücü bulabiliyordu şimdilik kendinde. Her şeye ne kadar uzak hissetse de tam o çemberin içinde olmak, yer bulmak böyle bir şeydi.
Her şey altüst olur ya da sen öyle zannederdin, bazen de olsun isterdin. Son anda kendini arabanın altında kalkmaktan kurtarmış gibi oluyorsun, her şey biçimsiz bir tehlike gibi geliyor artık uzun zamandır, bulaşmak istemiyorsun. Onları kendinden uzaklaştıramasan da, kendini onlardan uzaklaştırmayı başardığını zannediyorsun. Kendini sakınmanın, daha az hareket etmenin türlü yollarına başvuruyorsun, hem de ne olacağını merak edip, duruyorsun. Sesleri, kokuları gönderemezsin hafızandan hiçbir yere, en derinlere gömsen bile, bir an yine intikam alır gibi çıkarlar gün yüzüne, bazen gecenin içine, pervasızca. Anlam veremez, böyle olmaması gerektiği hâlde öyle olduğuna akıl erdiremez, ruhunun derinlerinde bir yere koyamazsın bu durumu. Söylenecek her söz söylenmiş, her masalı biliyorsun, hayalleri kurduktan sonra ne olacağını da öğrendin, artık hiçbir söz ikna edemez seni buraya tutunmaya, iç huzurundan feragat ettiğin zamanlar için kırgınsın kendine. Hiçbir şeyin artık seni onaramayacağını biliyorsun.
Seninle olabilecek tüm olasılıklardan korumuştu beni o olumsuzluk. Oluyormuş gibi olmalardansa, olasılıkları kendi isteğimle terk ettim, ihtimallerden vazgeçtim, olurları harcadım, gerisini de kurcalamadım. Kendi içimde onu aklamaya çalışırken uydurduğum tüm bahaneleri aslında gece kendime katlanabilmek için bulduğumu, sabahları uyandığımda o bahanelerin katı birer ıstıraba dönüştüğünde anlıyordum.
On dokuzuncu yüzyıl sancıları çekiyordum, şiir için dibe batmak gibi… Romanlara konu olmuş hikâyeler, hayatımızda artık olamayacak kadar uzaklarda demektir. Bazen de öyle bir şey olur ki hayatımızda; kitaplarda okusak, inanmaz, dayanamaz, reddederiz ama yaşarız, tahmin edemeyeceğimiz derecede bir donuklukla. Kaç yaşımıza gelirsek gelelim, hâlâ içimizde dokunulmamış, keşfedilmemiş, dokunulmamış bir yer, bir nokta var. Manevi bir şeyin iyi gelen varlığı da hayatının somut kısmını böyle iflas ettiriyor. Hiç biteceğine aklının ermediği şeyler bile aylar sürmeden sona eriyor günümüzde, üstelik bunun için aklını falan da yitirmiyorsun artık. Sadece her şeyin rengi sırasıyla kayboluyor, soluyor, yorgun düşüp, yok oluyor.
Seni düşünürken harcadığım tüm nefesleri toplayıp, bir şişeyle birlikte denizin içinden uzaya yolladım. Cevapsızlığın yankısıyla birlikte sarsıldım, oraya buraya çarptım, delilere musallat oldum, kötülerin belasını bulmadaki yola mermer taşlar döşedim. Onlar kadar aklımı yitirmeyi diledim, sapasağlam duran her şeyin arkasında bir düşman sezinledim. İyilerden katil olmaz diye bir şey yoktu artık, bazen iyi olduğun için de dayanamıyordun, üstelik nezaketin eziklik olarak anıldığı şu zamanda, uslu duracak kalbimiz yoktu. Huzursuzluk içimize işlemişti, medeniyetler arası tartışmalar bitmiyordu, dünya her gün çalkalanıyordu da içindekiler hiç sarsılmıyordu. Önce doğru çizgisini kaybettik, sonra da denklemlerimizi yitirdik, birbirimize bu sefer de denk gelemedik, teğet kelimesinin anlamını unuttum, başıma gelen her kazadan sonra biraz daha. Filler ortada, failden yine renk yok. Duygular rehine verilen dükkânlarda unutuldu, karşılığında birkaç parça suni nefes alındı. Bunca yıllık burnum yine benden bağımsız nefes almaya gitti, ciğerimi evde bırakıp. Hafta sonları ise ödül maması gibi birbirimizin kalbini yedik, beynine giden yolu bulmak için. Uzunca yolda ilerlerken, artık beyin diye bir şey olmadığını da böylece fark ettik. Son kalan birkaç kalbi de yiyip bitirdikten sonra artık iyice hayat olmadığına inandığımız gezegenimizi yok etme çabaları başladı. Öyle ya; düzelmeyeceğine göre artık, tamamen ortadan kalkmalıydı.
Bu öykü böylece paçavra olup, burada bitemezdi o yüzden sonsuzluk diye bir şeye inandık. Devamı olmayacağına inandığımız birçok şeyi anında bıraktık. Hiç bitiremeyeceğim bir paragraf gibi öyle kaldım burada, hayatta… Kelimeler evrende bir yerde birikiyorsa, muhakkak suskunlukların da istiflendiği bir yer vardır, olmalıydı. Atmaya kıyamadığım her anın içinde biraz daha bölündüm, çoğaldım, dağıldım. Her şeyin bir diğerini bulabiliyorduk ama kalbin bir yedeği yoktu, yanlısı, yancısı, yanı yoktu. Sadece canı, özü ve hissi vardı. Bu da bizi bize bağlamaya yeterdi. Şimdi gidip, dilediğimiz denizlerde çözülebiliriz.
26.03.2025 Çarşamba 12:00
Nevin Akbulut
No Comments