İnsanın saplantıları bile yalnızca kendini rahatsız etmeli, kimseye dokunmayacak, kimseye ulaşamayacak saplantıları olmalı insanın, huzursuzluğumun nedeni herkesi aynı renkte görmem, buna rağmen herkesten uzak durmaya çalışmam, meleklerin varlığını hissedemediğimden beri, şeytanların melek olduğuna inanıyorum, insanlar mı? Bence onlar hiç biri, benim kafam niye bin dünya?
Dizlerime çektirdiğim acıda en çok sırtımın payı vardı ya da sırtımdakilerin, aklımdakilerin de olabilir, bazı şeyler hiç masum değil, hayatın zor aşamasından geçerken, hep birikir o anlar, harcayacak bir yer bulamayız, satışı yoktur hüzünlerin, bedava da olsa hoş, kimse yine de almak istemezdi. Eskiden hayalim masa başı bir işti, okuyan, okutan birisi olmak tek isteğimdi, sonra hiç olmaz insanlarla muhatap olarak hayatıma devam ettim, değmez insanlara, değecek şeyler yaptım, orta halli memur gibi her gün monoton, akşam iş çıkışlarında özgür hayatlar yaşamayı seviyorum yine de, belki de içimde ölen bir yerlerimden miras kaldı bu bana, sokaklarda dolaşmayı da seviyorum ama ağrımdan başka gücüm yok…
Kırmızı balık demek, yarın ruhsuz demek, yarı baygın demek ve çok ölü demek. Bir kılçığı hep ölümün içinde, kendine batırmakla meşgul, kırıp, çıkacağım bir fanus yok artık, ölümün içinde bile balıklar var, sahil kıyılarındaki kumlarda kaybolmanın yasak olması demek bu.
Bu kadar bela varken insanın başında, hala neden trafik lambalarına dikkat eder ki? Hayallerimi isteyebilecek kadar cesaretlendim artık sanırım, bazılarına takma isimler koyuyorum, çok yakışıyor. Birbirlerini seven insanların gece olunca, güzel sohbet edemeyip, başka şeyler yapmalarını hatta bunu birbirini sevmeyen insanların da yapmalarını anlayamıyorum, bir yerde bir terslik var ama ben hatalı soldayım, içmeden birbirine dokunamayan, karışamayanlar var, oysa içimizde her gün başkalarını taşıyoruz, içine dokunamayınca insan, başkasına da mı dokunur hep? Saçlarımı sevdiğim renge boyadığımdan beri, sevmediğim insanlar çoğaldı, tesadüf mü bu bilmiyorum, hayallerim hala çizgili masal kitapları gibi, çocukluk mu bu ya da değil ya da her şeyin bilincinde olup da çocukça şeyler yaparak, susmak, daha güzel bir şey olmadığı için, bunu yapıyorum. Ama hiç biriniz çizgi filmlerdeki kahramanım olamayacaksınız ve hiç biriniz roman kahramanları kadar bile içime dert olamayacaksınız ama yine de şiirine birini aldıysan, çıkarmıyorsun içinden, öyle de bir şey var.
Yorgunluğumun üzerinde, seni özlemişliğimi bulabilirsin, uzun zamandır giyilmemiş kıyafetler gibi dolabın bir köşesinde bekliyorum, yorgunum bir o kadar da rutubetli duvarlarım, bana dokunduğunu bildiğim halde bir şeylerin, daha önce hiç duyulmamış halde, iyi olacağımı umuyorum, ruhun uyuşması da bu sanırım, bahar cilvesi… Kuşkulanmayı öğrendiğimden beri, bir tereddüt yerleşti içime, artık başka bir şey var gibi, artık herkes şüpheli gibi…
Hayatımı ikiye ayırdığım o çizgiden kimsenin haberi yoktu, fark edilmemişti, yanındayken nasıl güvende olduğumu, tereddütlerimden uyandığımda anladım, ben hala sarmaşıklı düşler kuruyorum, çiçekler gibi sarılıyoruz, çocukken eve gelen misafirlere sorgusuz sarıldığımız gibi, bizim zamanımızda çocuklar daha güler yüzlüydü, şimdi şüphe okunuyor hepsinin bakışlarında, gözlerim yaşlıydı benim, gelecek bir zamanda, ileride bir hayatta uykusuz düşlerimde, kimsenin olmadığı büyük parklarda kayboluyorum, içime yer eden tek şüphe çocukça.
Kronik sancılarım var benim, rahat nefes alabilsem bu kadar yorulmazdım. Dokunduğum çiçeklerin kadifeliği hayatı anlamlı kılmaya yetmiyor bazen, yine de dokunmak istiyor insan, varlığını hissettiği ya da hissedemediği bir şeylere, şüphe bu işte, dokununca inanacak, dokununca gerçekleşecek, oysa birçok şey dokununca kayboluyor. Yaranın geçmesi için, başka bir yerden, başka bir acı tedarik ediyoruz.
Sezen Aksu’nun şarkılarında kendimi bulduğumdan beri, sana ihtiyaç duyduğumdan şüpheliyim artık. Benim zoruma giden başka şeyler var, dünyanın bazı yerlerde yamuk durması, mesela bazı insanların eğreti durması, hayır simetri değil hiç düşüncelerim ama bazen, bazı şeyler hiç de olması gerektiği yerde değil. Başkasının acısını sahiplenemiyoruz. Belki yeterince sevilmiyoruz, yoksa neden elimizden alınsın ki, hayatımızın bağlı olduğu şeyler?
Bir sabah uyandım ve yüreğimdeki kitleyle reşit oldum, herkesin acısı kadar büyüdüğümü hissettim, hiç hazırlıklı değildim, endişeyi o gün öğrendim, ontolojik bulgular olmasa, bilemeyecektim içimdeki yerini, keşke bu kadar sahiplenmeseydin, yerini, biraz yadırgasaydın, yumru gibi bir şey inmişti yüzüme, gözlerim ellerimden hesap sorar gibiydi, ellerimi güneye çevirdim, oraya yakın olup, insanlara uzak olmak istediğim o sene öyle geçti, sonra bulgumdaki çaresizliğimi, aslında hiçbir şey bulamadığımı, dizlerimin üstünde sabahladığımı, sabahın bile karanlık olduğu birkaç yıl daha geçti, aklımdakileri birleştirecek sabrım, onları bozabilecek bir puzzle yoktu, ortada resim de yoktu zaten, anlatacaklarım, unutulan hikayeme yalnızca kurgu oluyordu, oysa hayatımdaki önemli insanların hayatlarının hikayesindeki simgelere bile dikkat ediyordum, nasıl sahipsizdim, içimdeki acıyı bırakacak yer yoktu, lavaboya bırakmayı istedim her sabah yüzümü yıkarken, su batıyordu, soğuk aynadan daha soğuk bakıyordum dünyaya, ama sıcak su olunca çıkan buharları seviyordum, başka türlü ısınamıyordum, uzun yola çıkıp, yanındaki yabancıyla aynı koltuğu paylaşıyorum gibiyim kendimle, kendiliğinden bir uzaklık bu, ama yakın.
Hayatta kalan güzel anları yutup, iyi olmak isterdim, anılardan başka iyi yanımız yok, endişe kemirirken içimizi, yine de ümit etmekten geriye duramıyor insan, içinden bir yol gidiyor dışa, sanki nefes almak gibi, kontrolsüz, uçsuz ve bucaksız.
Her hikaye kendi katilini besliyor içinde, bense yüzümün yarısını katilime bağışlıyorum, besliyor gözlerimi tuzlu su ile boğmak için, kırmızı tırnakların içine yazıyorum acımı, benim yarımımı bağışladığım gibi hayat da beni bağışlasın istiyorum, kurbanı olmanın ruhunu didikliyorum, yine de mutlu olamıyorum. Bazı hikayeler kısa olduğu halde nasıl da uzun sürüyor, geçmeyen zamandan izin tahsis edemiyorum, geçen zamanların ardından elimle kalan köşesi kırık yıldızlar, yuvarlanıyor avuçlarımda, beslemek istemiştim, acımı törpüleyen şeylerin köşesini, sivriltip, kendime batırmak istemiştim, kırıldı, kalbim kadar kırık her şey, camdan olduğumu, aynaya çarptığımda anladım. Sokağa çıktığımda saçlarımın yağmur altında dımdızlak kalması, saçlarımın yalnızlığındaki elsizliğidir, yabancılar bundan sorumlu tutulamaz, yine de sevebilirim, bir çift yabancı eli, çocuk saçlarımı okşayabiliyorsa, şüpheli bir şey bu, gözlerime sıçradı, hepimiz kalabalıkta mutluluk törenleri düzenleyip, yalnızlıkta cenaze törenlerinde simsiyah giyiniyoruz. Hava daha ne kadar kararabilir?
Gece ne kadar masum olabilir ki
Karanlık bu kadar kırmızıyken?
Bir Mayıs İki Bin On Beş 15 50
Nevin Akbulut
No Comments