Browsing Tag

deneme

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji

Filler Kadar Unutamıyorum

Bazen kendimden o kadar sıkılıyordum ki; ölsem cenazemi ilk ben terk ederim herhalde diye düşünmeye başladım. Kaçar, gider, kurtulduğuma sevinirdim, öyle ya beni tutacak kimse olmayacaktı o zaman, ben bile. Artık anmam gereken yerde susar, anlamam gereken yerde de sıkılırdım. Kaybettiğim ilhamın tanıdık izlerine bir yerlerde rastlarım belki aniden. Kayalıkların üzerinde gezinirken, dağ keçisi gibi ruhumla karşılaşırım bir zaman sonra, tanımıyormuş gibi yaparım. Öyle ya var olduğun ruhun bile bir gün nedensizce yabancılaşacaktır sana, canının uçurumları istediği zamanlar tanıdık kalır bir tek. Bir saat bile dayanamam, katlanmak gibi gelir tüm bu gördüklerim, o yüzden gördüğüm her çölü dağ bilir, her dağı rüzgâr uğultusundan dolayı deniz zanneder, tırmanmaya çalışırken biraz daha dibi boylarım. Böyle canından vazgeçiyordu demek bir şekilde yaratılmışlar.

Ruhunu parmaklarından yemeye başlamıştı önceleri. Yazacaklarını gözleriyle yazar, hayal gücüyle oturtabilirdi bir zemine. Bunun devamından korkuyordu, daha fazla kendinden bir şey eksilmesinden, ne de olsa alışmıştı bunca yıldır. Oysa dünyanın ters dönmesi gereken zamanlar yok muydu? Her gün oluyordu ama yine dünya yeryüzüne oturmuş, öylece kalıyordu. Kıpırdamıyordu yerinden. Tersten yağmur yağmalıydı, yeryüzünde olan her lanet ve kötülüğün yağmurla birlikte gökyüzünde bir yere kapatılması gerekiyordu. Dünyaya niye bir şey olmuyordu da, bu kadar kendini yiyip, bitiriyordu?

Kalitesiz zamanların, olgunlaşmamış isyanından bahsetmiyorum size. Her gece rüyaların içine sızan amansız kâbusların nasıl gerçekten bile daha fazla olduğundan bahsediyorum. Her şeyi bunca hissederek ne kadar hata yaptığımı artık anladığımı ama geri de dönemediğimi bildiriyorum. Bu kâbusların bitme sırası bir türlü gelmiyor, başkalarına da gittikleri yok, gitse bile onların umursamadığı kesindir. Diyorum ya; her şey hislerle alakalı. Bu kadar hissetmesem tesadüfleri sadece tesadüf kabul eder, geçer, giderdim. Fazladan anlam yüklemem gerekmezdi. Her şeyin bunca anlamlı olduğunu varsayınca da kendimi koyacak yer bulamıyorum. Ait hissetmekten de bahsetmiyorum, çok daha fazlası. Her şey bir bütünmüş aslında ayrı da olsa, her şey koskocaman bir yapbozun ana parçası gibi. Kendimi yiyip, bitirirsem o parça belki gerçekten bozulur. Anlam arayacak ya da yükleyecek zaman bulamam o zaman. O yapboz belki gerçekten yok olur, bozacak bir şey kalmaz o zaman ortalıkta ya da gerçekten yoktur aslında. Zaman sarsılsın, dünya azıcık da olsa yerinden kıpırdasın ve tüm kötülükler sarsılsın isteyerek, çok mu hayal kurmuş oluyorum? Bence değil, asıl diğerleri çok hayalsiz yaşıyor. Gerçeği bu kadar kolay kabullenmek de bir miktar güçsüzlüktür.

Rahatsız düşlerden kurtulmak için varlığımın yarısını heba etmeye hazırdım. Bir sabah uyandığımda yarımımdan kurtulmuş olacağıma gittikçe inanmaya başlamıştım. Fakat sonra yarımım başka bir yarım kişisine dönüştü hem de küçücük odamda. Artık aynı olmayan iki kişi gibiydik. Şimdi gerçek anlamda kendime bile yabancıydım, kurtulmak isterken böyle bir tuzağa hem de bu kadar kolayca düşmemi affedemiyordum. İnsanlarla ilgili hep yanlış şeyleri unuttuğumu böylece anladım, bazı şeyleri unutmak, o şeylerin yeniden olabilmesi demekti, kendine ve içine zarar demekti. İçimden başka bir yerim var sanıyordum. Demek böyle yabancılaşıyordu herkes.

Beni sabah akşam bekleyen uçurumlar vardı, annem bile yolumu bu kadar gözlememiştir. Şamar damarın üstüne binerken, içimde daralan kanımla birlikte, oradan oraya volta atarken, olmamış çocuklarımın sahip olduğu zamanlarımdan harcıyorum. Ödünç zaman alamazdım, borç zaman da veremezdim, kendimi tüketmekten bahsediyorum, kimseyi harcayamazdım.

Filler kadar unutamıyorum, bu da benim sorunsalım. Ruhumun havailiğinden ve gittiği dolaylı ve alaylı yollardan çıkamıyorum. Dolayısı ile dediğim hiçbir şey yerine ulaşmıyor, dolayısı ile amacına da. Kırılan bir güvenin en sessiz ezgisiyim. Kırık, dökük hikâyelerin paramparça döküntüsüyüm. Apaçık göründüğü hâlde aldandığım ve yara aldığım şeyler oldu. Gerçeklerden yana değildim. Boşluğa yazılan mektup gibiydi sözlerim. Her şey benim hatırladığım gibi olamaz değil mi? Ben evvela kendimi, sonra da herkesi yanlış anlamışım.

Gittikçe daha mavi oluyordu, hayal gibi bir şeydi ama hayal değildi. Hayatına ilk kez giren bir rengin şaşkınlığı gibiydi tonu. Ulaşılamayacak kadar derindeydi. Bir şiir yan gelip, bir paragrafa yaslanabilirdi. Ama sanki hep “hazır ol”da, hep ayakta gibi yorgundu.

Unutmasından çok, kendine unutturmak istemiyordun. Her sabah bunu kendine hatırlatarak uyanıyordun. Kendi özgür fikrin böylece önemsizleşti, yerini dayatma, korku ve baskı aldı. Böylece özgürlüğünün üzerinde başkaları da hak sahibi oldu, hatta senin ve her şeyinin üzerinde. Böyle devam ederse senden geriye ne kalır? Bir gün zaten kördü diyecekler, sonra sağırdı, duymuyordu denilecek. En sonunda da hiç anlamıyordu olacaksın. Sana ait özellikleri o kadar çok köreltecekler ki, sen de artık inanmayacaksın yeteneklerine, silik olacaksın, ne kadar hatırlamaya çalışırsan, o kadar silineceksin. Hatta o kadar silineceksin ki, o kendine güvendiğin anlar bir sis perdesinin arkasından hayal gibi görünecek. Zamanla sen de inanmayacaksın kendine, artık gerçekten sağır olacaksın, görmeyeceksin ve anlamayacaksın. Gittikçe hayalleşeceksin. Olan şimdiye kadar küçücük bir iz bırakmak için onca uğraştığın mücadelene olacak. Kendine azalan saygına olacak. En çok da içindeki sensizliğe olacak. Kendine daha fazla yer bulamayacaksın bu hayatta.

Eğreti olduğunu kabullenmek de en az düş kadar gerçekti, prim yapmasa da şu zamanda. Gitgide düşe benziyordu, düşüyordu. Uçmakla düşmeyi karıştırıyordu içinde. Kollarını açıp, uçacağına en inandığı sırada düşmüştü, hem de öyle süzülerek falan değil, birdenbire, pat diye bir düşmekti. Hakkın olmayan bir şeyi yaşarsan, hakkın olanları da haksızca ellerinden alırlardı, o yüzden bulunduğu yerde olmayı bile içine sindirememiş, kendini ait hissetmemişti çünkü ne zaman aidiyet hissetse hep mahrum bırakılmıştı ya da uzaklaşmak zorunda kalmıştı. Hiç geçmeyen şeylerin acısından daha fazlası da artık hiç bitmeyecek olmalarıydı.

Kurtulmayı istediğin hiçbir şeyden kurtulamıyor ama farklı bir boyuta yöneliyordu her şey. Yazabiliyordun, elbet silebilmen de gerekiyordu, ama kanlı canlı bir kelimeyi yok etmek öyle kolay değildi, her nasılsa bir kere var olmuştu, yok edişin kelime cinayetine girer, bir daha da hiç öykü anlatamazdın, kelimeler hepten küser, yazamazdın da. Dokunsan solar, öpsen kendini dudaklarından yaralamaya başlardın belki. Ellerin tutmaz, dahası kalem de tutamazdı. Sonrası düş olduğuna kendini inandırabilecek kadar inanç. Kendinden böyle vazgeçiliyordu demek şu çağda. Kırılsam da gülüyordum, sanırım yüzümün o kası öyle kalmıştı, çok güldüğüm bir zamandan. Yapacak bir şey yoktu bu saatten sonra, gülmemi durduracak değildim, ne kadar sinir görünse bile.

Bazen her yerde güneş açmışken, sadece sana yağmur yağıyormuş gibi gelebilir… Bunun gibi bir şey. Bazı şeyler olacakmış gibi bile olmadığı hâlde, nasıl da olabilirmiş gibi geliyordu öyle? Yıllar sonra soğumam için bir rüya yeterliymiş. Her şey bunca basitmiş. Boşuna o kadar unutmak için idman yapmışım, hoş hepsi de ters tepmişti. Şimdi şiirdeki ahengin yerini alan boşluğun albenisine bıraktım kendimi. Hikâyedeki o devamsızlığa tutuldum. Yaşayacaklarım bundan ibaretti.

Yirmi Bir Mayıs İki Bin Yirmi Bir 15:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Hüzünlüydü Çok Güldüm

Beni mutsuz etmek öyle kolay değildi, mutlu olacak ufacık nedenlerim vardı, bulurdum. Ama ağlamak için hiç zorlanmazdım. Birilerinin zorla aldığı gözyaşlarım da olmuştur, renkleri şeffaf değil, koyuydu, tuzlu su değil, günahtı, ahtı, yaranın rengiydi, acıydı.

O yanımdayken “bizi bir şiirin içine ittiler” diye düşünürdüm, yaşadığımız şiirden çok kovalamalı polisiye romanlarını aratmazdı, kıskançlık gibi basit ve insanî şeylerin yüzünden günlerce küs kalırdık, birbirimize yaparken her şeyi yine de onun üzerinde arayamazdım bunun sorumlusunu, bulamayacağımı bilirdim, yüzü sorunsuzdu, onun dışında herkes sorunluydu, ben bile, suçu ya kendi üzerime ya da başkalarının üzerine yüklerdim, ona konduramazdım. Sonra o yanımdan gidince de “bizi başka hikâyelerin içine attılar” demeye başladım. Hiç onda aramıyordum iyiliği ya da kötülüğü, hep başkaları suçlu, iyi ya da kötü oluyordu gözümde, o çünkü bunların hepsinin üstünde ayrı bir yerdeydi. Ona bu tür sıfatları yükleyip anlamlandırmak, çok anlamsız olacaktı, ona hiçbir anlam yükleyemedim, böylece tüm anlamlarını kapsayan kocaman bir şey oldu içimde.

**
Sen olmadığın zamanlarda, kaç kere üşüdüm hatırlamıyorum, kaç kere soğuk aldım, kaç gece uyumadan sabahladım, ilaç kutularım birbirine karışıp, çoğaldı, yeni şeyler de eklendi hayatıma, daha umursamaz olmayı öğretecek türden şeyler… Çok hastalandım, çok ağladım, ama beklemedim, tüm bunların nedeni gelmeyeceğini bildiğim içindi, geleceğine ait en ufak bir umut kırıntısı besleseydim, o büyürdü, onu kendi ellerimle öldürdüm. Sen benim hormonlarımın en tehlikelisine denk gelmiştin, aşk hormonuna, hastaydım, aşka âşıktım. Kendim için değil ama başkaları için tehlike arz ediyordum, farkında değildim gözlerimin bu kadar ışıldadığının…

Yüreğimin buruşturduğu tek ortalı ilkokul defterimi dirseklerimin düzeltmeye çalışması daha çok yıprattı defterimi, dizlerim acıdı, dirseklerim acıdı, herhangi bir şeyi eklemenin, ataçlamanın da faydası olmadı hiç, daha fazla ağırlık yaptı üzerimde, eksilen bir boşluğu başka şeylerin doldurmaya çalışması ancak yıpratır…

Ama bazen yıpranmak iyi de gelebilir, o anlık sadece, diğer sızıyı hafifletmenin belki de tek yolu budur.

Tüm yaşamın boyunca belki yüzlerce insanla tanışabilirsin ama yalnız birisini sevgili gibi görebilirsin, herkesle evcilik oynasan da yalnız birisinin evine yuva yapabilirsin ya da gönlüne yalnızca bir kişi sığabilir. Sevgili olsan bile bazen sevgilin gibi hissedemezsin, çünkü o his yerleşememiştir içine, yalnızca takma adı “sevgili” diye geçer, ne yapsan hata gibi gelir, kaçmak kaçınılmazdır.

Sadece bir kere sevgili gibi hissettim, deli gibi bir şey oldum, her şeyimi onunla paylaşacak kadar yakın hissettim, o yakınken her şey çok uzak geliyordu, o uzaklaştığında ben de kendimden uzaklaştım ve bir daha kimseyi o konuma oturtmak istemedim, orası tek kullanımlıktı, tek oturumdu, bir daha başka bir oturum açılamayacaktı gönlüme, pencereleri sonuna kadar açık olsa da bir daha kuş uçmayacaktı, içeride kalanlar da ölü bulundu, ben şimdi yüreğimi sığdıramıyorum, sığdırmak için bedenime sıkıştırmam gerekiyor ve bunun için yeni boşluklar, yeraltında yeni çukurlar kazmalıyım, daha derine gitmeliyim, yüzümdekileri unutabilmek için, gömülmeliyim.

Duygusal çöküntülerimin nedeni; kalbimde oluşan o amansız delik, delilik yaratıyor içimde, ruhumda devam eden çatlaklarım, beni hayata karşı biraz daha kırıyor, her şeyin bir nedeni olsa da nedensiz yere savruluyorum zaman içinde, içimin içime sığmadığı zamanlarda içimin kıvılcımları yakıp geçiriyor bulunduğum her ortamı, ortalamalarım sıfıra eş değer, diğer yarım kayıplarda. Ruhumdan başlayan, içten içe büyüyen kronik rahatsızlıklarım var benim, biraz da bulaşıcı, bulaşacağı tek yer gövdem, kemiklerime kadar sirayet eden, ağaçta sallanmak gibi, salıncaksız.

Ama siz niye rahatsınız bu kadar anlamıyorum!

Benden uzaklaşmadan önce nezaketten uzaklaşmış, gittikçe bunu daha da iyi anladım. O gittikçe hırpalandım. Nezaketsizlik acı verici. En azından giderken yüreğime verdiği rahatsızlıktan dolayı özür dilemesini isterdim, daha birçok şey beklerdim ondan, iyilikle beklerdim, onun yapabileceği ama yapmayacağı… Sadece beklerdim.

Şöyle uzun uzadıya bir sessizlik olsa keşke, her şey sussa, böcekler bile sussa, o zaman belki kalbimizin sesini duyabiliriz, herkes bu kadar lüzumsuz konuşmasa belki o zaman gerekli şeyleri duyabilir kulaklarımız. Keşke hayat gürültüden ibaret değil de, sevdiğimiz şarkının sözlerinden ibaret olsa…

En çok o iki parmağımın hâli kalmadı, en çok onlar yoruldu, onlar üzüldü. Diğer parmaklar üzerindeki tüm yükü o iki parmağıma yükledi, bazı insanlar gibi. En çok o iki parmağım gitmek istedi her şeyi bırakıp, gözlerim gibi. En çok o iki parmağım dinledi içimi, yazmak için kaleme tutunurken, en çok onlar ağladı, kâğıdın üzerine sinen içimden yeryüzüne inen ince bir ağıttan başka bir şey değildi, vücudumda bir şeyler bölündü, içimde bir şeyler öldü, ama bazı şeyler hâlâ büyük hayretlerim arasında yaşamaya devam ediyor…

Ama parmaklarım, öyle uyuşuk ki, ölmeden önce de böyle mi oluyordu? Böyle mi kalınıyordu hareketsiz?

Yanımdaki kalabalığa aldandığım anda anladım yalnızlığımı, ben hep böyleydim, bir şeylere inanır, aldanırdım, yalnız kalırdım…

Gidişine çok şey borçluyum, inan bana öyle…

Sen gitmeseydin bu kadar şey hissedemezdim, bunca sağlam hikâye sığamazdı hiçbir yere, tüm hislerim sağırmış meğer gidişinle canlanmış, gidişine çok şey borçluyum, ilk defa kendimi bu kadar iyi hissediyorum, sen gitmeseydin sonra bu kadar anlamlı olmazdı her şey, özgürlüğümü bilemeyecektim, daha doğrusu beni o kapattığın güzel kutunun içinden hiçbir şey hissedemeyecek ve göremeyecektim, ama sen bana bir şey borçlu değilsin ve hiçbir zaman benim hissettiklerimi hissedemeyeceksin…

Çünkü ben hiç gitmedim!

Unuttum seni, öyle böyle değil hem de, içimde sana dair bir parça arıyorum şimdi, bulamadığım her yerde, sızlanıyorum. O kadar uğraşmıştım, o kadar yorulmuştum ki seni unutmak için, sensiz bir ben hayal etmek için, sensiz bir şeyler var etmek için, yokluğunun olduğu her yerde, sanki çiçekler susuzdu, hayallerim kâbusa dönerdi, sonrasında, sessizlik, alışıyor insan olmadığın şeylere ve onlarla yaşamak artık o kadar da zor değil. Birden oldu, bir anda unuttum seni, ummadığım anda, biliyorum tahmin etmiyorum şuan ama o tahmin edemediğim anların birinde yine gelip bozacaksın seni unutmaya çalıştığım her yeri, yine yıkılacak kumdan kalelerim, bir kum saatine bağlı her şey, sonra yine dağılacağım, yine toplayamayacağım kendimi…

Az biraz topuklu giyiyorum, sonra boyum uzuyor, birazcık, başım yerde, topuklu giyince yukarılara bakamam çünkü utanmam gerekiyormuş gibi gelir, sonra kısa etek giyerim, uzun uzun yürürüm, yağmurda şapka takmam, şemsiyeden de hoşlanmam, ama upuzun seyrederim yağmuru, güneşin batışını, sokakları, insanların yüzüne bakamam, hepsinin hikâyesinde acıklı bir şey var, insanların yüzleri bana hiç güven vermez, hiç doğru söylemez gözleri, cansız şeylere bakmayı severim, mesela oyuncakları, ölü taşları ya da, üzerinde yaşanmışlıklar ararım…

Öyle sert ki taşlar, yaşanmışlıkları üzerine kazıyamadık belki de çok az yaşadık bir hikâye olamadık, sert dalgalara yenildik ya da bir fırtınaya… Sonra öyle kocaman saatler geçer ki aramızdan, seni unuttuğumu bile anlatamam ben, önemsiz şeylere sararım, hayatın gerçekleri, benim yalanlarımla yer değiştirir, göz ardı ederim unutmak istediklerimi. Yoksul bir hüzün çöreklenir akşamüzerleri, ikindi deyince sapsarı güneşi beklerim, ikindi bir tek baharda olurmuş gibi gelir, beraberinde yeşillik gelir, masaya sipariş vermişim gibi olur, ama hiç biri gerçekten gelmez.

On Üç Mart İki Bin On Beş 17 40
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Dejavu’lar Renkli Olmaz ki…

Şimdi yaralarımdan sorumlu kaç kişi varsa eğer, kaldırım taşları şahittir, güvendiğim tüm sokaklar çıkmaza çıktığı zaman, gidemediğim zamandan kalma, hasret ve özlemlerimle kucakladım hayalleri. Bu çağa ait olmadığımdan yeterince hatıram yoktu, o yüzden daha çok hayal vardı, her yerdeydiler. Üstelik kimseyi küçümsemeyecek kadar da yüce gönüllülerdi. Oysa benim başım yapılan imla hatalarıyla beladaydı. Bildiğim imlâ kuralları dünyadaki hiçbir hatayı düzeltmeme yardımcı olmadı…

Kendi içinden bir yere hiç gidememiş insanları nerede görseniz tanırsınız, kendi olmaktan başka hiçbir şey yapmayı beceremeyen insanları, dönüp yüzlerine baktığınızda içinde bir yeri tanıyormuş gibi, hemen gözleri dolar, zaten genelde doludur gözleri, ürkektir duygusunun bir tarafı açılıp da ucu görünecek ve tüm içindeki sıvı dökülecek gözlerinden diye korkarlar. Çokta haklıdırlar kaygılanmakta, tüm hayat boyunca incindiği için, sanki ruhundan özür diler gibi bakarlar herkese, dünyaya gelmenin rahatsızlığından dolayı bir telafi gibidir onlara göre bu durum. Hayatta hiç başrolde olmayıp, hatta bunu reddedip, hep yedekte oyundaki sürenin dolmasını beklerler, oynayasıları yoktur hiç. Yıldızları sayıp her akşam, uzaklara gitmenin hayalini yaşarlar, bulutlara şekil uydurup, hava muhalefetinden çeşitli anlamlar çıkarırlar. Adımlarını çizgilerin üzerinden atlayarak geçirirler, eğer basarlarsa bir felaket olacağına inanırlar, olur olmaz zamanlarda gülümsemekten geri durmazlar, bu içlerindeki acının olgunlaşarak dışavurumudur. Huzurdan ya da keyiften değil de kederden attığı kahkahaları vardır, dış dünyaya kapandıklarından içeri açılan yerin genişliğinin rahatlığıdır belki bu, etrafındakileri umursamamalarının delilidir, sizin huzur gördüğünüz onların kederidir. Varlığına içten içe her gün lanet okuyup, dışarıya “hayırlısı” derler, olumlu gibi görünen tüm kelimeler aslında birer iç çekiştir, izahı yapılamayan bir tür isyandır. Siz kendinize yabancı olduğunuz kadar onlar da dış dünyaya yabancıdır.

Yanındayken, yer çekimi diye bir şey yoktu sanki sonra saçmalığına emin olarak anladım zamanın acımasızlığını, bir şeyleri başka bir şeylerin içine tıkıştırırken, zamanın içinde büzülüp, kalmıştık. Çığlıklı şarkıların anlamsızlığı da çözemiyordu içimizdeki arapsaçını. O kadar da imkânsız görünmeyen şeylerin önünde kendi imkânsızlığımızda boğuluyorduk. Bunca yaşanmışlığımıza rağmen hâlâ aynı yerden kırılıyorduk işte. Uykusuz onca geceye, ağlamaktan şişmiş gözlere, yine huzursuz kalp çarpıntılarına rağmen yeniden ne kolay inanıyorduk, ne çabuk aralıyorduk yüreğimizin kapısını? Artık bir daha aynı duyguları tadamayacağız, kalbimiz bir daha aynı şeyleri hissedemeyecek diyeydi belki de korkumuz, ondandı bu çocukça kanamalara rağmen inanmamız. Yalnızlık değildi korkumuz, sıradanlıktı, acı değildi kaygımız, ruhsuzluktu. Yaşam bir alıntıdır, ölmek ise acemi bir ezber…

Eski cümlelerde bırakılan, şuan kullanılmayan, unutulan kelime gibi duruyorum. Mükemmel olsaydım, muhteşem şeylerin farkına varamazdım. Deliliğimi başkaları almasın diye en derinime sakladım. Ancak delilikle akraba olanlar tanıyabilir onu. En kötüsü de bu boşluğu anlatamıyorum, anlatmaya çalıştığım her şey daha da derinleştiriyor. Yazmak bazen de eksiklikten içindeki bir şeylerin olmayışından kaynaklanır. Doldurmak istersin boşluğunu, yazarak… Senli hayallerimi yüreğimin içine kilitledim. Saçlarını kulaklarının arkasına savuştururken, yüzündeki o hoşnutsuz ifade. Allah’ım daha ne kadar esirgeyip, bağışlayabilirsin ki beni? Dile düşmesi yaşamaktan daha zormuş, yaşanılanı beynin bir şekilde yok sayıp, unutulanların içine atabiliyor, zaman geçiyor üzerinden ama söylenilince, bu içine yapılan itiraf sayılıyor, unutulmuyor. Boğazımdaki düğümde, içimin eksikliğindesin.

Şimdi git gidebilirsen bu sokakların içinden, şu nemden, onunla dolaştığın kasvetli akşamlardan, sabahına her şeyin iyi olacağına inandığın pencerelerden, ay ışığının odandaki duvara yansıyıp, yaptığı şekillerden. Sesinin yankısında kaybolan sessizliğinden, kimsesizliğinin korkusundan, korkma istersen. Kaldırımlarda yürürken, bir arabanın ansızın kaldırıma çıkıp, sana çarpıp altına alabileceğini düşünmeden, yürürken baktığın vitrinlerin camında aradığın yüzünü unut unutabilirsen. Kıyısında ağladığım deniz, hep başka kayasına düşen gözyaşlarım… Bitmesine üzülerek okuduğum kitapları bitirdim. Renklerin bitmesine üzülerek daha çok renk katmak istedim dünyaya. İlk sigaram, ilk sahilde tek başıma yürüyüşüm, ilk dertlenişim, çocukluğumun biteceğine üzülerek büyüdüm. Nasıl küçüktü kederim, büyütüyordum. Kelimelerin bir gün bir yerde sona ereceğinden korkarak sustum. Düştüm, düş kalacaktım gerçekler canımı sıktıkça. Gözyaşlarımın bir şekilde tükeneceğinden korkarak, gülmeyi öğrendim, olur olmaza güldüm, deliliğe sığındım. Daha aynı yerimin ne kadar acıyacağını bilemeden ezberlediğimi zannettim, her seferinde hazırlıksız yakalanıyordum…

Hayallerimin hep aynı yerinden kırılmasına alıştığım için, hayal kurmayı bıraktım. Geçmişten aldığım acıyla karışık ilhamı, gelecekten kendimle birlikte koparmayı başardım. Hayretlerim hep başka şeylere yöneldi. İnancımı perçinleyen doğallığın doğasını bırakmadılar. Düşürdüm inancımdaki hacmi. Aldığım radyasyonlarla başka bir boyuta geçerim diye umuyordum, elimde kadeh, dilimde keder, yüzümü döndüm yalnızlığa, sırtımı unutulduklarıma, Bu benim ruhumun eskiliği değil, içimin kayıtsızlığıdır. Dünyayı sana feda edeceğim zamanlar geçti, henüz erkenken vakit daha çok sarılmalıydık. Koca ülkeleri gezebileceğimize inanırken, şimdi yanı başımdaki şehir bile uzak oldu. Sabah olacak diye uyumadığım gecelerde bitkinlik nedir bilmiyordum, şimdi gündüz bile uyumak istiyorum. Üstelik şu durumdaki halsizliklerime dünyayı ortak edip, yaşıma suç buluyorum. Her şeye anlam aramaktan üşenir oldum, üstelik hayat böyledir deyip, geçip, gidiyorum. Bir şeylerin eksikliğini kararan zamanlardan anladım, biraz yokluğundan, biraz benim içimde ölen şeylerden, gelsen bile aydınlanmayacak ışıkların yasını tuttum, karanlıklarda… Akşamüstü vakitlerinin hüznü en çok geceleri vurur oldu, bu sene uyumayı belki de en çok bundan sevdim. Sabaha yakın yerlerinin ağırlığı hüznümü geceden bile koyu renge boyadı. Üstelik güneşin doğuşu da pek bir şeyi değiştirmedi, çocukluktan kalan kalın perdelerim, pencerenin hemen oraya dikilen yeni bina, özlediğim rüzgâr, beğenmediğim her şeyi, zamanla somutlaştırıp, normalmiş gibi görmeye başladım.

Gidebildiğim tüm yollar beyhude, başlangıca gitmemin ya da sona varmamın teorik olarak bir anlamı yok. Kesinlik yok, hiçbir şey yok. Sadece yürüyorum, varmak için değil, belki sadece olduğumu anlamak için, ayaklarımın varlığını kanıtlamam için. Büyüdüğüm sokaklar bir yerden sonra ayaklarımda büyüyor, zaman daraldıkça. Kendi oluşturduğum melankoliye hapsoldum. Raif Efendi gibi bir babam olsaydı, bence o kitap da bir masaldan ibaretti, düş olamayacak kadar uzaktı o babalar, üstelik ne aileleri, ne yakınları ne de kendi çocukları tarafından kıymetleri bilinmeyen… Kendi inançlarımdan yarattığım hastalığın pençesindeyim şimdi, olmayacak şeylerin hayaliyle var olacağımı zannediyorum, hayret edemiyorum. Herkesin söylemeyi istediği şeyleri içimde doldurmuş da bekliyormuş gibiyim. Şaşırtmıyor artık hiçbir şey, gördüğümü zannettiğim dejavu’lar hariç.

Nevin Akbulut
On Yedi Ağustos İki Bin On Sekiz

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Sevgili Ödemlerimiz

İçimizde birikenlerimiz, kimsenin içine dert olmayacak sustuklarım, sanırım bana da dert olmuyor ki, artık çok da yakınmıyorum ya da taşımayı öğrendim artık sustuklarımı veya bağışıklık kazandım. Bir cümlede bu kadar seçenek olması, çelişkiden başka bir şey değildir, onu da biliyorum.

Olguların yerine kurguları yerleştirerek yaşamayı katlanılır hâle getiriyoruz, olan bu. Biz o şiiri yazamadık, kelimenin anlamı o manaya bile gelmiyor. Her söylenildiğinde başka anlamlar kazanan bir kelimenin kesinliği yoktur, keskinliği de şiir o yüzden kesici değil, seçidir. Yalnızca cümlelerin üzerinde dolanıp, duruyoruz, yapabildiğimiz bu.

Çantanda artık ilaçtan başka bir şey bulundurmaya ihtiyaç duymuyorsun. Ağrımasını beklediğin yerin değil de, hiç ağrımasını ummadığın yerlerin ağrıyor. Vücudun bile ihanet ediyor sana… Yanınca hepimiz birbirimize benziyoruz. Sigara közü ten közüne, tüm közler birbirine. Söndükten sonra hepimiz aynı külüz, hafif ve uçuk.

Tam da böyle anlattıklarının ortasında bir gün yapayalnız bulursun kendini. Beynindeki soru işaretlerine kimsenin yüzünde bulamayacağın cevaplarla kalakalırsın. Gidemezsin, gidemediğin kadar kalamazsın da… Üstelik artık sabahları o duyduğun coşku da terk etmiştir seni, sigaranın külünden yeni hikâyeler üretmeye çalışırsın, karaktersiz hikâye olur bunlar. İçinde biriken ödemlerden başka gideceğin yer yoktur ve seni onlardan başka hiç kimse boğamaz.

Size bağırmayı çok isterdim aslında, zamanın birinde ağzım kapanmasaydı, içime bağırdıklarımın ölçüsünü bilmeseydim ve taşacaklarından bunca korkmasaydım, size söyleyecek hatta bağıracak şeylerim olabilirdi. Aynadayım, aradığım eşkâle ulaşılamıyor şuan. Ulaşabilseydim ona bir çift güvercin borcum vardı, sağ-salim. Selâmlı kelamlı… (Bitiremediğim bir cümle daha, bu yarım cümlelerin yükünün hesabını vereceğim bir tek.)

Önceki cümlemi selamdan, kelamdan bahsederken bitirmişim, yazıları tamamlamak için iki yerde yazıyorum, ucu bucağı da belli değil, neyi nereye bağlayacağım da hiç ilgilendirmiyor beni. Bir canım sıkılmış ki, bu akşam doktor randevusu olmasaydı, başka şeyler yapardım, ölecek birinin son istediği şeyleri yapmaya teşebbüs ederdim mesela, ama onlar her zaman ertelenir değil mi, hiçbir zaman öyle bir zaman dilimi ayrılamaz o isteklere… Keşke denilen pişmanlıklardan geçiyorum, elimden gelen, şeylerin yerine gelmeyenleri kullanıyorum, İçimi bir türlü bastırmayan yemekler yiyorum, canımın sıkıntısını gidermek için, daha çok kelimeleri sarıyorum başıma, hiç bitiremediğim o saçma hikâyeyi de artık öldürmek istiyorum. Benim gücüm de zaten ancak kelimelere yeter ki; onlar da hiçbir işe yaramıyor zaten. Canı sıkılınca başka insanlar güzel şeyler yapmaya özen gösterir ama nerede bende o itina? Canımı patlayıncaya kadar sıkma çabasına girerim direk. Fotoğraf çekmek mi, yazmak mı, hiçbiri artık doldurmuyor içimdeki boşluğu. Kendini bile çekemeyen birisinin sözleri, hayata bağlı diğer insanlar tarafından yadırganabilir ancak, fakat hiç mühim değil. Kendi kendimi de yadırgamayı öğrendim. Zoruma gitmiyor tüm bunlar, dahası kırılmayı bile beceremiyorum artık, kırılmak için bile bir miktar yaşama sevinci kırıntısı kalmalı, öyle ya…

Herkes sıkılınca güzel resimler yapamıyor. Bazılarımız da kafayı kırıyor işte. Sıkıntıdan patlayan Burcu’lar, plazalara sıkışıp, kalmış Fatma’lar, amirinden azar yiyen diğer insanlar, kimlerin umurundayız acaba? Bir gün birçoğumuz bunca sıkıntıdan kalp krizi geçirecek, bazılarımız kötü hastalığa yakalanacak. Ama o insanın bunları yaşamasına neden olan diğer “insanların” hiç ruhu bile duymayacak. İşte ben buna dibine kadar “adaletsizlik” derim.

İnsan kendi kendine konuşurken de başkalarına bir şey anlatabilir. Neden büyük büyük yazarlar, nerede müptezel var, onların hikâyelerini anlatır ki? Anlatabilmekle anlatılamayan şeyler de vardır. Yeterli olmaz bazen. Neden mücadele eden insanların hikâyesi o kadar da ilgi çekmez yazılsalar bile ve üstelik neden bundan alınmaz mücadeleci insanlar? Anlatılamasa da anlaşılan şeyler vardır ve kafam sorular ülkesi…

Bir şeylere fazladan anlam yüklemenin gereksizliğini fark ettiğimde üşenmeye başladım, beynimi düşünerek yerinden oynatmanın lüzumsuzluğuyla çırpınıp, durdum, kelimelerin çıkardığı zorunlu seyahatler yordu, artık gitmeler istemiyor canım, üstelik feragat ettim zorlayan tüm haklarımdan. Yorgunluklarıma da ağırlık yüklemek istemiyorum, anlamanın ağırlığını, hiçbir şeyi çözmeye uğraşmayınca geriye bir çaba da kalmıyor. Rahatsızlığın gereği yoktu ve artık hiçbir şey düşünmeye değmiyordu.

Kırık tırnakların üzerine oje sürerek kapatmaya çalıştığım gibi içimdeki kırıklar, iç kanamadan ölsek bile fark edilmeyecek bazı şeyler. Dışını boyuyoruz, içini tamir edemiyoruz, uğraşsak bile bir işe yaramıyor. Görünmeyen ama varlıkları olan şeyleri büyüttüğüm için belki de o görünmeyende kaybolmayı özledim. Aynaya baktığımda “yoruldum” derken bile yorulan birini tanımaya çalışıyorum. Bazıları aile faciası, dünya artığı…

Ellerinde kuruyan gülleri unutmuşsun, günleri birbirinin ardına ekleyip geçirmişsin, hepsi tek gün gibi olmuş. Dertlerinin boyu dermanını geçmiş, umutların kaygılarına sırtını dönmüş. Gözlerin açıkken de uyumuş, gördüklerine tahammülsüzlüğünden, böyle suskunlaşıyor her şey. Ayağını yerine kadar uzatman da yetmiyor, derdine göre kalbini sızlatamadıktan sonra. Ağzımızı açacak olsak, yanlışlıkla yalnızlık dökülür, iki kelamdan birisi ıssızlığa dayanır, kuşlar bile aldanır, tüm tenhalığımla tehlikeli bulduğum her yere dalmak istiyorum kafa, göz, ağız, burun. Her şeyin bunca yarım olması hiç tamamlanamayacağımızın kanıtı, martıları unut, onlar pencereni unuttu. Göğün altında bir yer buldun ya kendine, şimdi ardına bakma, ama yaslan, geçmişine, yıldızları tarif et yol tarifi soranlara, ağladığıma gözlerimi inandıramıyorum, bulut indi zannediyorlar. Biraz fazla rüya görsem öldüğüme inanıyorum. Sonbahar yapraklarından anlaşılıyor, sen hüznünden tanınıyorsun, başka kimse böyle hüzünlenemez çünkü diye düşüyorsun.

Beynine batan kelimelerin suçu yoktu oysa beynini yıkamalarına izin veriyordun sadece. Sudaki aksinle zıtlaşıyordun, dişine göre, diline göre tartışacağın kimse olmadığından belki de kendinle kavga ediyordun. Dikenleri sevmenin bedeliydi kanamak, sen dikenleri sevince batmamak gelmiyordu akıllarına, daha çok acıtıyorlardı sevince, uzanan dikenler. İçimden geçen gemilerin hiçbir limana varamayan düdükleri, sokak çiçeklerinin balkonu düşlemesi gibi içim. Giyindiğim şu hüzün, hiçbir elbiseye benzemiyor, içi hava dolu, boşluk dolu, bir fırtına bekliyorum usulca, yalnızca saçlarımı götürmekle yetiniyor, oysa bana yetmiyor saçlarımın gitmesi, daha büyük şeylerim gitmeli, devranın noksan döndüğü, unutulan yeminlerin yerini hatırlanan kirli duyguların yoğunluğu aldı. Saçlarımın uzunluğundan anlıyorum artık rüzgârın uzun zamandır uğramadığını, ışığın uzamasından anlıyorum, bitmeyen karanlıkları.

Uzağımda oluşun yakınlığımızdan oluşuyor biliyorum çünkü benziyoruz, anlıyorum, anlatamıyorum, anlatamıyorsun, kızmıyorum. Kızamıyorum ama çok çaresizim. Tek leke vardır ruha yer eden; eksiklik.

Beklemiş kokuların bozularak birbirine karışmasının ulaştığı o garip durumun rutubetindeyim, biraz ıslak ve hüzünlü. Üstelik yağmurda beklemeye de benzemiyor bu. Dünyadan sonra kendimden de iğrenerek uyanmaya başlıyorum artık sabahları. Hayatın içinde olmak, çirkefin, kötülüğün içine illaki karışmak demek, mide bulantısı, yapımda emeği geçen herkese teşekkürler…

 

Yirmi İki Nisan İki Bin On Yedi Cumartesi 10:30

Nevin Akbulut