Browsing Tag

dergi

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Hiçbir Şey Anlatmayan Yazı

Uzaklardan bir yerlerden kan yürüyor boğazıma, ağzıma gelse kusacağım biliyorum, sesini duysam o an öleceğim, işim çok zor. Şimdiye kadar tüm kusmaları unutturacak kadar birikmiş şekilde geliyor. Hayvan gibi hırlamadım hiç, nefes alamadığım zamanlarda bile, belki ölürken hırlar boğazımdaki canavar. Elinde cam olan çocukların korkusu ve hassasiyetiyle kesilir boğazım belki bir yerlerde, gerginliğimi azaltmak için fazladan aldığım şurubun tadı kalır belki boğazımda, dilimde adı yaşarken… Belki de hiçbir şey hissetmeden her şey olup, biter. Gırtlağımın kenarına yıllarca yer eden arsız düğümün içinde biriken kelimeler ortadan ikiye ayrılırken, belki ayılırım, denizi ikiye bölemem ama belki hikâyeyi ikiye ayırabilirim, öncesi ve sonrası diye, sonsuzluğa doğru koşarken adımlarım, bir rüyanın içinde gizlenir belki umut, bir sonraki nesle yeniden gösterime girmez üzere.

Son gördüğü rüyada öldüğünü bildiği için, uyandığında yaşadığını görünce; bunun bir rüya olduğuna inandı. Alametlerin çoğu çıkmış, dünya yerle bir olacakmış, dünyanın batacağına içten içe sevinirken, bir şekilde bu şekilde de olsa kötülüklerin de yok olacağına sevindi. Kendi batışı da bunun içindeydi. İnsanların paniklemesini sessizce seyrederken, hiçbir şeyin umurunda olmaması, o anda elinde tuttuğu kitabı bile bırakmamak ya da dinlediği şarkıyı kapatmamak, hatta elinden kaleminin bile düşmemesi kesin onu olduğu yerde güldürürdü. İşte bu hayalinin bile hayaliydi.

Duvardan sıyrılmış badananın eksik yerlerinde bulmaya çalıştığı şekillere anlam yüklüyordu, her birini bir canlıya benzetmesi şarttı, tavanda uzanan uzuvlar, duvardan uzaklara doğru akan gözler, eski öpüşler, dudaksız… Zaten vurulmuş birini daha fazla vuramazsın, zaten yitirilmiş birini bir kere daha kaybedemezsin. Canını canına yara bandı gibi sardığın zamanları unutamazsın biliyorum, üstelik sararken bile çektiğin acıları, etlerinin çekilmesini, küçük gelmesini dış dünyanın benliğine, neresinden yazarsan yaz bu hikâyeyi anlatamazsın bayat öpüşlerini ve taze ölüşlerini. Yaranın üzerine düşen yangına körükle giden tuzlu gözyaşlarını unutamazsın. Yitirilmişliğe alışma, kedere ve yorgunluğa arada bir hüzünlen, o bile yeter yirmi birinci yüzyılda verilen değere.

Başka anılar olmasın diye, eskilerini özenle yaşayıp, eskitmeden ve tüketmeden yeni hatıralar yaratmaktan kaçınmak. Korkaklık değil de bu, başkalık, illa anı yaşatmak gerekiyorsa, hazır olmuşlarını yaşatırız. Hiç var olmamış ya da bu çağa yanlışlıkla yamanmış gibi hissettiği için, başkasının da varlığını kabullenmiyor. Hayal gibi yaşadığı zamanların şarkıları da çıkmasa karşısına kendi varlığından bile şüpheliydi, yüzleşecek bir yüz bile bulamayacaktı. Neyse ki kanlı canlı, sesli melodiler vardı.

Umutsuzluktan daha büyük bir şey varsa; o da delirememektir, denge dediğimiz şey bizi dışarıda olmamız gereken normal diye tanımlanan, çoğunluğun bulunduğu kalıba uymamızı sağlıyor. Dengeleri bozmaya çok ağladığım zaman birden içimden fırlayan kahkahanın peşine takıldığımda başladım, geleceğin aslında geçmişten pek de farklı olmadığını anladığımda, çarptığım kapıların ya da denize düşecekmiş gibi yürümelerimden artık korkmuyorum. Kaçmanın sadece küçük kurtuluşlar olduğunu biliyorum ve ölüm büyük bir uzaklaşma, gerçek bir selamet. Başka hikâyelerde aradığımı bulamayınca, kendi içimi kazıp, biriktirdiklerimi ortaya çıkarmaya başladım. Unutulacak kadar eski, antik bir aşktan kaçarken yakalanışımı, sebepsiz gidişlerimi, olayların içinde tesadüfen bulunuşlarımı, bir türlü sönmeyen ateşleri buldum. Biraz da kül buldum, soğuk, kendim ve başkalarına ait küller, ayrı yerlerde aynı yanan küller.

İleride göz torbalarıma biriktireceğim gözyaşlarını şimdi cömertçe harcıyorum, ne kadar ilerisi olabilir ki hem? Ellerimi yalnızlığın içinde kışın soğuk günlerinde ısıtmaya çalışırken, hep yaptığım gibi katlayıp cebime bıraktım, bir zaman sonra lazım olduğunda yeniden bulmak üzere, yalnızlık hep lazım olmuştur zaten. Birilerinin beni görmesi, gerçekten varlığımı kanıtlar mıydı, acaba şuan burada mıydım gerçekten? Yoksa dublörüm mü karalıyordu şu satırları? Gözlerimi içine bakabilen birisini bulduğumda bunu sormak isterdim ona. Kendimi bulmak için hissetmek, hissetmek için de aramak gerekirdi ama ben uzun zamandır kendimi aramıyordum. Aldığım nefeslerin yetmediği, yerlerde sürünen oksijenle artık baş edemediğim zamanlardı, yaşadıklarımdan dolayı mı bu hâle gelmiştim, yaşayamadıklarımdan mı? Her ikisi de eksik anlamına geliyordu, her gün aynı şeyleri yaşamak yaşam anlamına gelmezdi, her gün sokaklarda dolaştığımda bile bir türlü kaybolamadığımı görüp, gömemediğim ölüyle mezarlığa dönüyorum.

Tam olarak ne zaman uçmayı bırakıp da sürünmeye başladım, bilemesem de içimin sezgisinden tahminle yola çıkıyorum; birkaç yıl önce, dolaşmaya bile tenezzül etmediğim kuş olmadan uçtuğum zamanlardı, olmayan saçlarımın hayali dalgası vardı, yüzülmese de görülürdü. Nemin ıslattığı yaz günü sevdiğim haftasonu sevmediğim şeylere dönüşmüştü. Tüm gece yastığa sarılıp ağlamanın bıraktığı nem, sıcakla birleşince boğulacak gibi olmuştum. Soğuk duvarlara koyduğum alnımı, düşünmeye iten bir şey yoktu artık, daha doğrusu düşünmeye değecek bir şey kalmamıştı, huzurlu aileler hep uzaklarda olurdu, gürültülü kahvaltılar, kahkahayla karışık çatal, çay kaşığı sesleri hep bizim evden yükseklerde muhakkak penceresi bizden tarafa bakan ama bizi hiç görmeyen yüksek katlarda olurdu. Kışın üşüdüğümde cama vuran güneşin bıraktığı o sıcak izi bile sana yormaya alışmıştım, ilgisi olmayan şeyleri bile seninle bağdaştırmakta üzerime yoktu, bunu bırakmaya başladığımda mı anlamımı yitirmiştim, bilmiyorum. İçimdeki her şeyin ölmediğine unuttuğum adım kadar emindim, içimdeki son duygu kırıntısı da öldüğünde, yok olacağımı biliyordum, gözyaşlarımdan arta kalanı onları beslemek için kullanıyordum. Kendimi hissedemiyordum, iyi ya da kötü, hissedebildiğim tek şey; sıkışmışlıktı, bir kavanozun içinde, kapağı kapatılmış gibi ve her gün kendimi oradan oraya yuvarlamaya çalıştığımda bile kırılmayan bir kavanozun içinde…

Aldığın nefesi bile unuttuğun olur bazen, vermesini unutursun, iç çekişlerin de olmasa, ciğerlerin büzüşüp kalmıştı öyle, damarlarında dolaşan cılız kanın aktığını unutursun bazen, niye yaşadığını, her sabah bağ ağrısıyla niye uyandığını, ama hep bu ağrılar yalnız bir şeyi hatırlatmak için vardır, yaşadığını ya da unutmaman gereken bir acıyı. Bazen öyle anlar olur ki; daha önemli, daha kişisel şeyler bile o anda anlamını yitirir, her şey ona bağlanır bir tek, diğer tüm zamanlar kararır, ışık boşluğa yuvarlanır, sen ışık bulacağım diye biraz daha diplere sürüklenirsin. İşte tam da böyle oldu; üzerime kalın bir karanlık örtüldü, etrafın beyazmış gibi göründüğüne bakmayın, gözlerimizi yumduğumuzda her yer karanlık, üstelik bu karanlık hiçbir şey anlatmıyor artık, romantik falan değil, sıkıcı ve korkunç. İyileşeceğine inanmayan birinin ötanazi hakkıydı istediğim.

Etrafındaki her şey ölü gibiyse, öldüm de anlaşılmıyor sanıyor insan. Karanlığa alışmak bir şey değil de korkmak yoruyor, bir de üşümek, bunca sıcağa rağmen, içinin üşümesi, böyle zamanlarda daha çok inanıyorum ölü olduğuma ya da delirdiğime, delilik normal oldu zaten, deliremeyenler çıldırıyor. El yordamıyla uzattığımda elimi, kitaplara tutundum, tekrar yazabilirim zannettim, tüm okunanları, yeniden bir tek ben başka anlayabilirim sandım, anladığım şey, dünyaya bile sığmayacak kadar geniş bir anlamın boşluğuydu, çıkacak durumum da yoktu bu çukurdan.

Sana yakıştırdığım çünkü’leri biriktirip, kendime hep ama’ları bıraktım. Senin hep nedenlerin olduğundan bana hep bahaneler kaldı. Yokluğundan kendime bir elbise diktim, özellikle gece üzerimden çıkaramadığım, o olmazsa benimde olmayacağım, yarım yamalak varlığımı onun içine gizlediğim. Bileklerime kadar dolanan harflerden, söze döktüğün her kelimeden kurtulmaktı niyetim, damarlarımdan değil, ama içindeki kana kadar karışmışsa, ayıracak bir becerim yoktu.

Sekiz haziran iki bin on sekiz 13:40
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut Uncategorized yeni yazı

Bir Şeylerin Boşluğu

Hafıza kaybı düşleri kuruyorum, neyi ne kadar kaybettiğimi düşünmeden geçen zamanda, ne kadar üzülmem gerektiğini de bilemeyeceğim günler gelsin istiyorum.

Duyduğum sanrıların da altından artık bir şey çıkmayınca, boşluğa bağırmaktan başka çarem kalmadı. Dokuz köyden de kovulsam gidecek bir köyüm daha yoktu, kendi içimden öteye yer yoktu. İnsan kendi kendini doğurabilirken, neden aynı şekilde geri de alamıyordu? Neden çıktığımız hiçbir deliğe tekrar sığamıyorduk, ölümü saklayan mezarlıklardan başka? Cinnetime hâlen isim uydurabilmiş değilim, öyleyse bunca çıldırmanın anlamını aramayacak mıydık? Saçma sapan şeyler yapmaya çalışırken bile, mantık yürütmenin saçmalığıyla boğulmadın mı hâlâ? O zaman sana bu hiç dinmeyen çukurdan bahsedeyim; o zaman kesin gitmek isteyeceksin ya da bir an önce o çukuru doldurmak, bu doldurmanın boşluk doldurmakla hiçbir ilgisi de yok, zaten çukurla boşluk aynı şey değiller. Aynaya her baktığında gördüğünü zannettiğin ışığın seni terk ettiğinde, aslında onun da sana ait olmadığını anladın, kış günü çıplakken, soğuk ve nemli bir beton duvara çarpmak gibi bir şeydi bu. Tenin ürperirken, çaresizlikle kıvrandın ve içinden en az birkaç bir şey daha eksildi. İşte boşluk tüm bu eksilenleri dolduramayacak olmandır. Çukur ise, doldurabildiğine inanmandır. Yıldızların ışığına aldandın kimi zaman, hatta içlerinden en parlak olanı seçip, kendinin zannettin, o yıldızlar da gidince artık hiçbir şeyin sana ait olmadığını ve olmayacağını anladın. İçindeki kıpırtı bile nedensiz susunca, demek ki için bile sana ait olamamıştı. Sen bile sen değildin belki de artık. Arada bir özenle tırnaklarına sürdüğün oje bile senin değil, tırnaklarınındı, hoş tırnakların bile sana batamadıkça senin değildi, tutunduğunu zannettiğin her yer yok olup gidiyordu, ellerin bile senin değildi, bu dokunma hissi de yalan.

İçtiklerinin nereye gittiğini hesaplarsak, muhtemelen onlar da yalan, hoş onları da hatırlamıyorsun ya, ama yine de en çok hatırladıkların yalan. Gönderemediğin mektuplar bile sana ait olamadı, üstelik onların bir farkı vardı; hiçbir yere ait olamadılar. Senin telaffuz ettiğin kelimelerle başka şeyler anlattılar, kelimeler de sana yabancılaştı, ama en çok sen kendine yabancılaştın. İçinde taşıdığın boşluğunla birlikte, (işte bu sana aitti) sırtında taşıdığın bir araya getiremediğin onca kelime öbeğiyle ve bir türlü bulup, dolduramadığın bir çukurla. İşte bunlar hep sana aitti.

Kar tanelerini o kadar beklemene rağmen, hiçbir kar tanesi senin olmadı. Güzel şeyler hep başkalarınındı, sana yangınlar, sana bolca ıstıraplar, ama kar taneleri hep başkalarının, çocukların oynadığı kartopları da hep başka çocukların oyuncağı oldu. Senin çocukluğuna uğramamışlardı bile.

Aynı dili konuştuğunuz hâlde, aynı şeyleri söyleyemediğin için susuyorsun, susmalarının sebebi kendin olmadığı için sana ait değil. Hızla geçerken sokaklardan çaktırmadan camlarından kendini görmen için baktığın binalar da senin değil, üzerine yağmurda, çamurda su sıçratan arabalar da senin değil. Olmak istediğin hiçbir yerde değilsin. Ama yine de sana dairmiş gibi görünen bir çocukluk var. Küçükken annenin dinlediği kasetler var, içine yer eden şarkılar var, senin olmadığı hâlde, sahiplenmek istediğin zamanlar var, hiç olmayacağını bildiğin hâlde vazgeçemediğin hayallerin var. Kimsenin kimseye kalmayacağını öğrendiğin için kimse kimsenin olmayacak. Ellerinin sıcaklığı bile sana ait değil, yoksa bunca üşümezdin. Yazmaya çalıştığın şu kalem bile senin değil, birilerinden ödünç alınmış gibi, eğer senin olsaydı, yazdıklarının altını çizebilirdin, çizemedikçe başkalarının… Yazmayı tam orta yerinde durduramayınca, bitiremiyorsun bir türlü. Beceriksizliğin bile birisinden miras kalmış gibi, aynı ezberlenmiş hareketler, okudukların bile anlayabildiğin kadar senin, kaçı aklına yer etti, içine bu kadar işlerken? Yarım bıraktığın, yarın devam ederim diyebildiğin şeylerin hangisini yarın tamamlayabildin? Yarımlık içindeki boşluktan mı geliyordu, yoksa üşeniyor muydun? Yazamadığın tüm hikâyeleri tam ortasından kesip, atabildikçe büyüdün işte… Sana büyüklüğü gösteremem, ama belki anlatabilirim. Sildikçe izleri hatırlayacaksın, üstelik o izler öyle silik ki, tam da sana ait gibi. Kuş gibi göğsünde uyuduğun o uyku da senin değil çünkü sen hiçbir zaman bunca derin uyuyamazsın. Anladığına inanmanın cahil sarhoşluğuyla, sanrılarını kucaklıyorum çünkü aslında tüm bunlar bile bir miktar masumiyet içerir.

Yetinemediklerimizin götürdüğü yerden dönemiyoruz, yüzümüzü yitirdik belki, biraz da hatırlarımızı. Birini sonsuza dek sevmenin, severken yeteceğine inanırken, o gittikten sonra yetinemeyeceğini anladığının ve sevmeye devam etmenin yalın pişmanlığı… Kâğıtlardan mutlu şeyler yaratamadığın zamanlardan, kesekâğıdının hüznüne, solmuşluğuna saman kâğıdı defterinin, yüreğinden dökerken ansızın ve acımadan zımparaladığın o kelimelere… Annenin lüzumlu ya da gereksiz televizyon üzerine, sehpalara hatta saksının altına bile yerleştirdiği dantelleri, babaannenin sana hiç öremediği kazağı, bu hayatta kalanların, gidenlerden daha fazla canını acıttığı, sabahları yataktan kaldıran şeyin yalnızca yeni bir kitaba başlamanın heyecanı olduğunun ayırdında olman. Tüm bunlar ancak seni biraz daha eksik anlatır, yarım bırakır…

Ayaklarımın değdiği asfaltın altında tüm yaşanılanları bitirdiler, şehrin içinden sessizce gitmelerim hiçbir anıyı hüzünlendirmeyecek. Hiçbir martıyı hüzne boğamayacağım, onlar hâllerinden memnun vapurlarla yarışırken. İçimdeki şehri oraya buraya taşımaktan yoruldum. Her şey aynı yerindeyken, kendimin oraya buraya savrulmasından… Adımımı attığım yerin boşluğunda boğuluyorum, üstelik öldürmüyor, kemikleri kırmıyor çünkü ne merdiven boşluğuna benziyor bu, ne de asansör boşluğuna. Sırlarımızı saklayan ağaçlar da yaşamıyor artık, üstelik gömülü değil, gidip dertleşeceğimiz bir mezarları bile yok. Odununu, kurusunu bile bırakmadılar. İçimden kendimi çıkarsam, içsiz kalırmışım gibi, bu bedene, bunca boşluk çok fazla. Aşka bir türlü yakıştıramadığım özneler, yanlış yere bırakılmış dudak izleri, başka masalarda sabahlamalar. Yanlış coğrafyada benliğini fırtınaya bağışlamış gibiyim, üstelik hiç de sihirli bir şey değil bu. avunduğunu zannettiğin düş parçalarını bile ufaladılar. Elini değdireceğin kadar bir parça kalmadı, üstelik bunu zaman yaptı hani her şeyin ilacı olan zaman, sana bir türlü iyi gelmedi. Hiç kurumayacak bir yazıyla anlatmaya çalışıyorum seni tüm teferruatıyla…

Durdukça yosunlara özeniyorsun, bekledikçe onlara benziyorsun, hiçbir şey yapamayınca onlar gibi kokuyorsun.

Çizdiğin tüm çizgiler, onca dikkatine rağmen hâlen yamuk çıkıyorsa, belki de yer yaradılıştan düzgün değildir. En sivri uçlu kalemi eline alıp, yüreğindeki damarlara batırarak çekip, aldığın, hayatından kopardığın kelimelerin ahıydı belki de bu yaşadığın ya da yaşamadığın. En acı veren şeyi bile unuttuğunda hüzünleniyor insan çünkü bir yerlerde kendisinin de unutulduğunu ve unutulacağını hatırlatıyor bu, senin travmanın bir başkasının bakıp, geçebileceği küçük, acıklı bir trajediden öteye gidememesi gibi, bazılarının kalbine hiç ulaşamıyorsun, derisinden ileri geçemiyorsun. Aynı acının bir yerden sonra hep kopyalanıp, hayatına yeniden ve yeniymiş gibi yapıştırılması ve o acının acımasını unuttuğunu zannettiğin anda, yeniden daha başkaymış gibi acıtması…

 

On Beş Aralık İki Bin On Yedi 16 30

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut Şiirler yeni yazı

Ruz Kâbusları

Şimdi kendi felaketimizden kaçmak için, daha başka felaketleri görüp, onlar için bir şey yapmak istiyorum. Çıkıp sokaklara bağırmak, büyük taşkınlıklar yapmak, insanları şaşırtmak, kendi huzursuzluğumu herkese göstermek istiyorum. Büyük plazaların camlarını kırmak istiyorum mesela, ama taş bile bulamam artık bu şehirde, her yer asfalt. Onları da sökmeye gücüm yetmez, hem iş makinesi lazım onun için, ayrıca taş bulup, atsam bile yine kırılmaz bu camlar, kaç katla kaplanmış içerideki dosyalar, insanlar, işler bilemiyorum, kaç kat saklanmış özgürlüğün rengi bilinmiyor. Bilemedikçe yoruluyorum, yoruldukça üşeniyorum. Kafamı bir şeye, ama sürekli bir şeye takıp, meşgul etmek istiyorum, ama aklım daldan dala konuyor sanki bunca düşünce nereme sığıyor bilmiyorum. Bazı geceler aklımdan fena şeyler de geçiyor, deliliğimi artık saklayamayacak yaşa geldim, bir sürü bağırıyorum içimden ama yalnız kendim duyuyorum, hem sonra el âlem rahatsız olur. Kendi rahatsızlığımdan çok, başkalarının rahatsızlığını düşündüğüm için, bir türlü rahat edemiyorum. Oysa bir kişi rahat edemiyorsa şu yeryüzünde, diğerleri nasıl rahat edebiliyor, şaşırıyorum. Onlar huzursuzluklarını saklamakta çok mu becerikliler ya da huzursuzluklarını gizleyecek kadar güvenlikleri ve mal varlıkları mı var? Ben artık gerçekten rahata eremiyorum ve ne yaparsam yapayım, olmayacak, neye sahip olduğumu zannedersem edeyim, yine rahat edemeyeceğim.

Gülünmeyecek şeylere de gülebilen biriyim aslında, bizi güzellik değil, delilik kurtaracak. Yaşayıp, geçiyoruz, ders yok, tecrübe yok, anlamak yok. Hikâye yok, kafamın içinde en sadeleştirilmiş şekliyle bir hayat geçiyor, virgüllere bunca takıldığım ondandır, anlatırken, sanki başka bir şey yapıyormuşum gibi, başka bir konuya atlıyormuşum gibi oluyor. Anlatamıyorum ben aslında, kafamın içindeki o karışık ve karanlık sulardan bir türlü çıkamıyorum. Her şey birbirine giriyor karanlıkta, bulamıyorum doğruyu, doğruyu bulamayınca yanlış da bulunmuyor. Hepsi birbirine bağlı olabilir ama aradığımız işaretler, olmasını istediğimiz mucizeler falan yok. Sonuç yok, hiçbir şey yok. Herkesin anlam yükleyebildiği şeyler komik geliyor, bir şey anlamak istemiyorum. Beynimde bir sürü anlamını bilmediğim şeylerin ağırlığıyla enkaz gibi oturuyorum. Sanki bir şeyleri yaşıyorum da cümlesini kuramıyorum gibi. Olaylar; sağımdan solumdan, kenarımdan geçiyor da, hiç kendimi saklayamıyorum gibi…

Varlığımı artık kullanılmayan, eski ve ölü bir masaldan yontmuşlardı. Ellerimin bir ölünün ellerine benzemesini buna borçluydum, gülümseyişimi de alıp, eklemeyi unutmuşlardı. Geçmişten söz edebilecek kadar canlıydım, geçmişi unutamayacak kadar bilmiş, yaşarken hikâyenin içi boşalmış gibiydi. Kimsesizlik böyleydi, ıssızlık bunu gerektirirdi. Boğazımda çiçekler açsın istemiştim ama düğümler, arsız otlar gibi izin vermedi.

Beynime yakıştıramadığım şeylerin eninde sonunda kalbimi bulacağını biliyordum. Cümlelerden kılıçlar gibi batacaktı kalbime, bir yanı daha keskin, odalarının içi yerle bir olacak, dağılacaktı, sonra mahvetmek için başka yerlere göçünü isteyecekti o cümleler, ciğerim yanmak için çok uygundu, parçalanmak için de eski deyimlerden yardım alabilirdim.

Fazla duyarlılık hastalıkmış diyor doktorlar, en çok üzülenler listesinde kaçıncı sıralarda olduğumu söylemedi ama bir teşhisi varmış. Normal insanlardan kaçarken, kedilere, kaplumbağalara ve kuşlara ağlıyormuşuz, sanki her şey normalmiş de bir ben değilmişim. Bunalım, bipolar bozukluk, panik atak falan hikâye hepsi. İnsan kalabildiğin için hep bunlar, bu ağlamalar, bu dumanlar…

Herkes okusun ama anlaşılmasın istiyorsun, herkes bambaşka bir şey anlasın ama ancak herkesin anladığı bir araya gelebildiğinde anlamı olsun istiyorsun. Yüreği yakıp, geçen şiirler gibi olsun istiyorsun yazdıkların ama neden acıttığının bilinmediği gibi… Sırf bu yüzden hiç yazılmamış bir şeyler söylemek istiyorsun, bunun için deliriyorsun. Lüzumsuzca geldiğin dünyada, istenmeyen birinin bile yaşama sevinci denilen büyüye tutunup, kalmasını anlatmak gibi, öleceğini bilerek birilerinin sevgisine bağlanmak gibi, olmayacağını bilerek inanmak, çabalamak gibi… Her hikâyenin biteceğini bildiğin hâlde, günlük saçma sevinçlere vakit ayırabilenlere burun kıvırmak, küçümsemek gibi… İspattan uzak, ama açıklayabilecek gibi doğmanın sitemini yazın sıcağında ağır bir battaniyeden zar gibi üzerinde taşırken, beynine hücum eden düşüncelerden, bunaltılardan seni koruyan, yüreğini ferahlatan kelimelere sığınmak gibi. Zihninde biriken bir sürü soruya cevap bulduğun hâlde kabullenip, sevinmemek gibi, aptalca inanmamak gibi, arayışlarına bir temenni yakıştıramamak gibi.

Kendi dehşetimizden kurtulup, başımızı dünyaya çevirdiğimizde, ilk kez şaşırmış gibi oluruz. Anlamsızlığın çatışması, umutsuzlukla çarpışır, teknik açıdan ilerlememiz bizi biraz daha aptal durumuna düşürür, sersemliğimiz derinleşir, düşüncelerimiz yapaylaşırken.

Ölürken izleyebileceğim, güzel bir film şeridim olmadı. Gecenin en karanlık yeri gündüzleri bile karşıma çıktı. Endişeden titreyen gölgemle baş başaydım, bizden başka kimseler yok ortalıkta, birde yağmurdan titreşen, titreştikçe korkan bir sarı lamba. Ölümü öğrenmek için, önce ölmek gerekiyor, kötü şeritlerden oluşan hayatımı nereye koyacağımı bilmiyorum. Güzel bir film şeridi olacak diye biraz daha yaşayamam ya, böyle arada kaldım. Hayatıma son veremedikçe hayallerim kırılacak, onlarla birlikte başka şeylerde… Beynimdeki uğultudan kafam uyuşacak, ama hâlâ hissetmeye devam edeceğim, üstelik hissetmemek için yapmaya çalıştığım hiçbir şeyin faydası da olmayacak. Kendi gözlerimin donukluğuna bakarken, donuyorum. Bembeyaz duvarda bir sürü şey arıyorum, pürüzsüz yapılmış badananın içinde, kirli çiviler bulabiliyorum bir tek, onları kafama takıyorum. İçim kararıyor, gözlerim kadar. İçimden geçen cümleler, keyfimi kaçırıyor.

Yazdıklarımı gözden geçirmeye kalktığımda, her satırda yatan birkaç ölü duyguya denk geliyorum, gündüz gözü kâbus görmek gibi bir şey, geceden daha çok, sayfalarca kâbus. Sanki bileğim, kesilmiş, kemiklerim kırılmış, ruhum kopmuş gibi ama hiçbir şey hissetmiyorum. İntiharıma biriktiriyorum tüm mutlu resimleri. Gözlerim çıplak baktığı için sokakları, ıslanmışlar. Yanlış değildi adımlarım, doğrusu bir yere varamadığımdı. Buradaki yanlış bu zamana kadar ölememiş olmamdı. Aynı şeyleri tekrardan yazınca, her defasında başka bir hikâyeye doğru gideceğine inanan katıksız itikatlıydım, saf suyun bir gün yolunu değiştireceğine olan inancı gibi. Nasıl anlatacağımı biliyorum ama nasıl kurtulacağımı bilemediğim kâbuslardayım. Boş şişelere anlam yükleyip, denize atabilecek kadar büyüdüm. Aynaya koşuyorum, kâbus değil de bu defa rüya görmek umuduyla, korkudan bakamıyorum. Hani bıraksam kendimi, içimden aşağıya, hiçbir yere varamam, koştuklarımla kalıyorum, arada düştüklerimle anılıyorum. Günün belli saatlerinde görünmeyip, unutulmuş, hiç rağbet görmemiş bir romanın en sıkıcı ve silik karakteri oluyorum geceleri. Sarhoş oldukça çekilmiyorum, kendimi taşıyamıyorum. Hayatta taşıdığım kadar acının yükünü, kilomun bilmem kaç katına çarpıp, bölmem gerekiyordu parçalarına, bilmiyorum. Aynaya baktığında; gözlerindeki doluluktan ayna taşar, duvarlara çarpma sesini duyarsın, yüzün kırılırken, içinden de bir şeyler tamir olmayacak şekilde parçalara ayrılır. Beynindeki öfke ve isyanla birlikte, hiç de durumuna uymayan bir tezatla, yanağında kurumayı unutmuş, alzaymır hastası bir gözyaşı vardır.

Yirmi Sekiz Eylül İki Bin On Yedi 17 20
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Okuyup, geçebileceğim bir kitap değildin!

Seni tanımayı o kadar çok isterdim ki… Tanıyınca ne olacak sanki hiçbir şey. “Dünya ne kadar küçük” derdim, sonra “aslında dünya ne kadar da büyükmüş” derdim gidince. Acılarımın dibine kadar dokunan, köküne vardıran bir kitap okudum. Saf acımın tefsiri gibiydi bu, açıklamalı, mealli, bir o kadar da anlamlı. Beni artık kitaplar hasta ediyor, insanlar değil. Bağışık sistemi düşüklüğü zırvaları, üşümelerim, üşütmelerim, sıcaklamalarım falan değil. Hep en son dediğim yerde, hayatıma denk gelen orospu çocuğu ruhlarına rastladım orada. Sanki o kitaptan çıkıp, gelmişlerdi hayatıma, beni yaratan benimle dalga geçiyormuş gibiydi okudukça. Beni bu kitap hasta etti. Benim sorunum kendim hariç kimseyi kıramamak, kimseye hak ettiği cezayı verememek. Zararım kendime, kelimeler ziyan. Anlattıklarımda saçmalamaktan öteye gidemiyor, görüyorsun ya. Erkekler gittiklerinde geri dönmezler çünkü onlarda geri dönecek kadar göt yoktur, ama kadınlar öyle mi? Kapının önüne koyarsın, bir yere gitmez, it gibi bekler kapıda. Ben çok bekledim. Sokakta da kaldım bazen. Beklemeyenler de var, o ayrı. Sem kadar cesur olsaydım keşke. İnsan ölmek isteyince en çok kendine değil de bir annesi varsa ona ağlıyor, onun ağladığını düşünüp. Bundan işte, yapılmıyor. On sekiz yaşımda hayatımın en büyük fırsatı çıktı karşıma kanser ve ben onu tam üç senede harcadım, sonrası yine hayal kırıklığı. Ölüme çelme takarken, kendi sonumun acısını çoğalttım yalnızca, gittikçe çoğalan, sürekli başka bir acı doğuran acı. Yendiğimi zannettiğim ölüm değil, hayatımmış. Biraz daha içine etmek için kaldığı yerden devam ediyormuş düzensiz nefeslerim. Hastalık ve kocaman bok çuvalıyız, bir sürü pisliğe batarken, hâlâ temiz bir şeyler kalmış gibi devam ediyoruz utanmadan yaşamaya, onları da kirletmek için. Üstelik bunca kirlenmişken, paslanmaya da devam ediyoruz. Umut denen hastalığı nasıl da bulaştırıyorlar her yanımıza! Mutluluk denen uyuşturucuyla. Boğazımdaki düğümle her gün kavga ediyorum, her gün binlerce kelimeyle içimi dökebilirmişim gibi geliyor, söyleyebildiğim bir şey yok. İçimin hiçbir yere gittiği yok. Gidebilseydi belki Sem gibi kendimi gebertebilme cesaretine varırdım. Yaşadığı yalan hayatın gerçekliğini anladığında bunu yapabilir insan. Yoksa herkes rüyada yaşıyor gibi, öyle olmasa nasıl katlanılır ki bunca saçmalığa, acıya ve zulme?

İçimin boşluğunda durmadan yuvarlanıyorum, kıyamete kadar da böyle olacak. Hani insan kendini ne şekilde öldürürse, kıyamete kadar o işlem devam edermiş ya, bizimkisi de böyle. Durmadan yuvarlanmak, hep daha büyük bir çukura.

 

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Yaşayamama Hastalığı

Anlamanın verdiği ağırlığı taşıyamıyorum, beynimde sürekli bir uğultu, kulaklarımda hiç tanımadığım yabancı sesler, böyle anlatınca bir korku filmi gibi geliyor biliyorum ama aslında bu dramdan birkaç boyut ileride bir şey…

Nefesin gidip, geliyor, daralıyorsun, şu boğazındaki düğüm bir izin verse belki biraz daha yaşamak isteyeceksin. Ölmeyi dileyip duruyorsun, ama ölümün eşiğine geldiğinde yaşamak için dualar edip, yalvarıyorsun. Diğer zamanlarda belki de inanmadığından öleceğine böylesi cesur bir durumun peşine gidiyorsun. Şimdiye kadar hiç anlaşılmadığını düşünüp, eğreti dudaklarınla yamuk bir gülümseme yerleştiriyorsun dudaklarına, sigara gibi. Bundan sonra anlaşılmayacağının alaylı kanıtı bu… Anlaşılmayınca kendini yabancı ve kötü hissetmen gerekir, tükenmen gerekir fakat sen kendini sırf bu yüzden apayrı hissediyorsun. İstiklâle çıkıyorsun, göklere gidemiyorsun, Boyacıköy durağından göğe baksan bile göremiyorsun artık kuşları, bulutlar da eskisi gibi şekil yapmıyorlar, her şey çok şekilsiz oldu. Başını sokacak kadar kuytu bir köşe bulamıyorsun artık, ne kadar saklanırsan o kadar buluyorlar, ne kadar görünmek istersen o kadar görmüyorlar. Cümlemizde bir gariplik var, cümlelerimizde, yan yana dizilmeleri beraber oldukları anlamına gelmiyor, en zıt cümleler bile komşu olabiliyorlar.

Bizde bir zifirilik var ve sessiziz. Kötü geçirdiğimiz günleri ömrümüzden silmeye kalksak kaç gün kalır geriye hesaplayamıyoruz. Herkes olanca bütünlüğüyle birbirine benzerken, herkes birbirine yabancı, kalabalıkların sersemlettiği mesai sonraları, içine doldurmaya çalıştığın huzurun sen gelene kadar bitmiş olduğunu görüyorsun, gerisingeri gitmeye çalıştığında hiçbir yere varamıyorsun, sokaklar bile anlamıyor seni, bizi… Bunca insan bir yere gitmeye çalışıyorsa, kesin bir yere varılıyordur diye düşünüyorsun ama sen varamıyorsun, sanırım sorun sende, bizde…

Yalnızlığının istifini bu kalabalık bile bozamıyor, sersemliğinin kalabalıkla ilgisi yok, başka şeyler var aslında, anlamakla ilgili bu ağırlık. Yakınında yer alanlarının içine ekmeye çalıştığı endişeler hiç filiz vermedi, her şeyin ötesine geçebilince, hiçbir şeyden korkmuyorsun, nadasa bıraktığın yüreğinin hasat zamanı gelmiyor ya da ekşiyor, bayatlıyor tüm ektiğin duygular, zamanında ekilmediği veya zamansız biçildiği için. Sirkeyle şarap arasında gidip, geliyorsun, bin yıl geçmiş gibi oluyor ama aslında çok yakın, ölmeye yatmakla şu durum aynı. Gündemi konuşmanın günümüzde yaşadığın anlamına gelmiyor, açtığın kırmızı çiçekleri yiyorlar ya da üzüm sanıp, eziyorlar. Gövdesi yaralı ağaca, sokakta kalmış salyangoza ağlıyorsun. Sanki her şey çok normalde bir sen acayipmişsin gibi geliyor. En çok da bundan nefret ediyorsun. Güleç yüzlü ayçiçekleriyle konuşuyorsun, üzümlerin ezilmişliğini, incir ağacının derdini dinliyorsun. Hayretlerine çıldıracak yer bulamıyorsun, burası çok dar. İnsan ağız tadıyla deliremiyor bile. Sessizlikler beynini parçalamak istiyor, kafan bile kanamıyor. Hep başka, ama hep aynı yerden kırılıyoruz. Bunun için bile akraba sayılırız. Yüzünde beslediğin şefkatlerinde masum çocuk gülücükleri saklanırken, az daha onlar da bozulacak gibi oluyor, şaşkınlığında yapay bir buruşukluk var, ama hiç yaşlandırmayan. Oysa kırışıklıkları seviyorsun sen, büyümenin anlamını, yaşamın çizgilerini… Kırık bardak gibiyim, dolmadığımdan kimse ağladığımı bilmiyor, her gece ağlamaktan karanlıktaki gölgem yaşlanıyor. Ağaçlara içini dökesin var, yeşili üzenleri dövesin var.

Kaybolmayı istemediğimizden mi bunca yazıyoruz? Bir şair kaç yılda ölür? Hangi satırda kaybolur? Hayal kırıklıklarından yaptığımız mezar, bizi bize buldurur belki. O zaman unutuluruz, hem pek güzel tören olur bundan. Kansızlığımıza kelimesizlik diyoruz, parasızlığımıza masalsızlık. Söylesene en son hangi masala inanmıştın da bir de üzerine gerçek oldu? Kelimelerinin çıplak acizliğine uğradık, yara izi bırakıp, giden dikenleri bile unutmuyoruz, perdelerin yaz akşamları karanlıkta rüzgârla salınan müstehcen dantelleri… Geçtiğimiz sokaklarda namımız kaldı, tavan arası bile yeterdi aslında kokuşmuş duygulardan kaçıp, kurtulmamıza. Parçalanılışımıza herhangi bir tanık bulamadık, aramadık zaten, kendi eksenimizde çizdiğimiz yuvarlaktan hayat denen bir şekil oluşturduk, içinde yaşam yoktu.

Kalbimin kamaşmasına aldanıp, yırtmak istiyorum, içindeki her şeyi, sen dâhil, delip deşmek istiyorum. Beynime giden dumanlarda senin payın var. Herkes kırmızı kalpli, parlak balonları severek izliyor, kimse onları; kimin satmak için elinde tuttuğuna bakmıyor. Sıcacık bir şal istiyorum ve tüm saframı halının üzerine kusmak istiyorum. Dünya durmadan dönüyor ve bu benim başımı daha çok döndürüyor. Yersiz cesaretlerimin karşısında, sonraları gülme krizlerine giriyorum. Hatırlamamam gereken bir yığın şeyle dolduruyorum unutmam gerekenleri. Sıcağın donduracağı, soğuğun bunaltacağı, soğuk duvarlar istiyorsun. Bedeli bir nesil öncesinden ödenmiş gülmelerinde, hep ağlayan bir şey var, gözlerinde borçlu bakışlar sergiliyorsun, kaçmak istediğin dünyadan, pencereden sarkıtacağın ipi, kendi ellerimle örüyorum, ayaklarına batmasın diye çakıl taşlarının kenarlarını bir şekle sokuyorum, kendimi kendimden kaçırayım diye uğraşıyorum, hayat bana kötü şeklini yaparken…

Herkes sıradan şeyler için çıldırma nedenleri ararken, bu seni çıldırtıyor. Kendi gölgesiyle bile geçinemeyenler seni delirtiyor, biliyorum, içimden biliyorum. İçimden susmak geliyor oysa hep, yalan duyduğumda kaçıyorum, beni bir tek bu kaçırtıyor, yoksa sabırlıyım, anlayışlıyım ama yalanlar yoruyor. Güzel anlar olunca tanık sayılmıyoruz, nerede bir acı var, tanık oluyoruz. Sızılarım tepindikçe bağrımda, bağırmalarım tıkanıyor, hissetmiyorum. Yazdıkça yaşadığım duygusu beni yaşlandırıyor, kaçmak istiyorum, yürüyemiyorum. Sırnaşık ve ciddiyetsiz vedalardan bıktım, hiç duymayacak olana anlatmaya çalışmayı, anlamıyorum. Yaradılışım doğru zaman dilimi değil, bu dilimi hazmedemedim, neslimde doğmadım. Bardakların kırdığı damarlarım, şimdi ıssız, yine de aklımın içinden renkli legolar uydurmaktan geri durmuyorum, acıyla yıkanıyorum, kanadıkça paklandığımı sanıyorum. Neyin günahını ödüyor bu ağlamalarım, bilmiyorum. Gidecek yeri olmayan bir çocuk gibi sızlıyor içim, adımın yeniliği çağrıştırdığı kadar eski hissediyorum, tezatların anlamında kayıplardayım. Neden sorusunu yanlış zamanda sorduğumuzdan belki yanlış cevaplara razı olduk.

Densiz bir yumuşamanın ardından gelen gözyaşlarına hiç hazır olamadım. Gözlerimin ihanetiydi bu. Yaşayamama hastalığının bıraktığı izleri birkaç organımda buluyordum, fizyolojinin bozulması ve görevlerini yerine getirmemesi deniliyordu buna, ben rutin diye cevaplıyordum.

 

On Dört Haziran İki Bin On Yedi 16:00

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut Uncategorized yeni yazı

Son Ada (Rüyası) – Zülfü Livaneli

20170528_132913

 

Kütüphanemde değişik ne okusam diye bakınırken, yıllar önce alıp, beklettiğim bu kitaba rastladım. Her kitabın okunma zamanı vardır ki, bu da tam zamanına denk gelmişti. Doğrusu Yaşar Kemal’in açıklayıcı önsözünü okusam da yine bu derece etkileneceğimi hiç düşünmüyordum. Ama okuduğum andan beri beni içine çekti, olumlu ya da olumsuz anlamda. Gerçek anlamıyla tam olarak artık o Son Ada’nın içindeki evlerden birinde, herhangi bir numarada oturuyordum.

Adaya gelen eski Başkan tarafından, kendi menfaatleri doğrultusunda, adanın eski huzuru, güveni ve doğallığını bozmaya başlıyor, felaketler silsilesi tam da başkanın geldiği zamanlara denk geliyor. Doğayı bozmanın cezasını tüm ada sakinleri çekmeye başlıyor. Huzursuzluk, katliam ve vahşet, tümü de artık adada bulunuyor. Herkes huzuru bulmak için gittiği adada huzurdan eser kalmıyor, kimse kimseye güvenmiyor, doğaya da güvensizlik başlıyor. Başkan kendi çıkarları doğrultusunda, insanların hayatını mahvetmeye devam ediyor. Ada sakinlerinin bir kısmı adadan uzaklaşıp, eski şehirlerine gitme düşünceleri doğsa da bunu yapamıyorlar. İçlerinden birkaç kişi durumlardan şikâyetçi olsa da çoğu başkanın tarafında yer alıyor. Öyle bir zaman geliyor ki, eski huzurlu günlerini bile unutmuş oluyorlar.

Okuyup uyuduğum, uyuyup okuduğum bir hafta sonunda, adadaki o vahşeti o kadar kafama takmış olacağım ki, daldığım rüyadan daha doğrusu kâbustan, seri hâlinde birkaç kitap çıkardı. Bu kâbusların kitapla alakası var mı bilemem ama bildiğim tek şey çok gerçek olduklarıdır. Kâbustan kâbusa atlarken, ilkinde kalabalık bir yerde silahlar patlıyor ve inşaat gibi bir yerden üzerimize betonlar dökülüyor, birçok insan yaralanıyor, bizleri de bir araca doldurup, uzak bir yere götürüyorlar, ama felaket tüm şehri sarmıştı. Götürüldüğümüz yerde de sıraya dizilip, bir sandalyede oturtuyorlar bizi. Benim sırtımı bir kurşun yalayıp, geçiyor ama yaram öyle çok ağır değil. Yine de acı çekiyorum ki bunu tüm hücrelerimde gerçekten hissediyorum, kanın ılık ıslaklığı sırtımı ürpertiyor. Sıraya dizilmiş bizlerden mor saçlı bir kadın sırf yazdığı için, sorguya çekiliyor ve çeşitli hakaretlere uğrayarak dalga geçiliyor, anladığım kadarıyla bizleri yazdığımız için toplamışlar o felaketten. Sıra bana doğru gelirken, (kalbim tabi bu arada müthiş atıyor, uyandığımda duracak seviyeye gelmişti neredeyse) o arada bir motor, bot gibi bir şeye bindiriyorlar, güya tanıdıkmış onlar ama tanımıyorum, bir felaketten kaçarken diğerine tutulacağımı tahmin etsem de, o felaket türünü bilemediğim için gitmek durumunda kalıyorum. Kapkaranlık bir gecede, karanlık bir denizde yol alıyoruz, sallanarak. Sonra beni o saldırının ilk olduğu yere doğru götürürken, deniz beni içine çekiyor ve ben bu durumdan hiç şikâyetçi değilim, öleceksem bile böyle ölmeliyim diyerek, denize bırakıyorum kendimi. Ama o bıraktığım yerde bir sürü suyun yüzüne çıkmış öylece duran cesetlerle karşılaşıyorum, yüzemiyorum, kolumu attığım yerde bir şeye çarpıyor ellerim. Çok korkuyorum tabi, tek çare belki de kendimi dibe vurmak diye geçiriyorum içimden. İnsan ölülerini tıpkı denizin üzerinde vurulan bembeyaz martıların suyun üzerindeki cesetlere benzetiyorum.

Soluk soluğa ve kocaman bir kalp gümbürtüsüyle uyanırken, gördüğüm şeyin gerçek değil de kâbus olduğunu görmek de rahatlatamadı beni. Keşke bazı şeyler gerçek olmasa, okumaya dayanamazken, yaşanılanlar var. Gözlerimi açtığımda hayatın kaldığı yerden devam etmesi hiç ama hiç rahatlatmadı yüreğimi.

Martılar bizden önce de bu kıyıların sahibiydi, kendi çıkarların uğruna doğadaki düzeni yok etmeye çalışırsan, en büyük zararı kendin görürsün, başta küçük sanılan, büyük günahların hikâyesi bu.

Bir vahşetten kurtulmak için, daha büyük başka bir katliamla karşılaşıyor ada ve sakinleri. Kanla beslenen bir millet hâline geliyor çoğu, lanetli adada insanın içindeki canavarlık ve gerçek dostluk sorgulanıyor. Bunca hırs ve öfkeye rağmen hiç kimse kazanmıyor, herkes ettiğinin cezasını acı bir şekilde çekerken, bu duruma karşı çıkanlar da aynı sonuçlara maruz kalıyorlar. Masumiyet ya da suçluluk bazen fark etmiyor, kötülüğün çok olduğu yerlerde. Zenginlikle kandırılmaya izin vermiş olmanın ve açgözlülüğü huzura tercih etmenin kefaretini ödüyorlar. Bencillik, diktatöre boyun eğme, körü körüne inanmanın vermiş olduğu rahatlık, küçük hırslardan oluşan menfaat duygusu ve cehalet cennet gibi güzelim adayı cehenneme çevirip, herkesin hayatını yerle bir ediyor. Yasemin kokular ve çam fıstıkları olan adada artık yalnızca lanet, bir sürü katliam, is kokusu ve kocaman bir sis kalıyor geriye. Yanıkların bunca büyük olduğu hayatlarda bir daha hiç kimse toparlanamıyor.

O korkunç rüyadan sonra, uyandığımda bir an önce bunları yazmam lazım diye geçirdim içimden.

 

Otuz Bir Mayıs İki Bin On Yedi 15 00

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

İçimizin Kırıklarının Toplamı

Belki de söyleyemediğin kelimeler başka dilde başka anlama geliyordur. Gecenin bir yarısı hiçbir yere bağlanamayan bir muhabbetin tam ortasındayken düşünmüştüm bunu, bir yere varmayan kelimelerden aslında en güzel kelamlar çıkıyor. Dudaklarının yarını hissetmediğinden mi yarım gülümsüyorsun? Hediye ettiğin o melodinin an’ına sığın. Sığındım zorlandığım vedalardan koşup geldim. İnsanlığın eksildiği zamanlarda daha çok insan olmak gerekirdi, hüzün olarak kaldım, yarım ruhlu olarak geldiğim dünyada. Kendi sessizliğini tamamlayabiliyorsan, sınavını vermişsin demektir. Yalnızlığın ihtişamını kimselere bırakma, bunalımının da… Kimse kimsenin bunalımında değil, kimse bir diğerinin bunalımından kendini sorumlu tutmuyor buna rağmen o bunalımdan menfaat çıkar sağlamayı iyi düşünebiliyorlar… Yenilginin cazibesi ve gururu bu, adının yazılı olduğu alfabenin bazı harfleri eksik, yarım ağızla söyleyebilme ihtimalinden uzak duruyorum, birazdan dağılır bu bulutlar, biraz daha yalnızlaşırsın, öfken kabarır denizköpükleri gibi, parlar ay ışığında çünkü yarımlığımla bütündün. Kayıplarım naifti ama zarif değildi. Yüreğimde beslediğim umutları, ceplerime doldurduğum taşlarla ezdim, ağırlığımca. Hepsini geri cebime doldurdum, daha çabuk yok edebilmek için diğer yarımımı. Melodi kahroldu, ayakkabılarının altından yollar kaydı, kayan şeyler iyiydi, zaman gibi, bazen beyninin önce uğuldayıp, sonra kayması gibi, bir tek ellerinin elimden kayması normal değildi, saçmaydı. Gitmedi istedim çünkü öyle olması gerektiğini biliyordum, bilinçsizdim, harcayacak gözyaşlarım vardı ve nereye harcayacağımı bilmiyordum. Zaman içimde büküldü ve eridi, eremedim ateşin külüne, yanıkların soğumasını bekledim olay çıkarmadan. Küçük yolculuklarıma, büyük yokluklar ekliyorum, kaybetmenin daha büyüğünü yaşarsam eğer, o kayıp küçük gelir, dar gelir içime diye umuyorum. Hayallerimi hızlı giden bir trenin camından fırlatıyorum, eziliyor rayların üzerinde, bir kazaya daha kurban gidiyorum, hayalleri olmayan birisi daha fazla ileriye gidemez. Usulca bakışlarını gözlerimin ardına sakladım, saçlarımı da örttüm üzerine ama her rüzgâr gelip, dağıttı, sonunda büyük ve kaçınılmaz fırtına geldi. Yağmur saçlarımı yaktı, daha fazla acısın diye bu sefer kesmedim.

Üzüntülerimi neyle ölçeceğimi bilmiyorum, ayazın beklediği kapılarda tüm avazım çıktığı kadar gelmeni bekliyorum. Görmeyişlerin büyük kalp kırıklığı, büyük günah oluyor. O sevincim son hırsızlığımdı hayattan, bunca sevilmeyi hak etmeyişim, inansa, dudaklarımdaki kana, kanayan kelimeler yüzünden boğazımın düğümlendiğini, konuşamadığımı ama içimden sürekli haykırdığımı… Daha kaç kere yenilebilirim ki aynı savaşta, kaç kere düşebilirim aynı ölçülerdeki çukura? Bir defa kimsesiz kalınca bir daha da kimsen olmuyor. Kaç defa daha yanlış anlaşılabilirim aynı kelimelerle? Derdim yanlış anlaşılmak da değildi oysa o kelimelerdi. Sanma ki bir daha deneyeceğim, sanma ki bakışlarının düştüğü ormanda kaybolacağım. Hüzünlü ninnilerle uyutmasını da bilirim kalbimi. Avunmak sözlerden geçiyor, inan ki yaraların izleri hep var, iyileşmek için biraz daha büyük yaraya ihtiyacımız var, içimizin kırıklarının toplamından köklü bir kare çıkabilir ya da kocaman bir daire, kümelerine ayırabilsek…

Gözlerimi sımsıkı kapasam bile ezberlediğim şeyler var, geçmeyen, üzerindeki solgun ifadenin güneş çıktığında daha çok belirginleştiği, günün hiçbir solukluğu affetmediği, yüzünü soldurmana aslında bu kadar gerek olmadığını… Hiç vazgeçmeyeceğini düşündüğün şeylerin bile bir gün unutulduğuna dair masallar dinliyorsun ya, aslında onlarla senin masalların aynı şeyleri anlatmıyor. Gözlerinin ötesine gidebilseydin, bir kalbin derinliğine yuvarlanacaktın usulca, belki biraz korktun, belki çok uzak geldi orası, ama gidemedin, o soğukluğu görünmez ama elemli bir sıcaklığa tercih ettin. Tüm şiirleri neden bunca imzasız yazıyorum zannediyorsun? Adının anlamları silindi, alfabedeki vazgeçilmez harfler unutuldu. Türkçe’yi kötüye kullanmak istemem ama son zamanlarda aklımdan çok kötü şeyler geçiyor ve sen iyi ki bunları hiç bilmiyor, hiç okumuyorsun. İmzasız bir mektubu neden okuyasın ki, hem hiçbir şeyi üzerine alınmama gibi bir yeteneğin de vardı…

Kalbimin yarısıyla yaptığım savaşları kaybettim, diğer yarısı biraz daha hesapçı çıktı. Aynada her sabah aksimle boğuşmaktan yoruldum, kaçırdığım gözlerimin anlamlarını zedeledim. İnci kere incindik. Kırışacak bir şey kalmamıştı geriye, yarım yürekli, yarım dudaklıydık. Sanki bir felakete ramak kalmış gibi, iğreti duruyorum dünyanın bir köşesinden çeyrek kala düşeceğim gibi de o son saniye hiç gelmiyormuş gibi, gökkuşağında kuşlar asılı kalmış gibi, yüzün pencerede takılı kalmış gibi… İşkenceyi uzatmanın bin bir çeşidi var. Hiç beddua edemedim, ama dualarımda çok sabahladın. Bunu bilirim, bir de bizimle ilgili her şeyin vakitsiz olduğunu, içimizin kırıklarının toplamından bir mezar bile tamamlanmadı, sözler gibi yarımdık. Yarım ve zamansız.

Hayatın yeni versiyonuna alışmaya çalışmak karmakarışık bir şey, kırışan, uzlaşılmaz bir durum. Yeni şekilleriyle karşılaştığımız, duygusuzlukta bayağı ilerlediğimiz, buna karşın, bileşik, tuhaf, yalıtkan, akışkan ve dağılan bir şey. Bilinmezlik dalgalarından yarattığımız yeni titreşimler bizi olduğumuz durumdan uzaklaştırıyor, sahte bir sığınma, yine de bu şekil şekilsizlikten fazlası değil.

Hiç geçmeyen ağrıların sabahında artık “çekeceğimi çektim” cümlesinin dudaklarına yer ettiği bir umursamazlıkla dökülüyorsun sokağa, ağrılarına kaç hikâye sığardı kim bilir bu kadar üşenmeseydin. Aldığın onca vitamine rağmen ruhunun bunca güçsüzlüğü, her rüzgârda fırtına görmüş gibi sallantıları sana kıyameti hatırlatıyor. Biraz bıkkınlığından, biraz da buradaki varlığından sıkıldığından dünyanın sonunu özlüyorsun. Ne zamandır sevdiğin şairlere okumaya çekiniyorsun, sanki suçlu gibi, içindeki o amansız cümleleri fark edip, seni anlayacaklar ya da seninle birlikte suç ortağı olacaklar gibi geliyor, sevdiğin şeylerden uzaklaşmanın dünya nimetlerinden kaçmanla hiçbir ilgisi yok. Anlayan anlardı, anlamayana anlatılmazdı. Karıncaların bile göremeyeceği yerlere saklanmak isterdim, titrek ellerimin de tutunduğu şeyler vardı, güzel bir çocuk yüreği, bunca saf göremezdim yoksa dünyayı, bunca saydam ve yaşanılası. Atmosferimizi fazladan kirletmişti büyükler, dudaklarımın arasından çıkan dumanları suçlayamazdım, geldiğimde daha mı az kirliydi her şey? Tahta masa öyküleri yazmıyoruz ne zamandır, bu kadar uzaklaştık mı gerçekten? Her hâlinden şikâyetçi, “özgür değiliz artık” naraları atan insanlara sormalıydı bir kerede, bir başkasının travmasında nefes alabiliyor muyduk? Kemiklerim sarhoş yuvalarında sızarken, aklımdan geçen en güzel imgeleri kaybederdim her gece. Beynimi hapsetmeliyim sırf bu yüzden, bu tornavida tıkırtıları, hiç geçmeyen burnumun dibindeki matkabı andıran ses. Bardak diplerinde hepsini sırayla içtiğim içeceklerin pıhtıları, aslında tüm bardak dipleri içimize benziyor.

Ellerinde tuttuğun çiçeklerin kokusu kalacak zannediyorsun, ah nasıl da yanılıyorsun, o ellerinle yalan tuttun, o ellerinle yalandan dokundun, yalancıktan sarıldın, bir daha da çiçek kokmaz ellerin.

On Mayıs İki Bin On Yedi 16 40
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Sevgili Ödemlerimiz

İçimizde birikenlerimiz, kimsenin içine dert olmayacak sustuklarım, sanırım bana da dert olmuyor ki, artık çok da yakınmıyorum ya da taşımayı öğrendim artık sustuklarımı veya bağışıklık kazandım. Bir cümlede bu kadar seçenek olması, çelişkiden başka bir şey değildir, onu da biliyorum.

Olguların yerine kurguları yerleştirerek yaşamayı katlanılır hâle getiriyoruz, olan bu. Biz o şiiri yazamadık, kelimenin anlamı o manaya bile gelmiyor. Her söylenildiğinde başka anlamlar kazanan bir kelimenin kesinliği yoktur, keskinliği de şiir o yüzden kesici değil, seçidir. Yalnızca cümlelerin üzerinde dolanıp, duruyoruz, yapabildiğimiz bu.

Çantanda artık ilaçtan başka bir şey bulundurmaya ihtiyaç duymuyorsun. Ağrımasını beklediğin yerin değil de, hiç ağrımasını ummadığın yerlerin ağrıyor. Vücudun bile ihanet ediyor sana… Yanınca hepimiz birbirimize benziyoruz. Sigara közü ten közüne, tüm közler birbirine. Söndükten sonra hepimiz aynı külüz, hafif ve uçuk.

Tam da böyle anlattıklarının ortasında bir gün yapayalnız bulursun kendini. Beynindeki soru işaretlerine kimsenin yüzünde bulamayacağın cevaplarla kalakalırsın. Gidemezsin, gidemediğin kadar kalamazsın da… Üstelik artık sabahları o duyduğun coşku da terk etmiştir seni, sigaranın külünden yeni hikâyeler üretmeye çalışırsın, karaktersiz hikâye olur bunlar. İçinde biriken ödemlerden başka gideceğin yer yoktur ve seni onlardan başka hiç kimse boğamaz.

Size bağırmayı çok isterdim aslında, zamanın birinde ağzım kapanmasaydı, içime bağırdıklarımın ölçüsünü bilmeseydim ve taşacaklarından bunca korkmasaydım, size söyleyecek hatta bağıracak şeylerim olabilirdi. Aynadayım, aradığım eşkâle ulaşılamıyor şuan. Ulaşabilseydim ona bir çift güvercin borcum vardı, sağ-salim. Selâmlı kelamlı… (Bitiremediğim bir cümle daha, bu yarım cümlelerin yükünün hesabını vereceğim bir tek.)

Önceki cümlemi selamdan, kelamdan bahsederken bitirmişim, yazıları tamamlamak için iki yerde yazıyorum, ucu bucağı da belli değil, neyi nereye bağlayacağım da hiç ilgilendirmiyor beni. Bir canım sıkılmış ki, bu akşam doktor randevusu olmasaydı, başka şeyler yapardım, ölecek birinin son istediği şeyleri yapmaya teşebbüs ederdim mesela, ama onlar her zaman ertelenir değil mi, hiçbir zaman öyle bir zaman dilimi ayrılamaz o isteklere… Keşke denilen pişmanlıklardan geçiyorum, elimden gelen, şeylerin yerine gelmeyenleri kullanıyorum, İçimi bir türlü bastırmayan yemekler yiyorum, canımın sıkıntısını gidermek için, daha çok kelimeleri sarıyorum başıma, hiç bitiremediğim o saçma hikâyeyi de artık öldürmek istiyorum. Benim gücüm de zaten ancak kelimelere yeter ki; onlar da hiçbir işe yaramıyor zaten. Canı sıkılınca başka insanlar güzel şeyler yapmaya özen gösterir ama nerede bende o itina? Canımı patlayıncaya kadar sıkma çabasına girerim direk. Fotoğraf çekmek mi, yazmak mı, hiçbiri artık doldurmuyor içimdeki boşluğu. Kendini bile çekemeyen birisinin sözleri, hayata bağlı diğer insanlar tarafından yadırganabilir ancak, fakat hiç mühim değil. Kendi kendimi de yadırgamayı öğrendim. Zoruma gitmiyor tüm bunlar, dahası kırılmayı bile beceremiyorum artık, kırılmak için bile bir miktar yaşama sevinci kırıntısı kalmalı, öyle ya…

Herkes sıkılınca güzel resimler yapamıyor. Bazılarımız da kafayı kırıyor işte. Sıkıntıdan patlayan Burcu’lar, plazalara sıkışıp, kalmış Fatma’lar, amirinden azar yiyen diğer insanlar, kimlerin umurundayız acaba? Bir gün birçoğumuz bunca sıkıntıdan kalp krizi geçirecek, bazılarımız kötü hastalığa yakalanacak. Ama o insanın bunları yaşamasına neden olan diğer “insanların” hiç ruhu bile duymayacak. İşte ben buna dibine kadar “adaletsizlik” derim.

İnsan kendi kendine konuşurken de başkalarına bir şey anlatabilir. Neden büyük büyük yazarlar, nerede müptezel var, onların hikâyelerini anlatır ki? Anlatabilmekle anlatılamayan şeyler de vardır. Yeterli olmaz bazen. Neden mücadele eden insanların hikâyesi o kadar da ilgi çekmez yazılsalar bile ve üstelik neden bundan alınmaz mücadeleci insanlar? Anlatılamasa da anlaşılan şeyler vardır ve kafam sorular ülkesi…

Bir şeylere fazladan anlam yüklemenin gereksizliğini fark ettiğimde üşenmeye başladım, beynimi düşünerek yerinden oynatmanın lüzumsuzluğuyla çırpınıp, durdum, kelimelerin çıkardığı zorunlu seyahatler yordu, artık gitmeler istemiyor canım, üstelik feragat ettim zorlayan tüm haklarımdan. Yorgunluklarıma da ağırlık yüklemek istemiyorum, anlamanın ağırlığını, hiçbir şeyi çözmeye uğraşmayınca geriye bir çaba da kalmıyor. Rahatsızlığın gereği yoktu ve artık hiçbir şey düşünmeye değmiyordu.

Kırık tırnakların üzerine oje sürerek kapatmaya çalıştığım gibi içimdeki kırıklar, iç kanamadan ölsek bile fark edilmeyecek bazı şeyler. Dışını boyuyoruz, içini tamir edemiyoruz, uğraşsak bile bir işe yaramıyor. Görünmeyen ama varlıkları olan şeyleri büyüttüğüm için belki de o görünmeyende kaybolmayı özledim. Aynaya baktığımda “yoruldum” derken bile yorulan birini tanımaya çalışıyorum. Bazıları aile faciası, dünya artığı…

Ellerinde kuruyan gülleri unutmuşsun, günleri birbirinin ardına ekleyip geçirmişsin, hepsi tek gün gibi olmuş. Dertlerinin boyu dermanını geçmiş, umutların kaygılarına sırtını dönmüş. Gözlerin açıkken de uyumuş, gördüklerine tahammülsüzlüğünden, böyle suskunlaşıyor her şey. Ayağını yerine kadar uzatman da yetmiyor, derdine göre kalbini sızlatamadıktan sonra. Ağzımızı açacak olsak, yanlışlıkla yalnızlık dökülür, iki kelamdan birisi ıssızlığa dayanır, kuşlar bile aldanır, tüm tenhalığımla tehlikeli bulduğum her yere dalmak istiyorum kafa, göz, ağız, burun. Her şeyin bunca yarım olması hiç tamamlanamayacağımızın kanıtı, martıları unut, onlar pencereni unuttu. Göğün altında bir yer buldun ya kendine, şimdi ardına bakma, ama yaslan, geçmişine, yıldızları tarif et yol tarifi soranlara, ağladığıma gözlerimi inandıramıyorum, bulut indi zannediyorlar. Biraz fazla rüya görsem öldüğüme inanıyorum. Sonbahar yapraklarından anlaşılıyor, sen hüznünden tanınıyorsun, başka kimse böyle hüzünlenemez çünkü diye düşüyorsun.

Beynine batan kelimelerin suçu yoktu oysa beynini yıkamalarına izin veriyordun sadece. Sudaki aksinle zıtlaşıyordun, dişine göre, diline göre tartışacağın kimse olmadığından belki de kendinle kavga ediyordun. Dikenleri sevmenin bedeliydi kanamak, sen dikenleri sevince batmamak gelmiyordu akıllarına, daha çok acıtıyorlardı sevince, uzanan dikenler. İçimden geçen gemilerin hiçbir limana varamayan düdükleri, sokak çiçeklerinin balkonu düşlemesi gibi içim. Giyindiğim şu hüzün, hiçbir elbiseye benzemiyor, içi hava dolu, boşluk dolu, bir fırtına bekliyorum usulca, yalnızca saçlarımı götürmekle yetiniyor, oysa bana yetmiyor saçlarımın gitmesi, daha büyük şeylerim gitmeli, devranın noksan döndüğü, unutulan yeminlerin yerini hatırlanan kirli duyguların yoğunluğu aldı. Saçlarımın uzunluğundan anlıyorum artık rüzgârın uzun zamandır uğramadığını, ışığın uzamasından anlıyorum, bitmeyen karanlıkları.

Uzağımda oluşun yakınlığımızdan oluşuyor biliyorum çünkü benziyoruz, anlıyorum, anlatamıyorum, anlatamıyorsun, kızmıyorum. Kızamıyorum ama çok çaresizim. Tek leke vardır ruha yer eden; eksiklik.

Beklemiş kokuların bozularak birbirine karışmasının ulaştığı o garip durumun rutubetindeyim, biraz ıslak ve hüzünlü. Üstelik yağmurda beklemeye de benzemiyor bu. Dünyadan sonra kendimden de iğrenerek uyanmaya başlıyorum artık sabahları. Hayatın içinde olmak, çirkefin, kötülüğün içine illaki karışmak demek, mide bulantısı, yapımda emeği geçen herkese teşekkürler…

 

Yirmi İki Nisan İki Bin On Yedi Cumartesi 10:30

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Hayvan Çiftliği – George Orwell

 

20170419_150845Bir kitabı nasıl anlatabilir bir insan, başka bir kitabı, bir başkasının kaleme aldığı kitabı, bilmiyorum aslında. Kendi kitabını anlatmaya kalksan bile anlatamazsın, sadece duygulardan ve hissettiklerinden yola çıkarsın ki okuduklarımızın bile başka anlamları, anlamlarının altında da başka manaları vardır muhakkak. Akşamın karanlığında başlayıp, sabahın mesai koşturmasına başlarken bitirdiğim, gün boyu da aklıma yer eden kitabı, günümüzle ne kadar benzetsem azdır. Yarım asırdan fazla zaman önce yazılmış olmasına rağmen, bu kadar güncel, bunca içimizden ve bu kadar günümüzden anlatılması insanı şaşkına çevirip, sersemletiyor.

 

İnsanı insandan ayıran yalnızca merhametidir, gücüne karşı.

 

Tam da belki şu günlerde “Hayvan Çiftliği” kitabı okunmalı, okuyanlar bir daha okumalı ki, bulunduğumuz durumu daha da iyi kavrayabilsin. Sonunda neden şaşırmıyoruz acaba hiç, yaşadıklarımızdan mı, yaşayacak olmalarımızdan mı? Hafızamızı istedikleri gibi silebilirler değil mi inançlarıyla, inandırmaya çalıştıklarıyla… Bir önceki zalimin bu “insan” oluyor, yaptıklarının aynısını “başkan” seçilen zaten seçilmese de yine diğer hayvanların başında olan “domuz” insandan daha zalim olmaya başlıyor. Öyle bir yere geliyor ki durum; tüm çiftlik hayvanları daha çok çalıştırıp, daha az yiyecek verecek duruma getiriyor. Çiftliğin en fedakâr atın bile çalışmaktan ciğerleri parçalandığı hâlde, diğer hayvanlara onu hastaneye göndereceklerini söyleyip, at kasabının arabasına veriyor. Diğer hayvanlar arabanın üzerindeki yazıyı okuyorlar ama artık her şey için çok geçtir. Zaman geçiyor, daha çok çalışıyorlar, tabi birçokları da ölüyor ama bu arada domuzlar da o insanlara benzemeye başlıyor, hatta zamanında kötüledikleri insanlardan, özgürlüklerini kısıtladığı insanlardan bile daha zalim oluyorlar. Çiftliğin dirlik, düzeni, bütünlüğü ve beraberliği için konulan tüm kurallar yok sayılıyor, hatta değiştiriliyor. O kadar sindirilerek yapılıyor ki her şey, diğer hayvanlar artık şaşırmıyor. Neyin daha korkutucu olduğuna karar veremiyorlar bir türlü. Şu zamanda huzurlu olduklarına inandırılıyorlar çünkü. Eskiden mi daha mutluydular yoksa şimdi mi bilemiyorlar bir türlü. Bilemedikleri için de hiçbir şey yapamıyorlar. Sonuçta bir akşam hayvan çiftliğine gelen diğer çiftliklerin başındakilerle birlikte, (bunlar insan oluyor) aynı masaya oturup kadeh tokuşturmaya başlıyorlar. Aralarındaki konuşmalarda önder olan domuzu tebrik ediyorlar, hatta diğer çiftliklere örnek olmalı diyorlar, hayvanları nasıl çok çalıştırıp, nasıl az yiyecek verdiği için. Sindirdi, korkuttu ve inandırdı, önceki insandan daha diktatör oldu. Üstelik artık çiftliğin adı da en eski adına dönecek, kötüledikleri “Beylik çiftliği” olacaktır.

 

Konuşmaları duyan diğer hayvanlar insanlarla domuzları birbirinden ayıramıyorlar, hepsi birbirine benzemeye başlamıştır artık. “Bütün hayvanlar eşittir” kuralını “bazı hayvanlar daha eşittir” diye değiştiriyorlar. Köleliğin üzerine biraz daha kölelik, zulmün üzerine biraz daha zulüm ekleniyor. İnandıkları her şey hayal kırıklığına dönüşüyor, yaşamanın şartı buymuş gibi… Önceden belki karınları daha iyi doyuyordu ama başkaları için, insanlar için çalışıyorlardı, şimdi de başlarındaki diktatör domuzu doyurmak için çalışıyorlar, ürettikleri hiçbir şey onların kursağından geçemiyor. Tek kural kalıyor geriye yedi kuraldan, o da kölelik.

 

Beklediğim gibi çıktı, umduğum gibi bitti sonu, dünyanın sonu gibi, hissettiğim gibi. Üzüldüm çünkü yine de insanın içinde bir umut, hayvanın içinde bir umut oluyor her zaman. Yılmıyoruz, inanıyoruz, bir gün her şeyin daha iyi olacağına.

 

Nevin Akbulut

On Dokuz Nisan İki Bin On Yedi 15:00

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Beni Şiir Gibi Sokaklara Bırakın

Kırgınlıkların kadar büyüdüysen eğer, kaybetmeye meyillisindir. Sabah uyandığında artık neden bu kadar karanlık olduğuna şaşırmıyorsundur. Ama kendime şaşırıyorum onun yerine, ne zamandır yapmadığım şeyleri kolaylıkla yapıyorum. Buna belki de olgunluk diyorlar, kasmıyorum kendimi ve fazladan heyecan tüketmiyorum. Kahveyi koyultup, çayı açtım. Bu koca şehir martıları yüzünden güzel, yoksa sahilin anlamı olur muydu ki? Büfelerin mi, pahalı ve kötü sahlebin mi, yoksa bol kokulu balık ızgaranın mı? Elbette ki martıların, kolunu sevgilisinin omzundan geçirip, evinde gibi rahatça oturan erkeklerin de değil, tabi ki martıların.

Kocaman kargaların bağırtıları kadar karmaşık bu şehir, çığlık atmakla bağırmak arasındaki farkı çözdüm sonunda, ama bunun saltanatını süremiyorum. Çığlık aniden geldiği hâlde, bağırmak çok programlı… Beyoğlu hâlâ eski şarkıların içinde geziniyor, kaç romana sığan İnci pastanesi, onca nesil yetiştirmesine rağmen yerinden taşındı, bunlar tabi küçük değişiklikler, asıl değişiklik insanların ruhlarında oldu, ruhlarını birkaç asır öncesine bırakmış gibi duygusuzlaştı herkes. Taşınmak istediğim mahallelerin sokaklarından bile geçemiyorum artık, ya harabe hâline döndü ya da zenginler tarafından site hâline getirip, çevresi kapandı, bloklaştırıldı, insanların yürekleri gibi katman oldu. Şimdi hangi şiire yazsak bu şehri, şiire benzemeyecek. Atmosferim beni terk edeli yıllar oldu, unutulmuş bir semtte olmayı buna tercih ederdim. Kaybettiğim imgenin yerinde olmayı isterdim, kaybolduğum sokakları uzayın bir boşluğunda bırakmak isterdim, gerçekten boşluktayım ve hiçbir sarılma hayatımı kurtaramayacak. Şiirden tuttuğum odalarda sahte duygular sabahlıyor şimdi, şiirlerden zehir gibi çıplaklık akıyor, attığım çığlıklar şiirin dışına çıkamıyor, gittiğim şehirlere sığamıyorum, oturduğum koltuğa, bulunduğum dünyaya, bu böyle gitmiyor.

Kelimelerle oynadığım oyunları hep onlar kazandı, karanlık sokakların da karanlığı vardı, zorladığın sınırlarının da bir dayanma gücü olduğu gibi. Büyük bir kırılma dünyayı ortadan ikiye ayıracak gibiydi ama çatlattı sadece, çatlakların kötülük ve irin aktı. Mırlayan bir kedi bile iyileştiremedi bu dünyayı, bir yerlerde büyük yanlışlıklar yapılıyordu ve kırılan kalplerin tadili olmadığı gibi bunun da yoktu. Şimdi şuraya güzel şeyler yazayım diyorum, olmuyor, nasıl olsun ki? Dünya çok kötüden daha kötü, zaman mide bulantısı gibi geçiyor, ama kussak bile düzelmiyor, hep daha büyük bir mide bulantısı!

İçim çocuk, yaşım kederine sahip olacak kadar büyüdü. Küflenmiş kelimelerin tozunu attırmak amacıyla, ama çok fazla da açılmadan, olan biteni, olamayacakları, olmuş gibi olanları anlatmaya karar verdim. Anlatarak sonlandırmaya çalıştığım hikâyemi ikinci elden teslim aldığımda, bilmiyordum, insanın böyle tükenilebilir bir şey olduğunu. Ellerimin derisine çizdiğim balıkları yabancı kalmasınlar diye gözyaşlarımda suladım, çok güzel yüzdü onlarda gözlerimin içinde, balık olanın hakkını verdiler. Hitap edemediğim isimlerin ağırlığıyla birlikte, başka sıfatlar eklemeye ve yakıştırmaya çalıştığım şu zamanlar, tırnaklarımda biriken çaresizlik, avuçlarımda biriken yalnızlığımı törpüledi. Anlatabildiğim tek şey hiçbir şey anlatamadığımdı. Bir kekemenin telaffuzu gibi bazı şeyleri yanlış anlamışım.

Başarısızlıktan kaynaklanan bir şey değildi, hediye gibi görünen her şey cezaya dönüşmüştü. Daha fazla dayanamayan, hiç dayanamayan şairlerin ülkesine gitmek gerekiyordu. Kalmak zaman kaybıydı, bulutlar gibi sessiz olmaktı, gerekliydi. Arada celallenir, şimşek çakardık, uzun gecelerde bolca yağmur gibi yağardık, çıplak ve soğuk kaldırımlara, gidecek başka bir dünyamız yoktu, kalmaksa tam tamına bir eziyetti, biz o eziyetin bıraktığı acıları sahiplendik, yüz yüzeyken üzerimize kimlik gibi yapışmış ama çokta yakışmış yaralarımızdan tanıyorduk, tanışmanın başka yolu ve anlamı yoktu. Bizimkisi yaralardan arta kalan sıyrıkların şehriydi, ismi bile eski bir yaradan kalmıştı.

Beni şiir gibi sokaklara bırakın. Bir daha da hiç arayıp, sormayın. Çocukluğumdan beri bir cami avlusuna bırakılmayı düşlüyorum, biraz geç kaldım, şimdi kelimelerle birlikte şiirden sokak isimleri düşlüyorum.

Kimsenin görmediği ya da söylemediği kelimeler yokmuş sayılamaz. Kimsenin görmediği karıncayı bir kuytunun altında besleyen var muhakkak. Ağlarken konuşmanın ve gözlerine hücum eden bulutlarla birlikte, çakan şimşek ve gök gürültülerinin arasında anlaşılmaz cümleler kurmanın hazinliği arasında şiddetle başımı çarpmak, içindeki o söylenmemiş cümleleri yere dökmek istiyorum, yere döküp, tümünü ruhuma tanıştırıp, tanıdık bir hikâyeye eklemek istiyorum, gecenin sancısı böyle başlıyor. Her acı çektiğinde belleğine ezberletmiş olduğun o film şeridi, saniyelere sığarken, demek ki mutlu anlarının toplamı birkaç saniyeden fazla değilmiş. Güzel geçmediği hâlde çocukluğa duyulan hasret, bebekliğe özlem, basit, toplamsız ve çıkarsız dilekler bunlar sadece, kimseye yararı dokunmayan, dokunmayacak… Şu zamanın kötülüğü elbette ki kanıtlar. Bazı gerçekleri görmemiş olsaydık, hayatın ne kadar güzel olabildiğine yeminler edip, etrafımızdaki herkesin kafasını güzel dileklerle ve minnetle dolu sözlerle şişirebilirdik. Ama ben onun yerine kendi kafamı şişirmeyi, vurmayı tercih ettim. İki ucunu bir araya getiremediğim yazıların hücumuna uğruyorum.

Hüznü aksesuar gibi sahiplenenler, mutsuzluğun çaresini bulmak için yola çıkmışlar. Kendinden zor durumda olanları görüp, hâline, bulunduğu duruma şükretmek, yaşamak için alınan bir miktar uyuşturucu, bir miktar yatıştırıcı, birkaç doz ölümsüzlük ya da ölüm bir miktar. Kimsenin aklında kalmayan yazıları bu yüzden yazıp, okuduğun kitaplarla birlikte kelimelerin canına da okuyorsun. Diyaloglarım sakat, kırık dökük. Durup dururken gülümseyen birisi, hayatın iyiye gittiğinden değil de hayata biraz daha katlanabilmek için gülümsüyordur.

Halikarnas Balıkçısı’nı dinledim, kışın uzun gecelerinde, yıldızların en azından ışığı düşsün diye bekledim, gözlerimin karanlığından daha kara gecelerde bulunduğum karanlığın içinde, inandığım efsanelerin yarısından fazlasının hayalimin en dokunulmaz ürünleriyle birlikte yürüdüm, İnce Memed’i bekledim. Geleceğine inandım, dilimin dönmediği türküleri içimden söyledim. Rüzgâr gibi dönsün diye bekledim, dilimin, inançlarımın, okuduğum kitaptaki kahramanların. Yangınlara taşıyabildiğin küçücük damlalar yetmedi söndürmeye senin yorgun ve karınca bedenini. Sümüklüböceklerin burnunu silmek istiyordun, insanların en çok ağlayınca akardı burunları, zannettin ki, o sümükleri silersen bir daha ağlamaz insanlar. Bir kedinin bağımsızlığı, bir köpeğin bağlılığı arasında gidip, geldin, ikisi de olamadın. Yananlarla birlikte ağladın, ölçmüş gibi bedeninden, boyundan fazlaca yaş çıkardın. Bitti dediğin yerde boyunu aştı ağlamaların, bitmedi. Ezilip, ölen papatyaların ölürken mırıldandıkları sesleri duyuyorum. Galiba ben çok fazla duyuyorum, kımıldanan denizi, ağlayan dağları, öksüren kedileri, rüyalarını hayvanların, tül gibi şeffaf. Sıçramaları ve sayıklamaları ve bunca sıçramadan sonra aynı yerde bir iğneyle tutturulmuş gibi kalakalmayı. Koca evreni kaplayan binlerce yıl karanlığının içinde bir mum titremesi, ufacık bir aydınlık, milyonlarca yıl uzaktaki o yıldızın ışığı.

Zavallı et yığınları hâlinde gideceğiz ve arkamızda bir sürü sesli, sessiz ve yaralı harf bırakacağız. Ben bildiğim en sessiz ve en serseri adımlarla gideceğim.

 

Dört Nisan İki Bin On Yedi 15:50

Nevin Akbulut