Browsing Tag

edebiyat dergi

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut Uncategorized yeni yazı

Beni Anlamak Zararlıydı

Aysel’i o odada ölmeye yatmaya ikna eden, içindeki o duygu belki bizimde içimizde bir yerdeydi, üzerini kalın, kışlık bir yorganla örtüp, duymazlıktan geliyorduk, hissizlikle erteliyorduk, hatta daha ileri gidip, kendimizi duygusuzlukla suçluyorduk. Böylece ölümün kıyısından sıyrılıp, yaşıyormuş gibi yapacaktık, diğer tüm işleri yaparken yaptığımız gibi, yaşamak da başlı başına bir işti sonuçta, ölüm gibi. İçinde büyüttüğü şiiri ona göstermediler, küçücük bedeniyle kafa tutarken, cezaevindeki müdüre, alay etmeleri, onun utanacağı anlamına gelmiyordu, müdür bunu biliyordu ama o bile bilmiyordu henüz. İçindeki şairden tanırken o şiiri, her gün kelimelerle beslediği, bir yığın ağırlık yapana kadar… “Minnacık kadını” sevdiğini anlatacak şiirler yazılmayacak artık. Yıllar geçtikçe büyüyecek, dağılacak ama asla parçalanmayacak bir şeye dönüşürken o şiir, açıklamak ne mümkün aslında, yetersizlik miydi bu, kelimesizlik mi? Yoksa ölmeye verilen karar mıydı? Dışarıdan gelen aldatmalardan ziyade, içimizde inandığımız şeyden dolayı aldanmak ve sonra içinden kovulmak, kendinin kendinle bile anlaşamaması. Şimdi o zamanları düşününce evden kaçıp, görmeyi istediği sadece bir yığın sarı saç ve “kocaman mavi gözlü bir devdi.” Büyük, kocaman bir şeydi çocuksu yüreğinde ama imkânsız olacak kadar değildi. Asıl bundan sonrası olanaksızdı, bir daha yazılamayacak şiirleri sevecek, ölmeye verdiği karardan kalkmak için, kendisini ne ikna edebilirdi…

Sürekli dönüp, dururken başka şeylere dönüşmek, ama en sonunda yine insan olmak, tenimizin içine tıkıştırılmış bir hastalık belki de bu. Kendimin yerine kendimi koyma çabaları da yersiz, hâlâ hiçbir şey olmamış gibi, olmadı belki de.

Saatim durmuş fakat günün hangi diliminde beni ilgilendirmiyor. Ama hâlen yaşadığımı varsayarsak, saatler ölse bile zaman lazım olacak. Şimdi ölmekten caydıysam eğer, hastalıklı bir hayalet gibi bir daha hiç ölememekten korkuyorum. Üstelik şimdi ölmek için de çok beceriksizim. Kendimle bir ömür nasıl geçinirim?

Gitmekle de varılmayan yollardayım, yürüyorum ama bir yere gittiğim de yok, her akşam aynı yerimde buluyorum yine kendimi. Oysa gerçek bir bölünme isterdim, belki birazda ölünme. Hiç kimsem yokmuş gibi görünüyor dışardan bakıldığında ama aslında bir sürü kitabım, tonlarca ağırlığında kelimelerim var, çekmeceye tıkıştırdığım ve her akşam aynı saatte sanki çok düzenliymişim gibi bir telaşla çekmeceyi açıp, önce yoklayıp, sonra da içtiğim ilaçlarım var, onlara gösterdiğim düzeni ne kıyafetlerime ne de hayatıma gösterebildim. Bitmiş yerlerini makasla kesiyorum, çöp oluyorlar, sonra yine aynı yerlerine… Sonra bir sürü izleyeceğim film listelerim var, okumaya ve izlemeye ömrüm yetmese de burada bir yerdeler. Bir sürü pijamalarım, kremlerim, diş macunlarım ve zeytinyağlı sabunlarım var, her gün uğrayamasam da bir dünya çocuk dolusu parklarım, çöp konteynırlarının yanında sevdiğim kedilerim, gittiğim yerde unuttuğum peçeteye karaladığım müsveddeler ve gözlüklerim var. Deliliklerimin bir delilinin olmasının gerekmediği yerler var, gitmesem de biliyorum. Yoksa başka nerede bunca eşyanın anlamı böyle olurdu ki? Hem bazı duyguları önce hissizleştirip, sonra da eşyaların yanına göndermek istediğim de doğrudur. Beynimden geçen, geçerken unutulan, unutuldukça çağrıştırılan diye bir yerde biriken kelimelerim var, okunmasa da olur, yakalanmasa da olur.

Sen beden, kalbinin eşyasısın, hislerini dizginleyemedikçe.

İlaç saatini bekler gibi bekliyorsun, bir sürü anlamsız kelimeden, anlamlı bir cümle çıkarmayı. Hayatını sana bir kabın içinde çalkalayıp, mantıksızca karıştırıp, eline tutuşturdukları günden beri. Kalbimde bir ton ağırlığında kelimeler var ve ben sanki hiçbirinin anlamı bulamıyorum gibi bir ağırlık…

Her zaman haklı olduğunu düşünmek için, her zaman doğru yolda yürüdüğüne inanman gerekir, inanmaktan önce de her şeyin de muhakkak doğru bir yolunun olması gerekir. Kendimi büyütmek istemediğimden belki de bunca küçük sorunlara büyük saatler kafa yoruşum. Başkalarının gözünde büyümekten, kendimi bir türlü büyütemiyorum. Oysa tam tersini isterdim, kendi gözümde büyümek için, başkalarının gözünde küçülebilirdim. Sanki denenecek her şey denenmiş, yaşanacaklar yaşanmış, yaşamam denilenler bile doldurmuş ömrünü, bildiğim, bilmediğim, biriktirdiğim, harcadığım ne varsa tükenmiş. Sonsuza dek cömert ve şefkatli olabilmek için, sonsuza dek merhamet duyacağın bir şeylerin olması gerekir. Yeniden ıslatalım kül olmuş hatıraları, bir de buna, bu kırıklara yakalım kalan son şansımızı. Dumanı bir de güneşin batan yönüne bırakalım, belki bu sefer başka batar güneş.

Kolları lastikle örülmüş, orlon, koyu renk kazağının kolunu hafifçe sıyırmış, yakıyorsun sigaranı, dumanı içinde saniyeler boyunca gezdirirken, çok önemli bir söz söylemek istiyorsun, hayatının film şeritleri, önemli anlarına karışıyor ve önemli anların kaybolup, gidiyor sabun gibi üzerinden. Sen yine de temizlenmiş saymıyorsun kendini, saysaydın masumiyetle ilgili birkaç söz edebilirdin. Dumanının bir kısmını bırakıyorsun dışarı, aklına kuşlar geliyor, özgürlüğü özlediğinden falan da bahsetmek istemiyorsun, seni anlamadıklarından bahsediyorsun, artık bu dünyaya ait olmayan gözlerinle. Sesin kaç yüz yıl uzaklardan geliyor, kimse bilmiyor bunu ama illaki ilahi bir anlam yüklemek gerekiyor bu duruma çünkü insanlar böyle yapar, anlayamadıkları şeyleri ilahlaştırırlar.

Yeni öykülerin, geçmişe öykündüğü zamanlardı. Tuhaf düşünceleri tuhaf karşılamıyordum artık, her şeyin açıklamasını kendimce buluyordum. Yaşadığımı zannettiğim acılara kılıf uyduramazken, tüm limanlardan uzaktaydım. Zihnimi yazarak yıkamaya çalıştım, biraz daha uyuşukluk gerekiyordu, böylece daha sıkıcı yazılar çıkmaya başladı. Ruhumun dinginliği ya da aklımın selameti için değildi bu, daha fazla tufana tutulmamak içindi, ancak bir kayboluşa kapılabildiğimde rahat hissediyordum. Yazarak kendimi ya da geçmişi temize geçmek gibi bir niyetim yoktu, olamazdı da zaten. Kendimi biraz daha hırpalamak iyi geliyordu belki, bir hiç olmak da bir şeydi. Acımı unutmak için saçmaladığım zamanlarda huzuruma diyecek yoktu.

Hikâyenin sonu güzel bir yere gitmeyecekse, neden ki bu çırpınma? Oyun oynamanın bile kuralları vardır, insan ne istediğini bilmeyen tuhaf bir varlık, bildiğinde ise her şey bitmiş olacak.

On Bir Ağustos İki Bin On Yedi 17 00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut Uncategorized yeni yazı

Dejavu Tedirginliği

Muhtemelen hamurum hayal kırıklığıyla yoğrulmuş. Şaşırmayı unuttum ama hayal kırıklıklarına dair bir çözüm bulamadım şimdiye kadar, kısacık bir zaman içinde tüm buraları terk edip, gidesim var. İyi olduğumu söylemek için konuşmak isterdim ama öyle bir şey de yok, daha çok yazıyorum, kötü iyi olmadığım belli olmasın diye. Elimden gelen rol buydu, yapabileceklerim bu kadardı, kızgınlık bile duyamıyorum bir yerden sonra, o sınırı aşınca, çığlık atılacak zamanları da geçtim, içimde sürekli konuşan sesi de solladım. En son hangi gerekli bir neden için ağladığımı unuttum, kaskatı bir şey oldum. İçimden geçenleri yine içimin çukuruna gömmekten başka elimden bir şey gelmiyor. İçim belki de çoktan derinlerde bir yerde öldüğünden, ölümler, yok oluşlar da yabancı gelmiyor artık. Anlatmak, eski dilde, masallara özgü bir şey, lüks bir ruh hâline mahsus. Susmak bizim en hazin, en etkileyici kelimemiz.

İntihar etmek isteyen birisine, intihar eden bir yazarın edebî kitaplarını önermek…

Bu dalıp gitmelerinin bir anlamı var sanıyorsun, belki de vardır, bilmiyorum, huzursuzluğun nasıl da tanıdık, bir dejavu tedirginliği var tutulmalarında. İnancından kurumuş bir papatyaydım, hani beyazdım, sonra kirle tanıştım, inanmak bir kere daha kirlenmek anlamına geliyormuş, biliyordun, sen biliyordun ama söylemedin. Üçüncü kez koparıldım yapraklarımdan ve defalarca kalbimden. Defalarca delirmelerimin nedenini biliyorsun, ilaçların sinir krizleriyle arkadaş olduğunu da… Her şeyi belki birlikte planladık, bu kötü dünyayı, kavuşmak için başka bir yer yoktu belki, ettiğim kavgalara gülücüklerimle cevap verdiğimden ve gülümseme artık en değersiz silah olduğundan yenildim. Öldükçe büyüyorum, büyüdükçe kirleniyorum. Bu yenilişimde tanıdık bir şeyler var, tanımadıklarımla da şimdi tanışacağım, tek başıma yürüdüğüm sokaklardan biliyorum, sigara dumanına yakıştırdığım yüzlerden ve küllerindeki tanıdık yalnızlık duygusundan. Pencerelerin çokluğu birini beklediğin değerle ölçülüyordu, kimseye mantıklı gelmeyen şeyler nasıl da sana anlamlı geliyordu. Delilik diyemediklerine mana yüklemek zorundaydın. Her rüzgârda bahçedeki ağacın sallanan yapraklarına içinin ürpertilerini de katıp, karıştırıp, o kırışan yapraklarla birlikte uzaklara giderdin, gelişini ertelemekten başka çaren yoktu. İçindeki seslere tek başına bilenirken, hiçbir müzik seni senden alamazdı, oysa en çok senin kendinden kurtulmana ihtiyacın vardı, bunu bilmiyorduk. Yalnız kalınca daha iyi olur her şey zannettik, bilirkişi raporuymuş gibi. Zamana bırakalım dedik, o da geldi bize sarıp, durdu.

“Nereye gidiyorsun?” diye sorma bana, içimdeki korkuları bırakacak yer bulamıyorum. Kendimi bazen bomboş bir araba gibi alıp, bariyerlere çarpasım geliyor. Trenlerin havalanmışlarını hayal ediyorum ama hiçbir bulutu ezip, geçmiyorlar, trenler her araçtan daha merhametlidirler. Çocukken yolun karşısına kaçırdığım topları hâlâ yakalamak derdindeyim, oysa dinlediğim şarkının melodisini bile yakalayamıyorum, ayın ışığı nereye gitsem yakalıyor, saklanamadığım siren sesleri var, çarpma sesleri, kulağın dolusu metal sesleri, hepsi sinirimizi bozuyor. Gitmem lazım, daha ne olsun? Yağmur yağınca artık daha az salyangoz çıkıyor, karınca yuvaları toplu katliama uğramış gibi. Her yanımız hafriyat alanı, içimizi oyuyorlar.

Sen yine de paramparça hâlimi görürken, bütünlükten bahset, yalan söyle, belki biraz yaralarımız iyileşir. Yan yana dizilen aynı model sandalyelerin bir kısmında yalandan sigara yasağı var, kimse kimseyi rahatsız etmek istemiyor gözüküyor, ama herkes birbirini rahatsız ediyor. Bunları söylediğim için, yine de beni aşırı bil. Hayat aşırı kötü, insanlar aşırı sıkıcı, herkes aşırı duyarsız, ben bunları dikkate aldığım için aşırı tedirgin olayım. Sustuklarım beni kusturuyor, söylemesem olmayacak ya da beni siyah-beyaz fotoğraflı zamanlara gönder, gönderemiyorsan da “gitme” deme. Anlamak gurur meselesi olmamalı ki bizim hâli hazırda pek çok meselemiz mevcut. Martılar sevilmeyen çocuklar gibi ağlıyor. Duvarımda daha evvel yapıştırdığım kartpostalın izi, söküp almış boyalarını, rutubetin yardımıyla, bunca yaşanandan sonra izden bahsetme bana. Hayatımızın çuvaldızını söktüler, ucuza yaşadığım sevgilerin bedelini ağır öderken, yalnızlığın faturasını yeni kendimize kestik.

Kendimi deniyorum, acımla dalga geçiyorum, bakalım ne kadar daha dayanabileceğim diye ilaç almıyorum. İşte böyle kendi kendime bile yenilebilirim, hem böylesi çok daha alımlı. Tam da böyle anlatamadıklarımın ortasında, hissettiğim rüküş, eskiden kalma ama nostalji olamayacak kadar değersiz duygularla birlikte. Suskunlarımın yanından geçebilseydin eğer, kalbimde çalan saatin sesini duyabilirdin. Saçlarımı artık hiç taramadığımı, kulağımın arkasına çiçek takmadığımı, uzun zamandır kırmızı fırfırlı etek giymediğimi, oldubittiye getirdiğim şeyleri, şişkinliklerimin acılardan kaynaklandığını, içimin darlığının, darlıkla bir alakasının olmadığını, tüm bunları suskunluk denilen o çukura koysam dolardı belki…
Yüzüme bakmak için uzandığım aynaların hepsi kaydı, gitti başka bir yüze, kırılmadan ama kayarak, erir gibi bir şey. Gözlerimden aşağıya sarkıttığım incilerin değerini bilebilecek sarrafı kaybettim. Şimdi neye değer biçsek yanlış ölçülüyor. Dudaklarım yabancı bir balığın dudakları, susuz ve uslu. Mucizeleri tükettim başka hayatlarda, kendime verecek olağanüstü bir şeyim kalmadı. Keşke sağanak yağmurlarla biraz daha içli dışlı olsaydım, o zaman belki giderdi susuzluğum, balığın hayatı yağmurdu ve buralarda tatlı su yoktu. Keşke biraz benliğimi hapseden duyguların dışına çıkıp, illegal yaşayabilseydim, varlığımı saklayacak bir yer bulabilseydim, böyle yok olmazdım. Saçlarımı kestiğim gibi, hayatımı ortasından kesip atabilseydim, kangren olmuş, kesmem gereken, hastalıklı yerinden, keşkelerimi saklayacak bir mezar kazsaydım sonra, ölümlü şeyler ne yakışırdı kendime, aynada ve saygısızca.

Kirlenerek geldiğimiz dünyada, temizlikten bahsetmek biraz fazla kibirlilik olmaz mı? Belki de sürekli çirkinlikten, kötülükten bahsettiğim için, tüm bu kötülükleri ruhum emdiği için, sünger gibi temiz sayılmam. Ama hiçbir kötülüğe bulaşmadan yaşayabilir miydik? Böyle bir şey mümkün müydü? Her gün birileri dünyanın kirliliği hakkında yakınırken… Ki dünyayı da insanlar kirletiyordu en çok, o yüzden ilk kirlilik yine de insandan çıkmıştır. Sırf bunları bildiğim ve söylediğim için sizden daha fazla kirli olmuyorum, içinizden bağışladıklarınızı aşağıladığınızı biliyorum, o hastalıklı gururu da biliyorum. Dünya daha güzel bir yer olsaydı, biz de daha güzel olabilirdik. Hepimiz birbirimizin çirkinliğine muhtacız ve hepimiz her geçen gün birbirimizi kirletiyoruz. Kendimize özenle ayırdığımız renkler de bir işe yaramıyor, dünyanın kalıbı sökülmeli belki yerinden, boyanmıyor, boyansa da alttaki kirlilik boyayı da kirletiyor. Her şey iyi olsaydı çarpık kelimelerin peşine düşüp, teselli aramak zahmetinde bulunur muyduk? Dahası en inanılmaz şeylere bile inanma saflığını gösterebilir miydik? Kirlendiğini hisseden herkesin düştüğü o hiç bitmeyen çemberin içinden umut diye soluk alıp verir miydik? Ayrılık adına yazılmış hangi mısralar ya da sayfalar bizi avutabildi?

Öyleyse bu kirlilikte yeniden temizliği öğrenme mücadelesi, kelebek kanatları gibi geçici, kuşlar gibi pervasız, bir kar tanesi belki unutturabilirdi tüm kirleri… İnanabilsek belki o kelimelere, suçluluk ile özgürlüğün nasıl yakın olduğunu, unutabilirdik belki her şeyi, tüm yargıları…

İki Haziran İki Bin On Yedi 14 10
Nevin Akbulut