Browsing Tag

edebiyat

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Uçurum Sarhoşu

Artık hayatta hiçbir şeyin seni şaşırtamayacağını anlayınca, yaşama sevinci denilen şey de bitiyor. Güven yani o çok iyi bildiğin ezinç, uçurum sarhoşu. Bazen gezip, dolaştığın sokakları okuduğun bir kitapta bulduğun, başka bir ülkenin sokaklarından tanırsın…

Tüm şu hisler nereden peydahlandı bilmiyorum, kalbimin odalarının hepsini röntgenlesem bile göremeyeceğim şeyler var. Zaman değerini yitirip, geçtikçe, eskiden burun kıvırıp, ilgilenmediğimiz şeyler, şimdilerde burnumuzun direklerini sızlatıyor, zamanın değil de kendimizin nankör olduğunu bir kere daha acı bir tecrübeyle anlıyoruz. Artık çoğu şey anlamını yitirdiği için, kendi manasını yansıtmıyor, belki de konuşurken, doğru kelimeleri kaybetmemiz bundandır. Kendimizi kelimelerle abartıyoruz, belki de ihtiyacımız olan şey, daha çok susmaktır, hiçbir yerin ortasında olunca, hiçbir yere varmak için çabalamana gerek kalmaz. Çizgi filmler de hastalanır. Kemikli veya köşeli kelimelerle dile getirdiğim cümlelerim şimdilerde hantal geliyor. Zamanında çok doğru şekilde ifade ettiğim açıklamalar şimdi yalın kalıyor. Hiçbir zaman yaşadığımı yaşadığım gibi ya da yaşamış olduğum gibi anlatamayacağımı anladım.

Konuşmayı bilmeden daha, kırılınca öğrendin, ömrün boyunca zayıf kalacağını ve kalpsiz, duygusuz en önemlisi vicdansız insanlar tarafından yapılan bir beton yapı kadar bile yer kaplamayacağını… Kalıcı değil de geçici bir şey olduğunu bilmek bile, bir çeşit uçucu bir teselliydi. İnsan hatadan oluşup, şüphe ve çelişkiyle var olur. Bacak kadar bir çocukken her şeyi merak edip, öğrenmeye çabalarken, çok bildiğini, bilmiş bir hâlinle etrafına çekinmeden gösterirken, büyüyüp kocaman bir insan olduğunda; bilmekten bıktığını hatta artık bilmek istemediğini, bildiklerini unutmak istediğini acıyla fark ediyorsun…

Petrolden, zamlardan, betonlardan, felaketlerden eğer zaman kalırsa, şiir yazar, şairlerin hayatını anlatırız rutubeti bol gecelerde. Yazın kavurucu ve kuru sıcağında hâlâ eğer yüzümüze vuran asfaltın zift kokusundan fırsat bulursak edebiyat konuşur, doğru bildiğimizi anlatmaya çalışır, birbirimizin ne dediğine kulak veririz, belki arada hak verdiğimiz bile olur, eğer bir gün kapitalizmden kurtulursak, gereksiz harcadığımız bunca zamandan sonra birbirimize öğretmeye değil de anlamaya çalışırız… Şu şehirde yaşayıp da içinden egzoz kokusu geçmeyen şiir kaldı mı? Kaldıysa kesin bir yerlerde unutulmuştur.

Rüzgârın soğuk bir gecede sarstığı buklemden haberim yok, kimse kimsenin kuyusunu bilemez. Gerçek tanıdıklığını yitirdiğinde, artık sana yabancı gelmeye başladığında hakikiliğini kaybeder. İnsan bol kusurlu, bozuk ve kırık bir yaratıktır, gösterişi çoğaldıkça, özeni azalır. Cenneti yaşamadan dünya denilen bu cehennemde sürgündeyiz, belki de bunun için daha çok cehenneme döndürme çabasındayız. İçindeki kalıplaşmış o sert, zaman aşımına uğramış, unutulmuş ama aynı zamanda da hep varlığını hissettiren yumrudan kimsenin haberi yok, onlar bunu boşluk diye biliyorlar, sen boğazında düğüm diye tanımlayabiliyorsun, ötesini anlatamıyorsun.

Kahramanı olmadığı için yazdığın kitaplar beğenilmedi, herkes elle tutulur, gözle görülebilir şeyler istiyordu, görünmeyenlerin varlığının bir anlamı ve kanıtı da yoktu. İçimde çok eskiden kalan bir şeyi nedensiz yitirmiş gibiyim, o şeyi yitirdiğim için de içimdeki diğer şeylerin bir tanıdıklığı yok benim için. Kahramanı olmayan karakterlerle yaşamaya alıştığın için yokmuş gibi oluyorsun.

Tüm sarhoşluklarımı bir araya toplasam, bir narkoz etmiyor.

okudukça tamamlanmış gibi
yazdıkça eksilmiş gibi hissediyorsun…

İçimdeki iki kişilikle de uğraşıyorum; birisi hep aynı kalmayı isterken, hiçbir şeyin değişmemesini yürekten dilerken, diğeri hep değişim, daha fazla şey bilme, öğrenme derdinde. Birisi hep dursun durduğu yerde, hiç ilerlemesin, ayağına taş değmesin, dokunmasın, hissetmesin, diğeri hep gitsin, yeni şeyler bilsin, görsün, okusun, öğrensin istiyor. Kendi bedenimde çelişkideyim, ikisiyle de başım belada.

Zaman; gidenlerin ardında bıraktıkları ve geri dönüp bakmadıkça asla görülemeyecek çizgilerdir, şerit hâlindeki, saat; kulağının çınladığı zamansız, gecenin bir yarısı ansızın çalan bir telefonun zil sesindeki acı bir ölüm haberidir. İzler sıkıldı, yok olup, gidemeyince. Bir sonraki gezegende iz olmayacaktı, yapaylığından ölecektin, canın bile sıkılmayacaktı, ağlamayacak, gülmeyecektin ama tüm bunların dışında sahte olmanın verdiği hakka dayanarak ciddileşecektin. Sonsuza kadar olacaktın belki ama kavga bile etmeyecektin, onun yerine sayıların yetkisi konuşacaktı, kaç kere silebileceğini, kaç defa yok edebileceğini düşünecektin, yok olmayacaktın ama gerçekleşemeyecektin de…

Gün gelir, teselli bulduğun şeylere lanet okumaya başlarsın, bu bile teselli olmaz! Sızım ağrıyor, derdimi sadece iki kelime ile anlatıp, susamadığım için ve söyledikten sonra da duramadığım için. Kedinin keyfi, benim kederim bitmiyor. Beynimde mayın, içimde yangın, dudağımda duman, sırf kendimle arayı bozmayayım diye, açmadığım konular var. Ahlakının izin verdiği ölçüde uyum sağlayabilirsin çağa, elastik değilsin tüm benliğinle değişip, uyuşup, alışacak kadar.

Sen gidince o masa ölü olmuyor, sadece senin içtiğini bir başkaları senin gibi içemiyor. Sen gidiyorsun, masa kalıyor, hayat varsa eğer devam ediyor, diğer masalarda oturanlar sen yoksun diye utanmıyor üstelik. Gülüşünün kıyısından düşen bir sitem kalıyor orada bir yerde ama sitemini bile görecek gönül yok masanın etrafında. Sen ölünce diğerleri yaşamış olmuyor, masa kalıyor, kahır kalıyor ama diğerleri kahrolmuyor sen yoksun diye. Bıraktığın şiirleri senin gibi, benim gibi kimse okumuyor, kimse kelimelerle kafayı bozmuyor. Sen gidince bir daha kimse senin gibi şiir yazamıyor, kederin bile rengi değişti. Tüm parçalarımı içimden çıkarıp, bir kenara yığsaydım, biliyorum daha az canım yanardı. Anlatacağım hikâyede kırık, ezik ve yırtıklardan öteye gidemiyorum, şimdi biz yaşamış mı oluyoruz tüm bunları söylerken, yoksa susmuş mu?

Tedavisi var mı mesela bu anlatamamanın? Ahlakının izin verdiği ölçüde uyum sağlayabilirsin çağa, elastik değilsin tüm benliğinle değişip, alışacak kadar. İçimde sürekli düşmeye alışmış bir müntehir, yükseklik korkularımdan biliyorum. Yarın yakınlığını bırakmış, gelecekten çok şey kaybetmiş. Kimse kimsenin dramında olamadığı gibi, herkes kendi evhamında yer ediyor, gömülmüş, endişeden başını kaldıramıyor. Her gün şu vücudu ayakta tutmak için yaşıyoruz, ezberlenmiş bir görev gibi. Oysa içimdeki dünya ateşi çoktan söndü. Ölüm beni çağırıyor, belki de ateş.

Beynimde mayın, içimde yangın, dudağımda duman…

Beş Mart İki Bin On Dokuz 14:30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Yaşamın Sonuna Yolculuk

Artık yeterince hissizleştiğime göre, altıncı hissim de zarar görmüş müdür?

Aşırı iyimser kişiler aynı zamanda da aşırı karamsar kişilerdir ve fazlasıyla hayal kırıklığı yüklüdürler. Ölümün olmadığı her plan, sahtekârlık içerir, her umut bayatlamış bir oyalanmadır. Belki de hiç doğmadım, birinin yarım kalan ömrünün üzerinden devam ediyorum. Ateşin çıktıkça daha çok üşüyorsun, bu bile hayatın ne kadar tezat olduğunun göstergesi.

Koltuk deseni gibi oturuyorum, Tomris de gülleri değil, papatyaları severmiş. Hayatımda heyecanla öne çıkardığım şeyler, bir zaman sonra sadece heveslere dönüştü, bunun farkına varmamdaki bilmişliğimden kurtulamıyorum, pekâlâ kendi kendime de hayal kırıklığı yaşatabilirim. Kırık, döküklerimi de toplamaya ömrüm yetmeyecek biliyorum. Hayatım; anlamsız bir dipnottan fazlası değil. Bardağa dolan suyun sesi var, ama dolduktan sonra suyun sesi yoktur, ne zamandır sesim yok benim de… Bazen damarlarımın sesi bile daha fazla çıkıyor. Bir şiir elbette şifa ayeti olabilirdi kalbimdeki damarlara, tıkanıp, kalan bir şeyler var içerlerde ve ilerlerde.

Yüzündeki gözler her zaman senin değildir. Aynaya baktığında bazen kendini bulamazsın. Kelimeler olmasa, hayatın önü, ardı kocaman bir boşluk yani yalnızlık. Beni hiç inceleyemeyeceksin ve bunun için de hiç anlayamayacaksın. Ama bu benden hiçbir şey eksiltmeyecek, senin hayatından, belki… Sonunu bildiğin bir romanı yazarken, aradaki zamanı atlarken aslında rol yapıyorsun, yaptıkça da bu oyun gerçeğinin yerini alıyor ve bu gerçek hiçbir yere sığmıyor. Uydurduğun zamanların içinde sona gitmeye çalışırken yaptığın her şey uydurma ve buna katlanıyorsun. Kendimi bulup, o gecede kaybetmek isterdim fakat bu sefer de bulunacağım için korkuyorum.

Hiç yorulmadan Sisifos gibi sürekli yukarı yuvarlayarak çıkarmaya çalıştığın, yuvarlansa bile hep yeniden denediğin o büyük kaya parçasıyla birlikte bir gün “neden” diye sorduğunda içinde biriken tüm tiksintiler dışarı çıkar, hayal kırıklığına uğrarsın ve bıkkınlık çöker üzerine.

“Yaşlanınca anlarsın” diyen insanlar benim için yarının var olacağını nereden bilirler ve nasıl bu kadar emin olabiliyorlar, hayret ediyorum. Hiçbir şey yapmadan öylece durup, beklemek istiyorum, zaten bitecek olan ömrün, ziyan olduğunu görmek istiyorum. Zamanı gerçekten akışına bırakmak istiyorum, zaten ölümlü bir hayat için, bunca uğraşmak için, gerçekten aklımızla ilgili sorunlarımız var demektir. Hiçbir duyguyu birbirine karıştırmadan, hepsini benden uzaklara göndermek istiyorum, yaşamadan. Herkesin bildiği ama dile getirmediği hakikat, birisi tarafından söylenildiğinde, içlerinde sessizce barındırdıkları asıl hakikat değil de bunu dile getiren kişiden huzursuzluk duyarlar…

Herkesin gittikçe birbirine ve hızla evrildiği şu zaman diliminden tiksiniyorum, sanki herkes inatla birbirinin aynı olma derdinde, herkes bir diğerinin devamı gibi, farklıyız deseler de… Bunları görüp, fark ettikçe, ruhuma teşekkür edip, haklı çıkmakla beraber sinirle gülüyorum. Ama komik değil mi ya? Hepiniz var olun, yaşamak için bolca hayal kırıklığı verdiniz, güldürmek yerine fazlaca ağlattınız, yazmam için de epey malzeme bıraktınız, dengesizler…

Her inanışım, daha önce yaralanmamış bir yerimi parçaladı. Her gün kelimelerin başka anlamlarına bakıyorum, kendime yeni cümleler kurmak için, teselli bulmak için, belki merhem olur edasıyla deniyorum, tedirginliğim geçmiyor. Bir kere özleyince kaçan iştahın yüzünden başka daha hiçbir şeyi özlemek istemiyorsun. Tedirginliğimden bile memnun olduğum zamanlar vardı ya da bana öyle geliyordu. Ölünce Rapunzel olacağım, bunu en iyi Marquez bilir… Üç noktaların söyleyebildiğini hiçbir işaret anlatamaz ve bıraktığı derin boşluğu hiçbir cümle dolduramaz ölüler ve düşler hariç. Belki bilmediğim bir dilde, anlamını bilmediğim bir kelime tüm her şeyi tek başına açıklayabiliyordur, kim bilir… Adım başı dertli rubailerden oluşan şu hayat, deli bir kızın türküsündeki yağmur…

İnandığım şeyler sizinkilerle aynı olamayabilir, kabul, sizin gibi inanıyor da olmayabilirim. İçimden gelen renge inanıyorum, içimin alışık olmadığı bir şeyi kabullenemiyorum, istediğim gibi gülüyorum, istemediğimde sizlere göre komik bile olsa gülmüyorum. Dünya üzerime geldiğinde de içimdeki güce inanıyorum, sızılarıma güveniyorum sezilerimden çok. Her şey ters gitmeye devam etse bile, düz gittiğinde daha iyi olacak diye bir şey yok, bunu biliyorum. Bir dakika sonrasında ne olacağını bilemediğim için bunun bile gelecek olan mucizelere bir umut doğuracağına inanıyorum.

Birçoğumuz okumayı yazmayı belki de intihar mektubu yazmak için öğrendi. Pencereden bakarken beslediğim umutlar kuşların kursağında kaldı. Her gün dışarı koyduğum su kaplarının sularını yeniledim, bir şeyler iyi olsun, temiz olsun, içilebilir, yutulabilir olsun istedim, içimde bekletip, çürüttüğüm şeyleri çoktan unuttum. Unuttukça dengem kurtuluyordu, elimde değildi, yuvarlak bir dünyanın içinde ayakta durabilmek zordu. Kuşlar gibi uçup, konabileceğim bir yer yoktu, bu bile beni kimsesiz yapardı ya da hiç yapardı, birinin hiç olması aslında başkalarına bağlıdır daha çok, kendim içimde çoktan kabullendiğim hiçliği, uzaklarda denize bırakabilirdim, üzerime konması gereken martılar vardı, her kanat çırpan kuşun, alacağı özgürlük vardı dünyadan, ya benim neyim vardı? Huzurun konforundan uzak, güvenlikten yoksun, sıcaklık aramakla bile bulunan bir şey değil.

Yaşayarak öğrenemediklerini, yazarak öğrenmeye çalışıyorsun, oysa bir kalemin ucu bir ipe bağlıdır çoğu zaman, gökyüzüne bağlı değildir. Yürümeyi öğrenirken, kanatlarından vazgeçeceğini biliyor muydun acaba? Öğrendiğin anda bir daha asla eskisi gibi olamayacak hayatın diğer zamanlarını? Sınırlarını yürüyerek çizmeyi öğrettiler sana, siyah bir tükenmez kalemden daha fazla tükenemeyeceğine inandırdılar, yazsan bile görünmeyen kelimelerle anlatmaya çalıştığını varsaydılar yani boşunaymış gibi senin yaptıkların, yapacakların, yapmaya teşebbüs ettiklerin, sürekli önünü kapadılar. Bu bilinçsizliği kim yerleştiriyordu böyle zihinlere bilmiyordun. Bilmeyince biraz daha masumdun. Dünyanın dengesi yazmaktan önce de vardı, içini susturamayanların romanını dinliyoruz, tutmak istediğimde uyuşan elimle ulaşmaya çalışmak, aşırı çabadan başka bir şey değil, sarılmak her zaman sağlıklı değil. Söylediklerim yerine ulaşmıyor, sustuklarım her yeri kaplıyor, suskunlukları sahiplenecek çok kalp var çünkü. Saçlarımı koparıp, attığım gibi, beynimi de koparıp, fırlatasım var, yerde ne çok kelime var, yukarılarda ne çok susan var.

Bir tek öğle güneşinde güveniyorsun gölgene, beton zeminlerin üzerinde yürürken, yüreğinin sertleştiğini hissediyorsun, yumuşacık topraklara benzemiyor buralar, ayaklarını yutacak gibi geliyor zemin, sonra da seni zaman, yenileceksin böylece. Durduğun yere hapsolmuş gibi, bir hareket yapmak eziyet, başını kaldırıp, bakmak işkence, adım atmak korku, durduğun yerde tüketiyorsun önce zamanı sonra kendini. Üstelik bundan zevk alıyorsun, yok etmek istediğin şeyleri böylece daha çok yok edeceğine inanıyorsun, hiçbir iz bırakmak istemiyorsun, zaman nankör, dünyaya sadece ziyaret amaçlı gelmiş gibi sürükleniyorsun. Melaike değiliz ki buradan gidebilelim, yoksa ne işimiz olurdu bu kötülüğün ortasında? Ruhunu alıp, önce bir ağaç dalına asıp, oradan da gökyüzüne uçurabileceğini sanıyorsun, üstelik ayakların yerde, yerin dibine batarken, hâlâ…

On İki Aralık İki Bin On Sekiz 10:30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Sis

Kendimi senden miras kalan büyük boşluğa bırakmanın alacaklısıydım. Gözüm yükseklerde değil, yerdeki karıncalardaydı, ayları doğrayan zaman, bize de kıymaz mıydı? İmla kurallarına gösterdiğim özeni, kalbime de gösterebilseydim keşke. Kalbimi yakan şeyler, ellerimi bir türlü ısıtamıyor. Fizik kurallarına ben miyim aykırı olan? Yoksa kurallar mı saçma? Sisin içinde kaybolan gözlerimi arıyorum, karanlığa alışınca gözlerim görür gibi bir şey değil bu, siste tamamen kayıpsındır. Yaktığım ışıkların da aydınlatamadığı geceler var, diplerimde. Karanlıkla açıklanamayacak şeyler var, yitirdiklerimde ve devamında yitireceklerimde; ölmeden önce okumak istediğim kitaplara yetişemezsem, beni affetsinler. Yine de daha ciddi şeyler var düşündüğüm, hissettiğim; gökyüzünün perdesi yırtılmış, pencereleri çarpan rüzgâr da anlamaz ne demek istediğimi.

Hesaba katmadığın şeylerin hesabından yine de yakanı sıyıramıyorsun. Yağmuru severek seyrederken, yıldırım düşüyor misal, en sevdiğin ağacın dibine, evrenin avazının çıktığı kadar kıyameti bağırdığını duyamıyorsun ya da duymak istemiyorsun. Felakete her daim kapalı olan gözlerini rüzgâr yiyor, gözlerini kaybettiğine inanıyorsun o sisli günde, başka bir şey olabileceğini, olduğunu kabullenmiyorsun. Gözünden akan yaşları su zannediyorsun susamayı öğrendiğinden beri, yağmuru tanıyınca anlıyorsun susuzluğun ne olduğunu. Susuyorum, aklımda, kalbimde biriken kelimeler belki de susmamı istiyor. Yanmaktan değil de küllerin içimde birikip, beni çürütmesinden korktum. Gitmeyi göze aldığım yollar, gözümde çürüdü.

Akıl artığı zamanlarımda, aklımı daha da kaçırdığım anlarım oldu, sebeptin diyemeyeceğim, ancak yokluğundan dolayı bir neden olabilirsin. Aşırı iyimser kişiler aynı zamanda da aşırı karamsar kişilerdir ve fazlasıyla hayal kırıklığı yüklüdürler, üstelik kırıklığın sesi de çıkmaz. Bazı kitaplar kahvaltı yapmadan okunmuyor. Gülüp, geçtiğin şeylere ağlayıp, geçemezsin, orada kalırsın. Bir cümle sadece o şekilde söylenildiği için, başka bir yerde bütünü oluşturamaz. Ne güzel ölü doğduydum, düşünsene; birkaç saniye farkla tüm bu yaşanılan ve yaşanacaklardan sorumlu olmayacaktım, gerçekten kurtulacaktım. Ağrı kesicinin de kesemeyeceği ağrılar var.

Senin ruh hezeyanlarından kimsenin haberi yok, kimse senin gibi hissetmiyor ve hissetmeyecek o yüzden tek kişilik heyecanlan. Nirvana grubunun kokaini bırakamadığı gibi hayatta bırakamadığımız şeyler var, eksiğiz çünkü artığız, ihtiyaç duyuyoruz, içimi gıdıklayan sigara közü ve senin gözlerin, sıcaklıkları eşit.

Devamı hiç olmayan, tek hücreli aşkların olduğu zamanlarda büyük şeylerden bahsetmenin yersizliği içinde kıvranıyorum. Gölgem bile tavır almış, sıkılmış benden, kaçmaya yer arıyor. Boynum bunca kesik olmasa, biraz daha başım dik yürüyebilir miydim? Var olan şeyler giderlerdi, önce varlığını kanıtlaman gerekirdi gitmen için, sen o kadar azdın ki… Taşınınca artık o ev olmayan yerin boşluğu ve ruhsuzluğu vardı sende. Bozuk hava gibiydin ve sürekli soğuk havalara denk geliyorduk. Anlamsızlığına yüklediğim anlamların altında kaldım. Kendinle uzlaşabilseydin, iyi olabilirdim yanında, sen içine inanmadın. Kendi kendinin yalancısıydın. İçimdeki kutsalın içine yerleşmiştin ve bunu bir tek ben biliyordum, ağzıma döktüğün sırlardan uzaklaştıkça, kelimeler varlığını yitiriyordu, konuşmadan bilmenin yolunu bulmuştuk. Gündüz gezdiğimiz sokakların geceleri sevimsiz birer taş parçasına dönüştüğünü gördüğümde içimdeki soğukluk buz tuttu. Günlük konuşmaların sıradanlığı bile en değerli kitaptan bahsediyor gibiydi, bu yanılgıya düştüğümde muhtaç kaldım bir virgüle bile. Her şey sabah olması kadar, yağmuru sevmek kadar doğaldı, bir tek bana mı olağanüstü geliyordu? Mucizeye ihtiyacım olduğu için belki de ben uydurdum bu masalı, kendimi yitirdiğim anda.

Ciddi sandığın ağrıların da aslında hiçbir yere varmadığı nankör zamanlardayım, uyuşturucu gülmesi bazıları, yine de diğerlerinden ayırmak için derinlik gerekir. Bıçak sırtındayım, belki de bir köpek balığının dişinin ucunda. Yürürsem ayaklarımın kesileceğine inandığım için, durduğum yerde durup bekliyorum, beklemekten başka bir beklentim yok, yavaşça da olsa eninde sonunda kesileceğimi biliyorum. Tuhaf trajedilerden kurtulamayan hayatıma yeni bir son hazırlamam gerekiyordu ve bunun için ihtiyacım olan son şeydi mecaz. Göz torbalarım oluşana kadar ağlayacağım ve sonra tekrar o torbaları doldurana kadar.

Daha fazla kırmızı olamam ve daha fazla ağlayamam zannediyordum, bayılmanın ötesine geçtiğimde artık yoktum, sadece yere düşerken çıkardığım sesler ve vücudumdaki morluklar vardı. Artık dünya kırmızının şehveti ve güzelliği değil, morun işkencesi ve izleriyle doluydu. Kısacası artık hayat; benim bile rengimi bozabilecek kadar cüretkâr ve kötüydü!

Sadece bir tek şeyi sana kimsenin anlatamayacağı şekilde anlatmak istedim. Gözyaşlarım yoruldu, kirpiklerim bıktı ıslanmaktan, gün geldi, sabah uyanmak istemedim. Gece geldi ölmek istedim. Unutuldum, çabaladığım şeylerin altında kaldım. Dumanların beni çağırdığı yerde kendimi kaybedeceğimden değil de beni bulamayacağından korktum, sanki arıyormuşsun gibi.

Tüm insanları aynı kefeye koymayı bir türlü beceremedim, gözlerine her baktığımda kalplerini görmek istedim, ortalık kan yeriydi oysa görecek pek bir şey yoktu, çoğunda kalp de yoktu. Yine de o saman ve bir dünya yalan yığının arasında bulmayı ümit ediyordum. Senin aklında sabahlayan benim beynimde yankılanan o kırmızı şapkalı kadın en az birkaç kere öldü ama yok olmayı başaramadı. Artık kırmızı şapkamı koyacak yer aramıyorum, beynimde yankılanan şarkılardan da tüylerim diken diken olmuyor. Öyle sıradan bir rüzgâr, tamamen tutkusuz yalayıp, geçiyor sırtımı, ürpermek için bile üşeniyorum. O bile belli başlı bir duygu hazırlığı demek. Kafamdaki saçlar beni en zayıf anımda terk ederken de yoktun ki yanımda, biz neyin varlığını ispatlamaya çalışıyorduk? Tenimden kokum bile gittiğinde yoktun, ilaç kokuyorum diye mi ortalarda gözükmüyordun yoksa kaybolan kilolarıma anlam yükleyip, beni ağırlaştırmaya mı çalışıyordun? Hafifletilmiş nedenlerim vardı benim aslında, kimsenin derdinde olmayan, kimseye dert bile olamayacak kadar incelmiştim, işte bu içimde kalın, ulaşılmaz bir his oluşturmuştu, pes etmek üzereydim yeryüzündeki varlığımdan feragat ederken, bir şeyleri yaşamamış olmanın açgözlü huzursuzluğuydu beni saran… Sonra saracak başka şeyler aradım, kendim kendime yetmedi.

Yine de yaşam denilen şeyi sislerin arasından bir gün yakalayabilirsem, sormak isterdim; yaşanılmayanlara değdi mi? Varlığımın sıfır kadar değeri var mıydı? Canlılığın anlamı tam olarak neydi?

İki Kasım İki Bin On Sekiz 16 00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Kendime

Bir neden açıklamak durumunda ortada kalmış, nereye ait olduğu bilinmeyen ama sanki varlığı her şeyi değiştirecekmiş gibi öylece duran “çünkü” kelimesi gibiyim…

Güzel bir animasyon filmi çıkardı hayatımızdan, savrulduğum yalanların ihtişamından, gözlerimi açıp, büyürken gözbebekleri, dünya küçülür, bir yaşın içine sığardı. En çok rüzgârın savurduğu kıyıları severdim, kimsesizliğimi balıklara anlatırken, maviler biraz kırmızıya dönerdi çünkü akşam güneşi batardı, hayatın ciddiye aldığım ağır zamanlarını iyimserlikle örterdim, dolu ama içimde boşa geçtiğine inandığım vakitleri hep istediğim şeyleri yaparken doldururdum. Finalde sallanan sandalyeme oturmuş, üzerimde örgülü en renkli motiflerden bir örtü, kucağımda bir kitap, burnumun üzerini acıtan gözlüğümü elime almış, biraz sıkılmış ve huysuzluğumla, ninni söylenirmiş gibi sallanırken, sonsuz uykuma dalardım. Kendi tabutumu ya da ruhumun savruluşunu izleme bahtiyarlığına erişirdim.

Huzur sadece belki de çizgi filmlerde. Biz gerçekleri yaşayarak kendimize büyük kötülükler yaptık. Kırılmış şeylerin artık bir daha olmayacağının bilincine erişmek için belki de bir âlim kadar sabırlı olmak gerekiyordu. Gecenin ızdırabı içinde hiç sabah olmayacakmış gibi gelen gecenin sonunda, kıvranırken güneşin doğması gibi basit döngülerimiz vardı, üstelik kısır değildiler. Her sabah başka bir sabaha uyandırıyordu bizi, bazen belirsizliğe, bazen dayanamadığın kötülüklere, bazen de hiç olmadığı kadar huzura, arada yorgunluğa, çoğunda duygusallığa, savruluyordun oradan oraya, üstelik savrulduğun yerler hiç sormuyordu sana. Tıpkı masum bir bebeğin ileride nasıl katile dönüştüğünü bilemediğimiz gibi, bilmediğimiz insanların arasında, bilemeyeceğimiz yerlerde hiçbir anlamı olmayan konuların içinde tartışırken buluyoruz kendimizi, yaşamak belki de biraz vakit geçirip, oyalanmaktı. İçinin dolu ya da boş olduğunu umursamadan… Çok güzel endişelenirim, önce eşele sonra endişemden öp beni.

Alışamadığım şeylerin tadına alışmaya çalışırken buluyorum kendimi, inat ve sitemle. Hem sonra kim takardı üç kuruşluk sitemimi ki benim? Acımın ağırlığıyla ezilirken, sigara yanığı parmaklarındaki sararmışlığa üzülmem, yüreğimi karartıyordu. Kendime bunca acımıyor olmamın vicdansızlığımla alakası yoktu. Gül diye gülüyordum en çok, iyi ol diye kalbimin kanatlarına saklamış olduğum melekleri de saldım gökyüzüne, benim buhranlı kalbimden daha önemli işleri vardı.

Cüreti sarhoşluğunu aşanların umursamazlığında yalpalıyordum, yıllar geçtikçe daha çok haklı olduğumu görüp, haksız göründüğüme yakınıyordum. Kapanan kapıların ardından bakakaldığımdan belki de diğer tüm açık kapılar da ilgimi çekemiyordu, belki bir cereyanla karışık fırtına çarpması gerekiyordu o açık kapıları da, ancak o zaman farklarına varabilirdim. Körlük değildi bu, hislerim uyuşması, sakinlik belki biraz da… Sanırım ölemeyeceğim ama hislerimi tüm dünyaya kapatacağım, tam da şuandan itibaren. Yoksa tüm hislerimi yitireceğim. Biliyorum saçmalıyorum, öyleyse varız çünkü başka çaremiz de yok.

Bir neden açıklamak durumunda ortada kalmış, nereye ait olduğu bilinmeyen ama sanki varlığı her şeyi değiştirecekmiş gibi öylece duran “çünkü” kelimesi gibiyim. Tırnak uçlarımda çoğalan saçlarım kökünden kırılmadı sanıyorum, saçlarımı geriye itelediğim avuçlarım uyuşuk ne zamandır, hemşirenin iğneyi yanlışlıkla sinirime denk getirdiği zamandan beri, bir yerimin olmayacağını düşünmeye başladım. Her şeyin nedenini içimde ararken, iliğime, kemiğime kadar, mecalsizliğim yüzünden bir yere varamayışım, gittiklerimi eklediğimde yine açıkta kalan yollarımla ve ruhumla. Ulaşamayışlarım yüzünden, hüzünlerimde diş izleri ve çürüyen her şeyi boyayışım, en çok sokakları, radyodaki cızırdayan sesleri, hep bir şey anlıyormuşum gibi yapmaktan öteye gidememekten yorgunluğum, toprak ya da deniz isteyişim. Yokluğunu anlamlarla doldurup, uzaklarda bırakışım, nice sonra durduğum yere dönüşteki bilgeliğim ve sarhoşluğum…

Hayal kırıklığının ateşli bir hastalık gibi geçeceğine inandığımız o umutlu ama halsiz zamanlarımız. Kutsal kitaplarda yer almayan ama bize çok ilahi gelen hislerimizle, acıdan bükülen dudaklarımızın sızlattığı yaralar. Gecikmiş bir telaş gibi heyecanımın içine gizlediğim gülümsemem; ne tam gülebiliyordum ne de tam somurtabiliyordum, şaşkınlığımdı karnımdaki kelebeğin uçup, gitmesi, aynı zamana denk gelmişti. Gülümsememin yersiz olduğu zamanlarda yüzümde bir ağıt gibi buruşması, sırtımdaki dev ejderhanın yanıp, durması… Hiçbir zaman olmayacağına inandığım şeylerin yalnızca benim gözümde olması, yine de olmuş olabileceği ihtimaline denk düşer. Canımın azlığının ölüyor ya da ölmüş olmak değil de eksiklik olduğunu algılayabildiğim zamanlarda içime çöken çaresizlik hissinden yazıp, yırttığım sayfalardan ölümün önemli olduğunu anladım, dahası yok olmanın bazen iyi bir şey olduğunu. Ellerimi sakladığımda, dokunduğum yerlerin bazen benim olmayışına bu yüzden öldüğümde fazla da bir şey hissetmeyeceğimi biliyorum artık. Şiirlerde bir öpüşlük canı olan kadınların ölümünü kıskandığımı, bir öpüşlük can, ne güzel çekerdi canım derken, ağlamadan ve usanan dizlerimle birlikte bileklerimi en derinine kadar yaralayarak… İçindekini merak eder gibi deşerek, dayanılmaz baygınlığımla dünyanın üzerinde kalan hafifliğimle sabaha karşı her şey bitsin istiyorum, yeni bir gün, yeni hiçbir şey başlamadan, başlayamadan. Sabah olunca çünkü yüzüme yine dünya tüm telaşını fırlatacak, yine hâlimin olmadığı yerden vuracak zaman, gitmek istemediğim yollar ayak bileklerime dolanacak ve kalabalık yine içine alıp, ezecek ruhumu. Geceden kalma ağır duygular, buruşmuş bir kokuya ve rutubetli bir topluluğa dönüşecek.

Hâlim olsa da gitsem, gitmeden önce anlatsam şu yorgunluğu, kelime dağarcığının çokluğunun da bazı acıları ve kederleri anlatmaya yetmeyeceğini, boğazıma tebelleş olan düğümleri… Bulutların içindeki yağmurun durmadan kıvranışını, arada bulutların karnının da tekmelendiğini, içimizdeki kasvetin doğmayacak şeyler yüzünden olduğunu, kanımda ölen şeylerin bendeki canlılığını, canlı olması için illâ yaşaması gerekmediğini bazı şeyleri. Beynime sıktığım kelimelerden su toplayan aklımdan vazgeçişimi. Kendimi içime hapsedemeyişimdeki beceriksizliğimden dert yansam, sonra anlamasa kimse, hem anlasa bile kimsenin işine yaramayacak laflar etsem, içime gidemeyişimden, gittiğim hiçbir yeri de benimseyemeyişimden bahsetsem. Doğarken kaybolan kabuklarımı bulsam, saklansam… İçi boşalan şeyler kimseyi ilgilendirmez ki hem sonra. Çöp kutusuna bile varamayan ayaklarımla, gitsem, uzaklaşıp, en yüksekten kendi üzerime düşsem. O zaman anlamım olurdu belki.

Otuz Ağustos İki Bin On Sekiz 16:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Dejavu’lar Renkli Olmaz ki…

Şimdi yaralarımdan sorumlu kaç kişi varsa eğer, kaldırım taşları şahittir, güvendiğim tüm sokaklar çıkmaza çıktığı zaman, gidemediğim zamandan kalma, hasret ve özlemlerimle kucakladım hayalleri. Bu çağa ait olmadığımdan yeterince hatıram yoktu, o yüzden daha çok hayal vardı, her yerdeydiler. Üstelik kimseyi küçümsemeyecek kadar da yüce gönüllülerdi. Oysa benim başım yapılan imla hatalarıyla beladaydı. Bildiğim imlâ kuralları dünyadaki hiçbir hatayı düzeltmeme yardımcı olmadı…

Kendi içinden bir yere hiç gidememiş insanları nerede görseniz tanırsınız, kendi olmaktan başka hiçbir şey yapmayı beceremeyen insanları, dönüp yüzlerine baktığınızda içinde bir yeri tanıyormuş gibi, hemen gözleri dolar, zaten genelde doludur gözleri, ürkektir duygusunun bir tarafı açılıp da ucu görünecek ve tüm içindeki sıvı dökülecek gözlerinden diye korkarlar. Çokta haklıdırlar kaygılanmakta, tüm hayat boyunca incindiği için, sanki ruhundan özür diler gibi bakarlar herkese, dünyaya gelmenin rahatsızlığından dolayı bir telafi gibidir onlara göre bu durum. Hayatta hiç başrolde olmayıp, hatta bunu reddedip, hep yedekte oyundaki sürenin dolmasını beklerler, oynayasıları yoktur hiç. Yıldızları sayıp her akşam, uzaklara gitmenin hayalini yaşarlar, bulutlara şekil uydurup, hava muhalefetinden çeşitli anlamlar çıkarırlar. Adımlarını çizgilerin üzerinden atlayarak geçirirler, eğer basarlarsa bir felaket olacağına inanırlar, olur olmaz zamanlarda gülümsemekten geri durmazlar, bu içlerindeki acının olgunlaşarak dışavurumudur. Huzurdan ya da keyiften değil de kederden attığı kahkahaları vardır, dış dünyaya kapandıklarından içeri açılan yerin genişliğinin rahatlığıdır belki bu, etrafındakileri umursamamalarının delilidir, sizin huzur gördüğünüz onların kederidir. Varlığına içten içe her gün lanet okuyup, dışarıya “hayırlısı” derler, olumlu gibi görünen tüm kelimeler aslında birer iç çekiştir, izahı yapılamayan bir tür isyandır. Siz kendinize yabancı olduğunuz kadar onlar da dış dünyaya yabancıdır.

Yanındayken, yer çekimi diye bir şey yoktu sanki sonra saçmalığına emin olarak anladım zamanın acımasızlığını, bir şeyleri başka bir şeylerin içine tıkıştırırken, zamanın içinde büzülüp, kalmıştık. Çığlıklı şarkıların anlamsızlığı da çözemiyordu içimizdeki arapsaçını. O kadar da imkânsız görünmeyen şeylerin önünde kendi imkânsızlığımızda boğuluyorduk. Bunca yaşanmışlığımıza rağmen hâlâ aynı yerden kırılıyorduk işte. Uykusuz onca geceye, ağlamaktan şişmiş gözlere, yine huzursuz kalp çarpıntılarına rağmen yeniden ne kolay inanıyorduk, ne çabuk aralıyorduk yüreğimizin kapısını? Artık bir daha aynı duyguları tadamayacağız, kalbimiz bir daha aynı şeyleri hissedemeyecek diyeydi belki de korkumuz, ondandı bu çocukça kanamalara rağmen inanmamız. Yalnızlık değildi korkumuz, sıradanlıktı, acı değildi kaygımız, ruhsuzluktu. Yaşam bir alıntıdır, ölmek ise acemi bir ezber…

Eski cümlelerde bırakılan, şuan kullanılmayan, unutulan kelime gibi duruyorum. Mükemmel olsaydım, muhteşem şeylerin farkına varamazdım. Deliliğimi başkaları almasın diye en derinime sakladım. Ancak delilikle akraba olanlar tanıyabilir onu. En kötüsü de bu boşluğu anlatamıyorum, anlatmaya çalıştığım her şey daha da derinleştiriyor. Yazmak bazen de eksiklikten içindeki bir şeylerin olmayışından kaynaklanır. Doldurmak istersin boşluğunu, yazarak… Senli hayallerimi yüreğimin içine kilitledim. Saçlarını kulaklarının arkasına savuştururken, yüzündeki o hoşnutsuz ifade. Allah’ım daha ne kadar esirgeyip, bağışlayabilirsin ki beni? Dile düşmesi yaşamaktan daha zormuş, yaşanılanı beynin bir şekilde yok sayıp, unutulanların içine atabiliyor, zaman geçiyor üzerinden ama söylenilince, bu içine yapılan itiraf sayılıyor, unutulmuyor. Boğazımdaki düğümde, içimin eksikliğindesin.

Şimdi git gidebilirsen bu sokakların içinden, şu nemden, onunla dolaştığın kasvetli akşamlardan, sabahına her şeyin iyi olacağına inandığın pencerelerden, ay ışığının odandaki duvara yansıyıp, yaptığı şekillerden. Sesinin yankısında kaybolan sessizliğinden, kimsesizliğinin korkusundan, korkma istersen. Kaldırımlarda yürürken, bir arabanın ansızın kaldırıma çıkıp, sana çarpıp altına alabileceğini düşünmeden, yürürken baktığın vitrinlerin camında aradığın yüzünü unut unutabilirsen. Kıyısında ağladığım deniz, hep başka kayasına düşen gözyaşlarım… Bitmesine üzülerek okuduğum kitapları bitirdim. Renklerin bitmesine üzülerek daha çok renk katmak istedim dünyaya. İlk sigaram, ilk sahilde tek başıma yürüyüşüm, ilk dertlenişim, çocukluğumun biteceğine üzülerek büyüdüm. Nasıl küçüktü kederim, büyütüyordum. Kelimelerin bir gün bir yerde sona ereceğinden korkarak sustum. Düştüm, düş kalacaktım gerçekler canımı sıktıkça. Gözyaşlarımın bir şekilde tükeneceğinden korkarak, gülmeyi öğrendim, olur olmaza güldüm, deliliğe sığındım. Daha aynı yerimin ne kadar acıyacağını bilemeden ezberlediğimi zannettim, her seferinde hazırlıksız yakalanıyordum…

Hayallerimin hep aynı yerinden kırılmasına alıştığım için, hayal kurmayı bıraktım. Geçmişten aldığım acıyla karışık ilhamı, gelecekten kendimle birlikte koparmayı başardım. Hayretlerim hep başka şeylere yöneldi. İnancımı perçinleyen doğallığın doğasını bırakmadılar. Düşürdüm inancımdaki hacmi. Aldığım radyasyonlarla başka bir boyuta geçerim diye umuyordum, elimde kadeh, dilimde keder, yüzümü döndüm yalnızlığa, sırtımı unutulduklarıma, Bu benim ruhumun eskiliği değil, içimin kayıtsızlığıdır. Dünyayı sana feda edeceğim zamanlar geçti, henüz erkenken vakit daha çok sarılmalıydık. Koca ülkeleri gezebileceğimize inanırken, şimdi yanı başımdaki şehir bile uzak oldu. Sabah olacak diye uyumadığım gecelerde bitkinlik nedir bilmiyordum, şimdi gündüz bile uyumak istiyorum. Üstelik şu durumdaki halsizliklerime dünyayı ortak edip, yaşıma suç buluyorum. Her şeye anlam aramaktan üşenir oldum, üstelik hayat böyledir deyip, geçip, gidiyorum. Bir şeylerin eksikliğini kararan zamanlardan anladım, biraz yokluğundan, biraz benim içimde ölen şeylerden, gelsen bile aydınlanmayacak ışıkların yasını tuttum, karanlıklarda… Akşamüstü vakitlerinin hüznü en çok geceleri vurur oldu, bu sene uyumayı belki de en çok bundan sevdim. Sabaha yakın yerlerinin ağırlığı hüznümü geceden bile koyu renge boyadı. Üstelik güneşin doğuşu da pek bir şeyi değiştirmedi, çocukluktan kalan kalın perdelerim, pencerenin hemen oraya dikilen yeni bina, özlediğim rüzgâr, beğenmediğim her şeyi, zamanla somutlaştırıp, normalmiş gibi görmeye başladım.

Gidebildiğim tüm yollar beyhude, başlangıca gitmemin ya da sona varmamın teorik olarak bir anlamı yok. Kesinlik yok, hiçbir şey yok. Sadece yürüyorum, varmak için değil, belki sadece olduğumu anlamak için, ayaklarımın varlığını kanıtlamam için. Büyüdüğüm sokaklar bir yerden sonra ayaklarımda büyüyor, zaman daraldıkça. Kendi oluşturduğum melankoliye hapsoldum. Raif Efendi gibi bir babam olsaydı, bence o kitap da bir masaldan ibaretti, düş olamayacak kadar uzaktı o babalar, üstelik ne aileleri, ne yakınları ne de kendi çocukları tarafından kıymetleri bilinmeyen… Kendi inançlarımdan yarattığım hastalığın pençesindeyim şimdi, olmayacak şeylerin hayaliyle var olacağımı zannediyorum, hayret edemiyorum. Herkesin söylemeyi istediği şeyleri içimde doldurmuş da bekliyormuş gibiyim. Şaşırtmıyor artık hiçbir şey, gördüğümü zannettiğim dejavu’lar hariç.

Nevin Akbulut
On Yedi Ağustos İki Bin On Sekiz

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji yeni yazı

Duble ızdırap, çifte hüzün, keyfe keder

Yalnız insan kimdir biliyor musun? İçinde barındırdıklarına yer bulamayandır, bunu başkalarına anlatamayan ve anlam bulamayandır, hissettiklerinin sadece kendisi için bir önemi olduğunu anlamasıdır, kendisi hariç, kimsenin samimiyetine inanmayandır.

Bir an en önemli parçasını bulmuş yapboz gibi hissettim ama çok küçük bir an. Sonra beynimden bir çığ yuvarlanmaya başladı. Aşağılara indikçe aramaya başladım, bulamadım, korkularımı yakıştıramadın hayallerine ve senden farklı oluşumu suç olarak görüp, farklı olduğumu kabullenmedin. Farklı şeyleri sevmem, senin sevdiğin şeylerden uzak oldukça sınır koydun aramıza, kudretinle yükseldin, zaaflarımla alçaltırken beni. Müziğin sesini açmak istiyordum çünkü kendi iç sesimi dinlemekten kafam şişmişti, büyürken büyüyeceğim yerler incinmişti, bu yüzden sevmediğin her şey benim en sevdiklerim oldu. Daha çok kitaplara gömüldüm, daha çok dumanı sevdim, belki fark edilmek istedim çocuk aklımla, bilmiyorum, pek başardığım da söylenemez zaten. Kendime acımadım, belki sen görürsün de merhamet edersin diye, içimin sızladığı zamanları şimdi bir tek ben biliyorum, yaralarımı öğren istedim, öyle bilgisizdin ki bu konuda, anlatamadım. Senin için hep başka şeyler önemliydi, yine de benim sana olan ihtiyacım dinecek gibi değildi. Senin yarım bıraktıklarınla, benim çocukluğum birleşirse, belki bir bütün olabiliriz, hazır dokunulmayan bir onlar kalmışken…

Gerek yokmuş kedi masallarına, dünyanın kirinden, pisliğinden nefret ederken, yaşamakla nasıl mücadele ettiğimizi övünerek anlatıyoruz. İçimizde bizden hariç bir işgüzar daha var. İçimizle aramızda mesafe var ve kendimizden kopuğuz ya da uzlaşmak istemiyoruz. İçimdeki sorular yüzünden, yüzümdeki simamın kolajlar hâlinde yaşlandığını hissediyorum, başkalarının insan etinden olmuş bir ömür parçası, isyanla biriken gen hastalıkları var insan türümüzde, oysa insan etinin içine sıkışıp kalmasaydık, belki kendimiz olabilirdik, başkalarına benzemek, çekmek değil de sırf, duru ve saf başka bir şey olabilirdik. Başkalarının can çekişini içimizde yaşamak zorunda kalmazdık. Birilerine mecbur ya da maruz kalmak, kendi varlığımız anlamına gelmiyor çünkü yaşamak aslında can çekişmedir. Başkalarının kurduğu hayatın kurgusuyuz, kendi hikâyemizde ancak figüranlık yapabiliyoruz, söz hakkımız ya yok ya da kısıtlı, bu yüzden diğerlerinin fikirlerine önem veriyoruz. Bu labirentten çıkamıyoruz, kanatlarımız eksik.

Her gün tek bir noktandan bile anlam çıkarmaya çalıştığım zamanlar bitti, tükendim sonra uyandım, meğer herkesi inandırmaya çalıştığım masala bir tek kendim inanabilmişim. Bu benim yüreğimin katıksızlığı değil, inancıydı. Dünyanın etrafını ölçen çizgilerin bile gücü yetmez saçlarını sevmeye zannederdim, dağılan her şeyi toparlayabiliriz zannederdim, dağılanların keskin yerleri saçlarımı kırpmadan önce. Benim hatırladığım her şeyi özensizce unutacağını bildiğim hâlde tüm bunları saklamayı başardım, bir gün geri dönüp, hatırlamak istemeyeceğini biliyordum. Unutmak nasıl olsa kolaydı, ben zor olanların peşindeydim, yüreğimin her bir parçası başka bir yarımadaya dağılsa bile. Korkularımın üzerine biraz fesleğen ektim, şimdi daha güzel korkuyorlar. Kaçtığım ya da saklandığım yoktu ama unutacağım diye biraz korkum vardı, tüm o duyguları saklamam bunun içindi, içlerinin bozulmaması ve değişmemesi içindi. İnsan sadece korktuğunda saklanmaz, bazen de içindeki sesleri duymak için saklanır.

Genetik miras olan kaderinin derdinden kurtulmak için kendini daha ne kadar değiştirebilirsin ki? Gittiğin yere içindekini de taşıdıktan sonra ve onlarsız gidemedikten sonra… Geceleri dinlediğin şarkılar, okuduğun kitaplar da uzaklaştıramadı seni benliğinden, öylesine şikâyetçiydin ki içinden, kurtulmak istedin, bütün hikâyeleri sildin, bir an kısa süreli uğrayan buhranlarında her şeyi unutabileceğine dair tutamayacağın yeminler ettin. Buhranların olmadan olamazdın. Üstelik bir işe yaramasa da bunalımların isterdin, istemesini bildiğini zannederdin… Bazen denizler taşsın, depremler olsun, dünya yerle bir olsun istiyorum, kıyamet kopsun istiyorum elimden bir şey gelmediğinde masumlara yapılan kötülüklerde, biliyorum benim dileklerimin dinleneceği bir yer yok uzun zamandır, yine de istiyorum, bir bebek öldüğünde, bir yavru köpek katledildiğinde bir masuma kıyıldığında, dünya yansın istiyorum.

Küçücük bir zaman gelir, o gece ay ışığında çıkan dalganın sesleri tüm zamanlarını istila eder, sesini keser, nefesini keser, hislerinin sonuna vardığını daha fazla ileri gidemeyeceğini hissedersin, kesilirsin, lanet edene kadar bir sürü canını acıtır o dalgalar küçük çiseler hâlinde, iğne gibi batar. İşte böyle bir felaket istiyorum bazen de kendim için; kapımın önündeki apartmanın kenarına dikilen direğe büyük harflerle konulan “Dikkat, ölüm tehlikesi” yazan tabelaların altında kalmak, harfiyat çukurlarında unutulmak, dalgaların ıslattığı kaldırımlarda sabahlayıp, boğulmak istiyorum, yeryüzünden silinmek, hiç olmamış gibi olmak istiyorum… Ki şu hâlim inan daha az boğuluyor değil.

Kusurları öven birisinin kusursuzluğu…

Nehirler boyu yürüdüğüm o yollar yalan, vardığım yere inanıyorum ya da inanmıyorum. Bilekleri ne zaman kilo alır insanın, kaç yaşında mesela? Kesilmekten usandığı, ağrımaktan bıktığı, vurulmaktan yorulduğu zaman durup, dinlendiğinde mi? Olmayan korkuları büyüttüğünde mi küçülür insan biraz daha? Kurduğun düşlerin kırıldığını anladığında mı kırılır daha fazla?

Olmuşla ölmüşe çare yokmuş, bende çare tam da bu, ölmüşlerden hatıralar biriktirip, kendimizi hatırlıyoruz, olmuşlardan besleniyoruz çünkü geçmişten bir adım ileriye gidemiyoruz. Dilimin varmadıklarını yüreğim sustu da bu ağrı hep bundan. Mazi dediğin şey kara delik gibi yaralarla dolu. Yine de hatırlamaktan kaçamıyorsun, kendinden kaçamadığın gibi. Düşsem, bir yerim acısa, bileğim incinse, sendelesem, bayılsam hep aşk acısına yoruyorum, buhranlarımın hesabını ondan sormak istiyorum. Gözlerime kadar batmışken bu karanlığa, daha fazla kavrulmam bir şeye yarar mı artık bilmiyorum. Yanındayken unuttuğum saniyelerin hesabını bile sordu hayat, şimdi biriktirsem de yılları birbiri ardına ekleyemem. Paramparça olmuş gecelerin dinmez fısıltıları, unutulmayacak sözler, bitmeyen şarkılar, dinmeyen sızılar, dinledikçe daha çok içine alan şarkılar… Cevapsız deli mektupları, sarhoş kahkahalarından çok gözyaşları, buluşulan hatta sonra çok değişen ama bir türlü unutulmayacak caddeler, dokunulan yaralar, iyi olma sözleri, değilen kum taneleri, parmağın ilerlemesine izin vermediği yelkovanlar. Yolu kesilen kaldırım taşları, sadece o an anlamlı gelen mısralar, çürümüş yeminler, şiş gözler, sırılsıklam yastıklar, nasıl unutuldu o vaatler diye hayıflanmalar kaldı geriye. Hayal kırıklıklarının yarattığı öfke nöbetleri, yumruklanan duvarlar, sadece kendi ellerini acıttığın anlar, sirenler, anonslar, ayrılıklar kaldı. Tüm bunları anımsarken bile gülümsüyorum, kayıp gülüşümle ya da kaybolan yerlerimle. Herkesin sonu mutlak bir ölümse bilinen tek gerçek bu, kesin bilgi, tüm ciddi her şeyin dışında bu.

Dünyayı ıslatacak kadar ağlarken, kaldırım taşlarını bile ıslatmaya gücün yetmiyor, sırf bu yüzden ıslanan yüzünü silmiyorsun, yüzünde kuruyor hepsi, içinde kuruyup çürüyor söyleyemediklerin. Uzaklarda akşamlar birbirine benzer ve evler hep mutlu zannedersin çocuk aklınla, bir sızıdır kaplar içini, özlemin sebep olduğu bir sızı ya da ne yapacağını bilememenin verdiği sıkıntı. Seninle aynı düşüncelere sahip kimse yoksa o akşamları da tek başına göğüsleyeceksin, bunu biliyorsun. Gözünden çıkan kıvılcımlardan yüzüne yayılan ateşler de yetmedi doğruluğunu anlatmaya. Bunca ruhsuzluğa dayanamam zannederdim önceleri. Sonra dalgalarca uydurduğumuz diller, akıntıya kapıldı. Kumlar, denizanaları ve yosunlardı sahiplenen bu dilleri. Üstelik iç ferahlatan her şeyi kaybediyorduk büyük bir hızla, önce gün batımları, ağarmaları, ağaç yaprakları, sonra birbirimize söylediğimiz kelimeler, sonra bizler ve en sonunda her şeyi yutan o kıvrımlı dalgalar…

İki Ağustos İki Bin On Sekiz 15 : 00

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Hiçbir Şey Anlatmayan Yazı

Uzaklardan bir yerlerden kan yürüyor boğazıma, ağzıma gelse kusacağım biliyorum, sesini duysam o an öleceğim, işim çok zor. Şimdiye kadar tüm kusmaları unutturacak kadar birikmiş şekilde geliyor. Hayvan gibi hırlamadım hiç, nefes alamadığım zamanlarda bile, belki ölürken hırlar boğazımdaki canavar. Elinde cam olan çocukların korkusu ve hassasiyetiyle kesilir boğazım belki bir yerlerde, gerginliğimi azaltmak için fazladan aldığım şurubun tadı kalır belki boğazımda, dilimde adı yaşarken… Belki de hiçbir şey hissetmeden her şey olup, biter. Gırtlağımın kenarına yıllarca yer eden arsız düğümün içinde biriken kelimeler ortadan ikiye ayrılırken, belki ayılırım, denizi ikiye bölemem ama belki hikâyeyi ikiye ayırabilirim, öncesi ve sonrası diye, sonsuzluğa doğru koşarken adımlarım, bir rüyanın içinde gizlenir belki umut, bir sonraki nesle yeniden gösterime girmez üzere.

Son gördüğü rüyada öldüğünü bildiği için, uyandığında yaşadığını görünce; bunun bir rüya olduğuna inandı. Alametlerin çoğu çıkmış, dünya yerle bir olacakmış, dünyanın batacağına içten içe sevinirken, bir şekilde bu şekilde de olsa kötülüklerin de yok olacağına sevindi. Kendi batışı da bunun içindeydi. İnsanların paniklemesini sessizce seyrederken, hiçbir şeyin umurunda olmaması, o anda elinde tuttuğu kitabı bile bırakmamak ya da dinlediği şarkıyı kapatmamak, hatta elinden kaleminin bile düşmemesi kesin onu olduğu yerde güldürürdü. İşte bu hayalinin bile hayaliydi.

Duvardan sıyrılmış badananın eksik yerlerinde bulmaya çalıştığı şekillere anlam yüklüyordu, her birini bir canlıya benzetmesi şarttı, tavanda uzanan uzuvlar, duvardan uzaklara doğru akan gözler, eski öpüşler, dudaksız… Zaten vurulmuş birini daha fazla vuramazsın, zaten yitirilmiş birini bir kere daha kaybedemezsin. Canını canına yara bandı gibi sardığın zamanları unutamazsın biliyorum, üstelik sararken bile çektiğin acıları, etlerinin çekilmesini, küçük gelmesini dış dünyanın benliğine, neresinden yazarsan yaz bu hikâyeyi anlatamazsın bayat öpüşlerini ve taze ölüşlerini. Yaranın üzerine düşen yangına körükle giden tuzlu gözyaşlarını unutamazsın. Yitirilmişliğe alışma, kedere ve yorgunluğa arada bir hüzünlen, o bile yeter yirmi birinci yüzyılda verilen değere.

Başka anılar olmasın diye, eskilerini özenle yaşayıp, eskitmeden ve tüketmeden yeni hatıralar yaratmaktan kaçınmak. Korkaklık değil de bu, başkalık, illa anı yaşatmak gerekiyorsa, hazır olmuşlarını yaşatırız. Hiç var olmamış ya da bu çağa yanlışlıkla yamanmış gibi hissettiği için, başkasının da varlığını kabullenmiyor. Hayal gibi yaşadığı zamanların şarkıları da çıkmasa karşısına kendi varlığından bile şüpheliydi, yüzleşecek bir yüz bile bulamayacaktı. Neyse ki kanlı canlı, sesli melodiler vardı.

Umutsuzluktan daha büyük bir şey varsa; o da delirememektir, denge dediğimiz şey bizi dışarıda olmamız gereken normal diye tanımlanan, çoğunluğun bulunduğu kalıba uymamızı sağlıyor. Dengeleri bozmaya çok ağladığım zaman birden içimden fırlayan kahkahanın peşine takıldığımda başladım, geleceğin aslında geçmişten pek de farklı olmadığını anladığımda, çarptığım kapıların ya da denize düşecekmiş gibi yürümelerimden artık korkmuyorum. Kaçmanın sadece küçük kurtuluşlar olduğunu biliyorum ve ölüm büyük bir uzaklaşma, gerçek bir selamet. Başka hikâyelerde aradığımı bulamayınca, kendi içimi kazıp, biriktirdiklerimi ortaya çıkarmaya başladım. Unutulacak kadar eski, antik bir aşktan kaçarken yakalanışımı, sebepsiz gidişlerimi, olayların içinde tesadüfen bulunuşlarımı, bir türlü sönmeyen ateşleri buldum. Biraz da kül buldum, soğuk, kendim ve başkalarına ait küller, ayrı yerlerde aynı yanan küller.

İleride göz torbalarıma biriktireceğim gözyaşlarını şimdi cömertçe harcıyorum, ne kadar ilerisi olabilir ki hem? Ellerimi yalnızlığın içinde kışın soğuk günlerinde ısıtmaya çalışırken, hep yaptığım gibi katlayıp cebime bıraktım, bir zaman sonra lazım olduğunda yeniden bulmak üzere, yalnızlık hep lazım olmuştur zaten. Birilerinin beni görmesi, gerçekten varlığımı kanıtlar mıydı, acaba şuan burada mıydım gerçekten? Yoksa dublörüm mü karalıyordu şu satırları? Gözlerimi içine bakabilen birisini bulduğumda bunu sormak isterdim ona. Kendimi bulmak için hissetmek, hissetmek için de aramak gerekirdi ama ben uzun zamandır kendimi aramıyordum. Aldığım nefeslerin yetmediği, yerlerde sürünen oksijenle artık baş edemediğim zamanlardı, yaşadıklarımdan dolayı mı bu hâle gelmiştim, yaşayamadıklarımdan mı? Her ikisi de eksik anlamına geliyordu, her gün aynı şeyleri yaşamak yaşam anlamına gelmezdi, her gün sokaklarda dolaştığımda bile bir türlü kaybolamadığımı görüp, gömemediğim ölüyle mezarlığa dönüyorum.

Tam olarak ne zaman uçmayı bırakıp da sürünmeye başladım, bilemesem de içimin sezgisinden tahminle yola çıkıyorum; birkaç yıl önce, dolaşmaya bile tenezzül etmediğim kuş olmadan uçtuğum zamanlardı, olmayan saçlarımın hayali dalgası vardı, yüzülmese de görülürdü. Nemin ıslattığı yaz günü sevdiğim haftasonu sevmediğim şeylere dönüşmüştü. Tüm gece yastığa sarılıp ağlamanın bıraktığı nem, sıcakla birleşince boğulacak gibi olmuştum. Soğuk duvarlara koyduğum alnımı, düşünmeye iten bir şey yoktu artık, daha doğrusu düşünmeye değecek bir şey kalmamıştı, huzurlu aileler hep uzaklarda olurdu, gürültülü kahvaltılar, kahkahayla karışık çatal, çay kaşığı sesleri hep bizim evden yükseklerde muhakkak penceresi bizden tarafa bakan ama bizi hiç görmeyen yüksek katlarda olurdu. Kışın üşüdüğümde cama vuran güneşin bıraktığı o sıcak izi bile sana yormaya alışmıştım, ilgisi olmayan şeyleri bile seninle bağdaştırmakta üzerime yoktu, bunu bırakmaya başladığımda mı anlamımı yitirmiştim, bilmiyorum. İçimdeki her şeyin ölmediğine unuttuğum adım kadar emindim, içimdeki son duygu kırıntısı da öldüğünde, yok olacağımı biliyordum, gözyaşlarımdan arta kalanı onları beslemek için kullanıyordum. Kendimi hissedemiyordum, iyi ya da kötü, hissedebildiğim tek şey; sıkışmışlıktı, bir kavanozun içinde, kapağı kapatılmış gibi ve her gün kendimi oradan oraya yuvarlamaya çalıştığımda bile kırılmayan bir kavanozun içinde…

Aldığın nefesi bile unuttuğun olur bazen, vermesini unutursun, iç çekişlerin de olmasa, ciğerlerin büzüşüp kalmıştı öyle, damarlarında dolaşan cılız kanın aktığını unutursun bazen, niye yaşadığını, her sabah bağ ağrısıyla niye uyandığını, ama hep bu ağrılar yalnız bir şeyi hatırlatmak için vardır, yaşadığını ya da unutmaman gereken bir acıyı. Bazen öyle anlar olur ki; daha önemli, daha kişisel şeyler bile o anda anlamını yitirir, her şey ona bağlanır bir tek, diğer tüm zamanlar kararır, ışık boşluğa yuvarlanır, sen ışık bulacağım diye biraz daha diplere sürüklenirsin. İşte tam da böyle oldu; üzerime kalın bir karanlık örtüldü, etrafın beyazmış gibi göründüğüne bakmayın, gözlerimizi yumduğumuzda her yer karanlık, üstelik bu karanlık hiçbir şey anlatmıyor artık, romantik falan değil, sıkıcı ve korkunç. İyileşeceğine inanmayan birinin ötanazi hakkıydı istediğim.

Etrafındaki her şey ölü gibiyse, öldüm de anlaşılmıyor sanıyor insan. Karanlığa alışmak bir şey değil de korkmak yoruyor, bir de üşümek, bunca sıcağa rağmen, içinin üşümesi, böyle zamanlarda daha çok inanıyorum ölü olduğuma ya da delirdiğime, delilik normal oldu zaten, deliremeyenler çıldırıyor. El yordamıyla uzattığımda elimi, kitaplara tutundum, tekrar yazabilirim zannettim, tüm okunanları, yeniden bir tek ben başka anlayabilirim sandım, anladığım şey, dünyaya bile sığmayacak kadar geniş bir anlamın boşluğuydu, çıkacak durumum da yoktu bu çukurdan.

Sana yakıştırdığım çünkü’leri biriktirip, kendime hep ama’ları bıraktım. Senin hep nedenlerin olduğundan bana hep bahaneler kaldı. Yokluğundan kendime bir elbise diktim, özellikle gece üzerimden çıkaramadığım, o olmazsa benimde olmayacağım, yarım yamalak varlığımı onun içine gizlediğim. Bileklerime kadar dolanan harflerden, söze döktüğün her kelimeden kurtulmaktı niyetim, damarlarımdan değil, ama içindeki kana kadar karışmışsa, ayıracak bir becerim yoktu.

Sekiz haziran iki bin on sekiz 13:40
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

İçimdeki Ünlü Harflerin Darılışı

Bir çöp tenekesi kadar kirlendiğini hissedersin bazen, hissetmekten çok bilirsin. İçindeki kusmaya çalışan organlarından bilirsin, dışındaki teninin ezilmişliği ve acısından bilirsin, tiksindiğine anlamlar bulmaya çalışırsın, bu daha da iğrenç bir durumdur, tıpkı zamanında anlam yüklediğin, sonra da anlamsız gelen harfler gibi, unutmazsın ama artık o harfin içi boşalır, sessizleşir, yabancılaşır.

Zamansızca, hiç olmaması gereken bir zamanda geçen sene giydiğin hırkanın içinde bulursun eski bir saç telini, eski bir hikâyeyi bulmuş gibi olursun, sarılmakla şaşırmak arasında bir yerde kalırsın, kıpırdayamazsın. Kıpırdasan da hiçbir şey değişmeyecektir, o saç teli bilmeyecektir kendi hikâyesini, kendi saç telin bile olsa, aynı renk, aynı ton bile olsa… Ruhsuzluğu bozmak için en pozitif şarkıları bulmaya çalışırsın, bulduğun seni ağlatmaktan başka bir işe yaramayan, özellikle geceleri dinlediğin birkaç kırık melodidir. Sessizliğini bozunca her şey iyi olacak zannedersin, televizyonda aradığın türde müziği bir türlü bulamazsın. Sonra yine tırnaklarının kenarındaki etlerden alırsın hıncını, yeni manikür yaptırmış olduğun hâlde, yine de koparacak bir şey bulursun, kalbindeki kırıklar gibi, kırılacak yeri kalmadığı hâlde, son kırığı da kutsallaştırıp, rafa kaldırdığın hâlde yine de kırılabilir ve sen yine onları toparlamaya çalışırsın.

Kırıklarınla, erdeminle ve gururunla aynı dünyanın içinde koşturup, durursun, hiç gidecek yerin yokmuş gibi hep aynı yere yeniden gelirsin, dünya biraz da bu yüzden yuvarlak değil midir? Sen hep aynı yere gel -katilin dönüp, dolaşıp, maktulünü öldürdüğü yere gelmesi gibi- tekrarları, aynı acıları, benzer kırıkları yaşa ve asla kaybolma diye değil mi?

Önce kanatıp, sonra cesaretine kadar içini boşaltıp, parçalayıp, harcarsın o çok sevdiğin harfleri çünkü artık hiçbir hikâye yazılmayacağını bilirsin o harflerden, artık hiçbir öyküye merhem olamayacağını bilirsin o kirli harflerin. Hiçbir hikâyede barınasım yok, hepimiz başkalarının karaladığı ya da sahiplenmediği hikâyelerin yalancısıyız. Kendimi yok etme hakkımı kullanmak istiyorum, acı çekerken özgürüz de, ölürken neden özgür olamıyoruz? Büyürken bir sürü sarsıntı geçirdim.

Herhangi bir dâhiliye doktoruna gidip, midendeki reflüden, sancıdan ya da göğsüne kadar tırmanan ve geceleri tırmalayan ağrılardan bahsedebilirsin, beyin cerrahına gidip, beyninde olan, olmayan şeylerden bahsedebilirsin, nöronlardan ya da sinir sistemindeki alt üst olmuş devrelerden yakınabilirsin. Onkoloji uzmanına gidip, kemoterapi sonrası geçirdiğin ataklardan, hücrelerinin sonuna kadar öldüğünden, hâlinin artık bittiğini de anlatabilirsin hatta tüm kas, kemik ve et ağrılarından bahsedebilirsin ama bir ruh doktoruna gittiğinde içinde olup, bitenleri anlatacak kelime bulamazsın sadece kapalı alanda kaldığındaki nefes darlığından, içinin büyüyüp, kendinin daralmasından, paniklerinden, yaşadığın üzüntülü şeylerden, psikolojinin gördüğü şiddetten bahsedebilirsin ve bunları yine sadece bedenindeki şikâyetlerinde anlatabilirsin, ruhunda olup, bitenlerin izahı yoktur, renklerine göre birkaç hap beğenirsin kendine, şimdilik sorununu çözdüğünü zannedip, gidersin…

İçinde biriken saçma bir hikâyeyi anlatamazsın, ölüp, dirildiğin harfleri, kalbinin duvarında yazanları gösteremezsin. Beynindeki zamansız noktaları, hayatındaki araları ve olur olmaz yerde yer etmiş virgülleri izah edemezsin. Sırtındaki kelimelerin ağırlığıyla her gün biraz daha çökerken ve her şey gibi bu ilaçlar da hayal kırıklığına uğrattığında aslında hiçbir şeyin çözümü olamayacağına ve kendi acının hakkını vererek sonsuz boşluğa gitmeyi arzularsın, yerini bilmediğin sızılardan kurtulmak için.

Hayatının anlamını bulduğun o yansıma, bir daha gelmeyecekmiş gibi, sonu da tüketmiş gibisin. Yansımayınca harflerin sesi tümden kesiliyor. Leş gibi ayrılıktan kurtulabilmek için, biraz daha paslı çivileri çıplak ayaklarınla geçmen gerekir, ne kadar kanarsa o derece temizlenecekmişsin gibi, sancılı bir yolda dans etmeye çalışıyoruz. Acıyı yıkayıp, sterilize etmeye çalışıyoruz. Hâlâ acının buruşturduğu yüzüme bakıp, bir anlam bulmaya çalışanlar var, oysa her şeyi tükettim, tüm anlamları, tüm aşkları ve ayrılıkları, kırık dökük bir hikâyeden ve sessiz harflerden başka bir şey kalmadı geriye. Olmayan gücüme inat cüretimle şarap gibi damıttığım o leziz acıyı kendim içemeyecek kadar azaldım. Çoğu zaman birkaç yıl önce uzakta manzaralı bir bahçeye gömülmüş gibiyim, eski yüzler görüyorum, tanımadığım hâlde eskimiş yüzler, kendi hastalıklı katiline son bir fırsat lütfedip, iyileştirmiş, artık anlamsızlığı sahiplenmiş, katilinin öldürmesine muhtaç. Hiç dokunamayacağım yıldızları özlediğim için, hiç gidemeyeceğim yerleri sevdiğim için muhtaç.

Başka bir surette gösterirken kendini, bunca aynı olman şart mıydı herkesle? Aynı sesi çıkarıp, başka görünen harflerden harflerden farkın yoktu senin. Küstahça yakaladığın ruhumu hunharca hırpalarken, diğer bizi üzen şeylerden farkın kalmış mıydı? Adın mıydı değişik? Soyadına kimsede olmayan bir harf mi yerleşmişti? Ruhuma yaklaşarak arınabileceğini zannederken, daha büyük bir hayal kırıklığına uğradık, biraz daha yabancılaştın, kirlettin, farksızlaştın. Şimdi bir unutma mevsimi daha geliyor içimden, içine her şeyi de katarak, yoksa yaşanmaz gibi geliyor, katlanılmaz. Unutarak mı iyi olacaktık? Başımı ikide bir yukarı kaldırmam sadece gözyaşlarımı saklamak için değildi, bir yerlerde birileri artık cezasını çeksin istiyordum yaptıklarının, nefes almaya çabalarken, verdiğim nefesin sonunda bunu diliyordum. Yavaşça herkese benzemeye başlarken, hızlıca kendinden uzaklaştın ve artık tanınmıyorsun, tanışılan o sen değilsin, sevilen, anlaşılan, anlam katılan, özlenen… Ağlamıyorum, saçmalıyorum artık, saçmaladıklarımı ovuyorum, övüyorum biraz da… Yoksa ağlamama anlamlı bir şeyler yüklenecek ve ben bunu taşıyamayacağım. Herkes temizleneceğine inanarak yaklaşıyor bir diğer ruha, sonrasında bu kir o ruha da bulaşırken, daha da kirleniyor ortalık, bulaşıcı virüsler gibiyiz, kimse kimseyi temizleyemiyor, kimsenin kimseyi anlayamadığı gibi.

Huzursuzluğuma yeni bir oda açıldı şimdi. Her şeyin dışında olmayı isterken, istemediğim şeylerin içinde kalakalıyorum. Yaşamak için çırpınırken kimse olmuyor yanında, ama ölmeyi dilediğinde, engel olmak için ellerinden geleni yapıyorlar, hakları var mıydı buna? Marifetliydin, beni yaşamak istemeyen bir şeye dönüştürüverdin. Haklıydın. Belki de yapmak zorundaydın, burası bana göre bir yer değildi. Biraz daha kalsam, daha fazla yaşamış olmayacaktım, acılar beni biraz daha derinleştirecekti. Oysa dibimi görmüştüm, gidecek yerim yoktu.

İki Mayıs İki Bin On Sekiz 16 00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Yaş Almak

Her yaşta bir benzerini yaşadığın şeyleri, yaşarken hiç böylesini yaşamamıştım dedirten o unutulmuş, ezberin ardına gizlenmiş, sinsi duygular tarafından sabote ediliyorsun. Belli bir yere gelmiş, olgunlaşmış acılarına “tecrübe” diyorsun, oysa yaşarken aynılarını nasıl da acemisin. Yeni yaşlar alman hiçbir şeyi değiştirmedi, geçen yılların rakamlarından başka, değişen yalnızca her zaman bir arttırarak çoğalan rakamlardı ve iç içe geçen zamanlar. Hangi yaşta olursa olsun, aynı çılgınlığı yapabileceğine inanırdın, ama artık öyle değil. Temkinli davranışlarının tecrübeyle ilgisi yok, sadece yoruldun, bu yorulmanın da yaş almakla ilgisi yoktu. Üzüntülerini dengede tutmayı beceremiyorsun, bu da seni hırçın yapıyor, oysa için öylesine yumuşak ki, bilinmiyor. Utançlarına ayrı bir isim verirken, adlandırmak hiç bu kadar çelimsiz olmamıştı, çekingenliğinin kendi içinde bir şey yüzünden olduğunu anlıyordun, ama bilmiyordun. Bilmek bir bilgiyi gerektirir, oysa bazı şeyleri anlamak için herhangi bir bilgiye ihtiyaç yoktur. Endişe duymaya doymayan yorgun yüreğinle, saflığı en çok yakıştırdığın onunla uzun uzadıya oturuyorsun dünyanın öbür ucunda. Öbür ucu olunca daha güzel bir yermiş gibi oluyor, yakın yerler hep kötü gibi artık. Artık kelimesinin de çaresizliğiyle kıvranıyorsun, endişelerin yerini üzüntüye, üzüntülerin yerini korkuya bırakıyor, onlar da yaşamama isteğine. Hayatında dengesiz ve düzensiz olan her şey tam da bu sırayla düzenli bir şekilde devam ediyor. Yaş alıyorsun, daha çok ağlıyorsun, daha çok seviyorsun, daha çok anlıyorsun, tüm bunlar daha çok acıtıyor ama devamlılığın kıymetini seziyorsun. Oysa bir su canlısı olabilsen her şey çok daha kolay olurdu, su birçok şeyi gizler çünkü…

Gündüz topluma ayırdığın gülümsemeden gece eser yok, tüm gün yorgunlukla harmanlanmış pantolonunla yatağı giriyorsun, yorgunluktan ya da moral bozukluğundan çok duygu bozukluğundan, ellerin üşüyor, hissediyorsun, bir tek ellerine yakınsın, geri her şeye uzak. Özgüvenini bir kenara bırakıp, yitip, giden kahkahalarını seyrediyorsun, zaman ayarlı maskeni uzaklara gönderiyorsun, şimdilik sabaha kadar yalnızsın, doğrusu da bu, böyle savunmasız, gecenin karanlığında. Gülüşünün kıyısında yaşayanlar da birer birer gittiğine göre, artık gülmenin de anlamı yoktu, ama boş kahkahalar kolayca tüketilebilirdi, nasıl olsa o kıyıda artık kimseler yaşamıyordu, kelimelerinden susayan, sen anlattıkça susan kimseler yoktu. Senin için her vakit sabaha daha çok vardı…

Yaralarımdan kurtulacağım diye eşelediğim kabuklardan sonra daha büyük yaralar çıktı, düzeltemedim hiçbir şeyi, iyileştiremedim de. Alışkanlıklarımdan, sarhoş olduğum tümcelerden kurtulamadım, yeni cümle heveslerine de kapılamıyorum artık, her şey bin yıl önce zaten söylenmiş gibi.

Yaş almanın kutlanacak bir tarafını bulamıyorum, arıyorum ama yok. Aklımın kıyısından sessizce geçen cümlelerle başım belada, onları tutup, yazmak istiyorum ama her defasında başka şeyler yazıyorum. Bazı şarkılar bir tek beni böyle etkiler sanıyorum ama bilmiyorum. İçim bulanıyor ağlamaktan. Bazı şeyleri bir tek ben böylesine dert ederim, bir tek ben bu kadar kendimi hırpalarım gibi geliyor, galiba neyi, ne kadar dertleneceğimi bilmiyorum. Aptallıkları ve umursamazlıkları sahiplenenlerin biraz da olsun kederlerine sahip çıkmalarını dilerdim ama kendi sahiplenişimdeki parçalanmalara dayanıyorum, başkalarına kıyamazdım. Özel günlerde herkes birbirine iyi dileklerde bulunuyor, olmayacağını bilerek huzurdan bahsediyorlar, bu işgüzarlığı hazmedemiyorum. Sevinmeyi unutmaya az kaldı, hem nasıl da güç artık kahkaha atmak, tam güleceğin zaman içine yerleşen o acının bağırtısı, işte bu dudaklara yerleşen kasılma, midenden tanıyorsun. Yaş alındıkça olgunlaştığını, katılaştığını düşünüyoruz, öyle olmuyor oysa daha fazla hisleniyorsun, daha fazla sulanıyorsun, acılarından belli. Bir de yalandan dertlenip, sızlananlar var, onların gözyaşları sıcak akmamalı. Unutmamak için yalvardığın şeylerin acısını ezberlemek için bıraktığın izlerden kimsenin haberi yok. Hırkayla saramadığın şeyler var artık, iyileştiremeyeceğin kadar soğuk ellerim, kendi kendime rüyalarıma bulduğum anlamlardan korkuyorum, gözlerimi açıp, başka rüyalara dalmak istiyorum, hep yine yeniden devam ediyor.

Bazı kelimeleri lügatimde himaye altına almak istiyorum, korumak istiyorum çocuğum gibi, ama ellerim yara bere içinde, bileklerim acı içinde, saklayamıyorum. Bazı kelimelerin modası hiç geçmemeli, geçse bile yüklediğimiz anlamlar yok olmamalı. Zamana bırakılmamalı artık hiçbir şey bu yaşa gelince. Baktık, büyüttük, bu yaşa getirdik dediklerinde çocuktum ben. İşte şimdi belki de o yüzden yaşlanan çocuklara üzülüyorum, yaşlanmasınlar istiyorum, yaş alsınlar ama…

Bazı geceler korkuyla sıçradığın rüyalarından sonra, uyandığına sevinmediklerin bile olurdu, üstelik neye benzediğini bilemezdin böyle vakitlerde, birinin senin sen olduğunu teyit etmene ihtiyaç duyardın, böyle birisi yoktu. Seni sen yapabilecek kendinden başka kimse yoktu. Bazen kalbinin niye sızladığını da bilemezsin ama bilmemek daha iyidir, derdinin adını bilince, dermanını da bulman gerekir. Böylesi daha iyi, kalpsiz olmak gibi…

Yeterince bulanıklaşıp, karıştıktan sonra, moru en akraba renk olarak kabullendim. Yere düşen kırmızı şapkamı almaya erinirken, gözlerinde oluşan çizgili filmlerden bir senaryo oluşturdum ama iyi bir hikâye değildi bu. Bir saçmalığın hikâye olması için devamının olması gerekirdi ve bunun için de zaman lazımdı ama o zaman bizde yoktu. Buna ancak kötü kitaplarda rastlayabileceğin yersiz cümle diyebilirdin, hiçbir şeyin aslında eş anlamlısı olmazdı, bu anlamlı zannettiğin şeyler de yalnızlıktan yok olup giderdi.

Dalga olup, düşmeyi düşlüyorum. O zaman fark edilmez yokluğum, nasıl olsa dalgayım. Düşünme hakkımdan feragat edip, öfkemi rehin alıp, acılarımı bir başka bahara miras bırakmak istiyorum, sıcaklığımı unutup, buralarda bir daha görünmeyecek kadar başka çağlara gidip, misafirlik hakkımı sonsuza dek kullanmak istiyorum. Burnumu yakan iyot kokusuyla genzimde uyuya kalmak, aklımdakileri unutacak kadar uyumak istiyorum. Yoksa almaya çalışıp da alamadığım bu nefesler boğacak beni, yoksa üzerime dökülüp, yanıcı şeyler var içimde, taşımaktan yoruldum çünkü yokuştan yukarı çıkarmaya çalıştığım taş gibi kelimeleri taşımaktan. Şimdi okusam şu yazdıklarımı içime sindirmeye çalışacak kadar zamanım yok ama utanmaya her an zaman buluyor insan, utanacağım kendi yazdıklarımın eksikliğinden. Unutunca belki hiç tanımadığım bir kitap gibi alıp, okumaya, anlamaya ve yeniden sorgulamaya başlayacağım. Sona geldiğim yerde başa geldiğimin ezberini bilerek ve ürkerek… Başkalarına göre başka bir şey, ama içinde hep aynı şey olmanın azabıyla sürüneceksin. Deli olduğunu bilerek ama bir delilik yapmaya kalkınca utancından kıpkırmızı kesileceksin, nadir zamanların hariç. Sevdiğin sokaklardan geçerken, özlediğin şehirleri anımsayacaksın. Bu karışıklık seni yiyip, bitirecek. Çaresizliğini bir dalgaya işte tam da bu yüzden karıştırmak istiyorsun, böyle karışıklıklar bir tek dalgaların hakkıdır çünkü. Sakladığın yaralarınla sırlarını başka gezegene taşıma hayalleri kuruyorsun, gidebilecekmişsin gibi geliyor öyle zamanlarda düşününce, cesaretinin ilk defa bir işe yarayacağını umarak… Ama götüreceğin şeyler güzel değil ki, taşıdığın şeyler de güzel değil artık. Sensiz nefes alamam diyen fısıltıların içinde yaşamaya çalışıyorum, her gün biraz daha karalayarak, her gün biraz daha yanarak ve kalbimi karartarak, gözlerim eşlik ediyor yine kalbime, yorulan nefesimin hesabını hiç kimseden sormayacağım. Kelimeler bile rahat olsun artık.

Dokuz Mart İki Bin On Sekiz 16:20
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Şu Biçim

Ölümün ilacı yok, ne çare? Evvel zaman öncekiler burnumun direğini sızlatırken, hâlâ dün gibi olması ne garip… Ama ne gam, büyük keder, günümü göremeyecek kadar kör ben. Herkesin terk ettiği bir memleket gibiydim, saçlarım uzuyordu kırmızı, gözyaşlarıma karışıyordu. İçimde bir şeyi öldürdüğümü zannediyordum her aynaya bakışımda, üstelik her defasında başka biriyle karşılaşacağımı bilerek, yine de incelemeden geri alamayarak kendimi. Bu uğraşlar boşuna, ölüme gitmenin kestirme yolunu da uzatmışlar. Başlayan hikâyelerin biteceğine inandığımızdan bir türlü gelişme dönemini yaşayamıyoruz, aradaki zamanı yaşamadan geçip, gidiyoruz. Oysa yarım kalsa ne olurdu ki? En fazla sonsuz bir hikâye olurdu. Hayattan alacağımı, bana olan borcunla birleştirdiğimde içimin muhasebesinden çıkamıyordum, bir an önce gitmeliydim yaptığım hesaplara göre, ama hiçbir tarih izin vermiyordu gitmeme. Beni gündelik olaylarla bağlayacak hiçbir şey yoktu burada, kapanamayacak kadar yaralarım vardı, hatıralarım olmasa ne çıkar?

Hiçbir harfi yakıştıramadığımdan adına, böyle isimsiz, sıfatsız, harfsiz seviyordum, kelime olmaya gerek yoktu, böyle yarım hikâyenin içinde. Görseler, duysalar hakkımda iyi şeyler düşünmeyeceklerini biliyorum. Ama illa da isim mi koymak lazımdı her bir şeye?

Hiçbir kelime, hiçbir harf çıkmadan da ağzımdan anlatabiliyordum seni sevdiğimi, bağırsam bile anlamayacağın şeyler de vardı, artık çok geç mesela, bunu hangi zamana koysan geç kalınmış oluyordu. Geç bile olsa seni affetmeden kendimi alamıyordum. Bunca cömert olmamamı öğütlüyordu hayat, ama ne elimden geliyordu, ne yüreğimden… “Seni kendimden biliyorum” derken en çok kendimi tanıyamamışım ben, şimdi hangi buluşma, tanışma anlatabilir bizi? Hangi geç kalmışlık onarılır? Kanayarak öğrendiğim şeylerin yaralarını izah edemem sana ama ölü birini doğmuş gibiyim dersem belki de anlarsın tarifsizliğimi… Yine de anlatmak istiyor insan, en çok neresinin acıdığını, burnunun nasıl sızladığını, o direğin büyüklüğünü, uykusuz gecelerdeki kâbusları, bu dünyayla uzaktan, yakından ilgisi olmayan ve olmayacak şeyleri. Ama suskunum işte, küsmek gibi değil de dargınlık gibi.

Masal anlatır gibi, sıradan havadan sudan bahseder gibi ama gizlice, güvenliğinin olmadığını söylüyorlar ve kimseye güvenin kalmadığını… Kendi yaranla başkasına tecrübe taslayamazsın, kendi bildiğin başkasının bilmediği anlamına gelmez. Dahası kendi yaranla başkasını da iyileştiremezsin.

Düşmekten korkanların gidemediği sokaklardayım, düşeceğini bilen birinin cesaretsizliğiyle güvenli olamazdım. Ne kadar yüksekten düşersem, o kadar anlayacaktım, ne kadar yerin dibine girersem o derece öğrenecektim bilmediklerimi. Düşmekten korkanların hiçbir güzel şeye, tecrübeye erişemeyeceğini zaten çok küçükken öğrenmiştim. O yüzden bulduğum her yükseklikten boyuma bakmadan kendimi bırakma isteğim, o yüzden kendimi bunca yükseltmem ve diğerlerinden daha hızla alçaltmam. Dünyadaki diğer çokbilmiş canlılarla aramda şayet bir fark varsa, olsa olsa ancak budur. Atlama isteği, düşme inancı.

-i ve ünlem işaretinin (!) yan yana gelmesi gibi bir şeydi bizimki… Paragrafa ilk defa küçük harfle başladım belki bunu hak etti bu durum. Bilmiyorum. Bitmeyen cümlelerin yerini kısacık, tek kelimelik cümleler aldı, durum bunu gerektiriyordu. Ne imlâ kuralları umurumdaydı artık, ne okunup, beğenilmesi. Hayat bana en büyük hatasını yapmıştı zaten. Okuduğu kitaplara deli gibi inanan, o karakteri gerçekten arayan birinin incinmesi gerçek hayatta daha kolaydı. O kitaplara inanmaktan başka çaresi kalmayan insanı da son bir kez kandırmış oldun sadece. Bundan sonra inanılacak bir şey kalmadığına göre, konuşacak da bir şey kalmamıştı. Her şey yalan olsa bile seni aradığım sokaklar gerçekti. Anlattıklarının hepsi yalan olsa bile benim inandıklarım gerçekti. Bundan böyle ne hayal kırıklığım, ne kırgınlığım, bir tek damla saf bir yaştan başka bir şeyim olamazsın. Sana böyle tutulmamın nedeni, sadece uzaklarda olman ve benim kaybolmaya olan zaafım.

Bir şey anlatmaya kalkışsam, kırmızı satırlı, tüm kitaplar resmi törene geçiyor. Kedilerle oynadığım oyunlara özeniyor çocuklar, onlara masal anlatıyorum, kaldırımlar söz konusu olduğunda hep beklemek kalıyor geriye. Acıyı yüklenince hafifliyorsun, sanki başka yükün yokmuş, olmayacakmış gibi geliyor. Koltuğun köşesindeki dertli yastık kadar yorgunum ama sandalye gibi dimdik oturuyorum. Kendi bacaklarım kendime batıyor artık, beynimdeki tahtalar eskidi, belki kurtlandı düşünceler, düşünemiyorum. Bir bıçakla bir çivi aynı işi görmüyor, tamir eden her şey biraz daha acıtıyor. Yatağın hep duvara yakın yanına ilişiyorum her akşam, dünyanın kenarından düşecekmiş gibi soğuk duvardan imdat dileniyorum. İsyankâr şairlerin kelimelerini yokluyorum her an beynimde durup durmadıklarını kontrol etmek için. Kırmızı satırlardan kırmızı bir çorba yapmak istiyorum, tarifi de tadı gibi belirsiz. Bıçağın ucunun değdiği kelimeler gibi yersiz ve estetiksiz ağzımdan çıkanlar. Ruhumu yanlış bir yere mi üfürmüşler yoksa? Nedir bu boşluk? Avuçlarım bomboş, kaç zamandır parmaklarım değmedi ellerine ve kaç zamandır ellerim özlemedi bir çiçeği, bir ağaca deli gibi tutunmadı… Her şeyi yıkamış ve öyle kalmış gibiyim, ama yıkılmış da gibi, pürüzlerimizden yeni bir dünya yaratabiliriz belki, her şeyin anlaşılabileceği bir dünya. Kötü şarkılar dilime dolanmasın Allah’ım, kötü kelimeler de uzak dursun ağzımdan.

Anlatarak bitiremediğim hayatı susarak anlatmaya meylettiğim son paragrafındayım bugün. Bunca acının içinde, balkonda bağdaş kurup, pijamalarınla otursan da seninle hiç bağdaşmayan şeyler var. Saçlarından yastık yapsan da, şişelere sarılıp, eski hikâyeleri ansan da uyunmuyor! İçimizde doğan her yeni fikir, içimizdeki başka bir şeyi bitirir, öldürür. Ömründe bir kere boş yere bile hüzünlendiysen, bu hep böyle devam eder. Nasıl bitireceğim bu hüznü, bilmiyorum, öğrenemedim. Sevdiğim şeylerle, öfkeleriniz arasında yuvarlanıp, gidiyorum, çoğunda görmüyorsunuz beni. Bazen bir balkonun parmaklıklarına parmaklarımı geçirmiş oluyorum, bazen yıldızlara tutunmak istiyorum, kuşlardan sevgili ediniyorum, en yoksulundan. Avucuma yazdığım şiirler hayat bulamadı, su olsa çiçek sulardım. Tırnaklarımı geçirdiğim avucumdaki izlerden belli hiç kimsesizliğim, böyle sessizliğim. Eski hikâyelerin tereddüdü ve tekerrüründen doğmuş bir müsveddeyim, kendi hikâyemi yaşama lüksüne ya da gafletine gelmeyeceğim, yaşanamamışın ucundan koparıyorum, az kullanılmış, çok yıpranmış birkaç satır kalıyor kırmızı tırnaklarımda, nereye gideceğimi bilemediğim muammadan trenlerle yol yapıyorum, yıldızları çalınan şehrimden.

Gitmelerden arta kalan insanlar, gittikçe mi değişirler yoksa kalsalar da mı değişeceklerdi? Terk edilmeseler de kalpleri yine nemli odaları rutubetli mi olacaktı? Huzuru yanlış uykularda aradık belki de, yoksa cevapları yanlış sorulara kaptırmazdık. Küçümsediğimiz o duyguyu da yitirdiğimizde artık bir gölgeden farksızız. Görünmezliğimden ürperdim, bilinmezliğimle gururlanırken. Utançla yıkandığın o günler nasıl da senin gölgeni hiçe sayarak gerçekliğe koşuyor, yetişemiyorsun. Yetişsen de elinden bir şey gelmeyeceğini biliyor ve anlıyorsun. Geceleri de boşuna bekliyorsun, gelmeyecek yine uykuların. İlerde güzel günler olacak gibi saçma umutlara girmiyorsun artık, heveslenmiyorsun, aptalca buluyorsun mutluluk kelimesini. Hiçbir şeyi değiştiremeyeceğinin kesin, geri dönüşsüz itaati bu, değiştiremediğin için hiçbir şey yapmama gönüllüğü… Yalnızlığını başkalarına yükleyip, suçlamak en kolayıydı, sen affetmeyi seçtin. Kendinden kaçmasını beceremeyenler hiçbir yere de gidemiyorlar, gitmek için önce kendinden kaçmasını öğrenmek gerekir. Gidişin hikâyesini oturduğun yerden yazarak da gitmiş sayılmazsın, hele de uyandığın karanlık aynıysa… Apaçık yanlış olduğunu bildiğim şeylerin zihnime yaptığı baskı neticesinde, sezgilerime inanmış gibi yaptım, her şeyi bunca karmakarışık yapan aklımı bir kenara itip, sersemlikle birlikte ne için yaptığımı, nereye gideceğimi bilmeden gittim çünkü inanmıştım kendimi kaybetmek seni bulmak anlamına geliyordu kalbimdeki lügatte. Hiç olmak istemeyeceğim birine dönüşürken, yarımımı yitirdim. Şimdi ruhu olmayan diğer yarımla yaşamak zorundayım, üstelik nefes alıyormuş gibi yapıyorum.

On Altı Kasım İki Bin On Yedi 16:30
Nevin Akbulut