Browsing Tag

edebiyat

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Pürüzlü Bir Hikâye

Yaşama sevincimi bir kademe artırmayı başardığımda odamı toparlamaya karar veriyorum, bu akşama kadar sürüyor, akşama aynı renksizlik, ruhsuzluk, aynı ton ağırlığında sıkıntılar. Kuruyan ellerin, zaman geçmesinden değil de üşümekten, roman kahramanlarına özenmen, kahraman olamayışın. Yorganının senden daha yorgun olması, çileden çıkaran çileler. Kendini bildiğinde, ezberlediğin o gülüşün hâlâ aynı yerde ve aynı şekilde olması. Roman kahramanlarının hayatta hiç karşına çıkmaması ve çıkmayacak olması… Bağlılığı değil de bağımlılığı anlatan yumaklar ve bağımlılığın aslında bir kopuş olduğunu iliklerine kadar hissetmen. Yanlış yere koyduğun noktalar ve noktalaman gereken yerde unuttuğun virgüller. Bilimle açıklayamayacağın şeyler var, ilimle bilemeyeceğin şeyler olduğu gibi… Herkesin bir şey biliyor olması seni uzaklaştırıyor her şeyden, sıcaklık deyince bir parça kan geliyor aklına, sonra ağzında hissediyorsun o paslı tadı, iğreniyorsun sıcaklıktan. Soğuk deyince bir parça kar düşüyor avuçlarına, soğuk temiz, güzel ama hayatsız, donmak bir şeyin aynı kalması anlamında senin lügatinde.

İnsan en çokta çok acayip şeyler söyleyeceğini zannettiğinde yanılıyor. En basit cümleleri kurmaktan başka bir şey yapamıyor çünkü…

Yıpranmış yılların ardından, pürüzlü bir hikâyenin, hatasız kahramanlarıydık. Karanlıkta kavuşmanın ağırlığıyla birlikte güzel, mum, çiçek kokusunu andırıyordu saatler. Sanki seninle olduğum o zamanlar, güzel bir kutunun içinde, dünyanın en güzel hediyesi gibi bahşedilmişti bana, hak etmiştim, hak ettiğimi düşünüyordum, bunca kötü geçen zamanlara karşın. Dünyanın en güzel romanının içindeki yine en güzel pasaj gibiydik. Yanındaki en huzurlu misafirdim çünkü kalbini görüyordum, açık ve ortadaydı. Tam ortasındaydım. Şimdi öylesine her şeyin ucundayım ki, bir adım atsam yokluğa sürükleneceğim, bir adım atsam, kuyulardan belirsizliğe uzanacağım. O ânlar kendimi dünyada, varlığımı yeryüzünde unuturdum, burada değildim, buraya ait olamazdım, varlığımın senin bazı zamanlarına değmesi bile benim bu dünyada denk gelebileceğim tek mucizeydi.

Dünyadaki kendimden kaçmaya çalışırken, acele telaşlarımın içine karıştığın hâlde, geçip gidememiştim, oysa geç kalmıştım, çoktan gitmeliydim, gitmeli ve unutmalı, unutacak zamanı bile bulamamalıydım. İnsanlardan kaçıp, sana sığınıyordum, senden kaçıp, kitaplara. Okuduğum kitaplarda seni bulma telaşıyla daha hızlı okuyordum. Dünyadaki herhangi bir şey bana haksızlık yaptığında, ıslak ve mutsuz dizlerine sığınıyordum, avuçlarından bir yuva istiyordum. Zaman geçiyordu, birbirimizi koruyamıyorduk kendimizden. En çok korunması gereken hayallerimiz çubuk kraker gibi dağıldı, aç kalmış sistemin boğazında. İçimdeki sana yine de anlatamadım kendimi, bu benim eksikliğimdi. Önce kendi masumiyetimi kurtarmam gerekiyordu, artık kendi masumiyetinden bile şüphe duyan birisini masallarla kandıramazdın. Ben bunları düşünmeye çalışırken, sen kırmızı iplerimi en acıyan yerlerinden kesip, bir gece yastığımın altına bırakıp, kayboldun ya da bendim kayıp olan, beni kaybetmiştin belki. Üstelik aranılan yerlerde olamayacaktım artık, bulunamayacaktım, kendimi bana bile teslim edemeden yok oluyordum. Hikâyenin uzun anlatılması, upuzun günlerin geçtiğine işaret değildir, hatta hiçbir gün bile yaşanmamış olabilir. Fidanlarım şimdi sessizce hangi yabancı bahçelerde büyümeye çalışacaklardı?

Bir şiirin ardından sürüklenip, gittim. İçimdeki inanç kalbimi sıyırdı, bir sezgiye saplanıp, kaldım. Artık daha yaralıydım ve daha inançsız. Her şey sürekli değişiyordu ama sanki hiç değişmiyormuş gibi bir kanıksama vardı, sanki hep böyleydi, her zaman aynı şeyleri düşünüp, uyuya kalırken, sanki aynı rüyalar karşılıyordu beni. Belli bir yerden sonra onlarla da anlaşmayı başarmıştım. Ayaklarıma dolanan kedilere anlatıyordum derdimi, sanki bir tek ve hep onlar anlıyordu. Zamanla yokluğunun verdiği huzursuzluğu iç huzurumla yatıştırdım, o kadar inandım ki olmadığına, bir rüya gibi gelip, geçtin, geçerken biraz kalbimi hırpalamayı da ihmal etmedin. Hayatımın en güzel günlerini çaldın huzur defterimden, sanki o yapraklar kopunca, geriye pek bir şey de kalmadı. Sevdiğim şarkıları melodisinin olmayışı gibi bir eksiklik. Yarımımdan fazlasıydı varlığın, şimdi yarımımdan azı kaldı bana.

Bir kış akşamı öldüğümde, kalbinde bulunsun, şefkatle öptüğün her yanımı merhametsizce gözlerimle ıslattım, senin mırıldandığın içi boş ezgiler, benim melodisi olmayan dizelerimle birleşti, en azından onlar kavuşmuştu. Hayalin korktuğum akşamlarda duvarlarda gövde gösterisi yapıyordu, yine de bir gövde olmuyordu bizden. Ya yalnızlığımız büyüktü bizim ya da varlığımız küçük geldi bu hikâyeye. Sokaklarda dolaşırken ıslatan yağmur da yetmiyor artık ruhumu dinginleştirmeye, umut etmek istiyorum, umutlu günleri çok geride bırakmışken… Dünyanın darlığı, sokakların çokluğu boğazımı sıkıyor, konuştuğum her şey yapışıyor gırtlağıma, üşümek için biraz gökyüzü lazım, kurtulmak için biraz yağmur içmek lazım. Satırlarımın sana ulaşmaz biliyorum, ulaşsa da okuyarak bile anlaşılamayacak şeyler var ama seni yine de her satır arasına sakladım. Kelimelerin çokluğu, senin yokluğun anlamına da gelmiyor buralarda. İnsan bazen içinin sesini de tırnak içinde saklamalı. Hiç yerinde olmayan bir özlem bu, hiç zamanı gelmeyen bir ayrılık, kara haber ulağı gibi geçti bu mevsim, hüsran ve mahcup. Şişeye ruhumu sattığım geceler, karanlık bir sabır gibi dikiliyor karşımda, hiç sabah olmuyor. Onca hüzne rağmen bazı geceler nasıl ağır geçiyor. Karanlığın içinde ağlamaktan kırmızıya dönüyor gözlerim. Aklıma geldiğin kadar, kalbime dokunabilseydin şimdi kaybolmazdı bu hikâye. Hafızam keşke bunca sadakatli olmasaydı, ihanetlere karşı. Hatırlamak intiharı çağrıştırıyor. Her hatırladığımda ölürken hatıralar, bir kere bile ölümü tatmamış gibi acemiyim. Oda dolusu kaçmak birikmiş aynamda, sitemlerimden duvarlarımda yer kalmamış güzel bir söz yazacak. Hangi duygudan medet umacağımı bilmeden dolanıp, duruyorum akşama kadar. Her şeye karşı tepkisiz, herkese dağıtacak birazcık gülümsemem var, o da yüzümde donuk. Sana yazdığım şiir imgesini aramaya çıktı, belki de biraz yaşasak daha rahat ölecektik ama vakit yok. Hep yokuş yukarı tırmandık, iyilik bile iyiliğiyle kalmadı.

Hava sıfır derece ve beni yalnızca bu katılaşmış soğuk üşütmüyor. Karaciğerimi bıraktığım yerde bulamadım. İnsan beynini yaktığı günleri, kafayı kırdığı anları bile özlüyorsa, yaşanacak pek de güzel gün kalmamış demektir. Umutsuzluk beynini ele geçirmiş, tavan yapmıştır.

Konuşamıyorum, ağzımda büyüyor kelimeler, büyük laf etme demişti büyüklerim, büyük lokma da yiyemiyorum. Boğazımdaki düğüm kalbime dayandı, zorluyor. Çıkarıp, atmak istediğim cümleler var çenemde, çenemi ağrıtıyor, söyleyemedikçe. Anlatabilmek için bazı şeylere, daha ne kadar virgül kullanmam gerekiyor ve hangi imla kurallarıyla izah edebilirim bunları? Kitabı var mı bunun? Bence yok, derinlerde olup, biten şeylerin kitabı yok. Minnettar olduğum acılar var, büyüttüğüm, boyumu aşan, dilime yer eden. Viski bardağıyla içtiğim şarap kokan genzimle, âşık olmaya içmişim, yemin gibi. Hayalini en çok karlara yakıştırdığım için, hiçbir parçan kalmadı. Erimeler peşinde sürükleniyorum. Gittiğim yollar da eriyor. Yazıp, kurtulmak istediğim cümlelerin acısını hissediyorum içimde, acının kalıcı olması için elimden geleni yapıyorum.

Bileklerini unut, ellerini yok say, en önemlisi de gözlerini yokmuş gibi yapman gerekiyor. Bileklerini unuttuğunda acıyı da unutacaksın. Yalnızca ince, ipince bir metalin varlığı olacak zihninde, o da kaybolacak, üstelik gözlerin o metalin yansımasında körleşmeyecek. Azaların seni terk etmeye başlamadan sen onları bırak. Bir silgi al beynini silmeye başla, soldan sağa, hayatına ait tüm genellemeleri terk et. Ölmek bu kadar da zor bir şey değil.

Yerkürede başka gezegen hayalleri kuruyoruz. Ölümüne susamış kervanlara katıldık. Tüm susamışlığımla, içimden seslendiklerimi duyman gerekirdi, anlatamadıklarının kölesi olmuş, acemi şairler gibiydim yanındayken. Anlaman lazımdı, dudaklarımdan süzülen dumanda suretini çizdim.

On Bir Ocak İki Bin On Yedi 12 30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Zehir

Bulutlar yağmur öncesinde içi boş poşet gibi, hırpalanıyorlar. Sirenler acı, geceler tatsız, insanlar tasasız. Herkes gideceği yere geç kaldığı için bekleyen kişiler de beklemeye geç kalıyorlar, dolayısıyla rötarı çıldırmış şehrin geç kalan çocuklarıyız. Zil çaldı, dünya bizi kusacak zamansız bir anda başlayan akşam ezanında, kıyametimiz kopacak. Kafalar dolu, gözler bomboş. Herkes yanındakinin çukurunda yuvarlanıyor. Her şey olması gerektiği gibi oluyormuş gibi, ama aslında hiçte olmaması gereken gibi. Bir cümlede bu kadar çok aynı kelimeyi kullanmak ya ruh sağlıksızlığına ya da bilgisizliğe delalettir. Birincisi olmayı umuyorum. Acı çekmeyi bıraktım, onun yerine şaşırıyormuş gibi yapıyorum, acı gibi uyuşturmuyor ama olsun. Tüm üzerime düşen görevleri yerine getirmiş gibi bir rahatlık hissi, peşinden bir utangaçlık, peşinden bir huzur, huzurundan utanıyor insan, ağlıyor. Her şeyi bırakmış olmanın, gizlice veda etmiş olmanın verdiği huzuru kim bilebilir? Hatırları harcaması kolay olmamıştı oysa küçük parçalara böldüğü, uzaktan bakıldığında çöp odayı andıran hatıralarını kim tanımlayabilir? Nasıl ve kime anlatabilir, her birinin eşsiz şekilde içinde bir yere yerleştiğini, şimdi gitseler bile…

İçindeki zehir dilini kamaştırıyordu, konuşamıyordu. Susmayı tercih edişi belki de bu yüzdendi, yıllar içinde sadece çok mecbur kaldığı zamanda, kısa cümleler kurmaya özen gösteriyordu. Ne zamandır içinde sakladığı zehri bir tek kendisi için kullanacaktı, yine bunu bir tek kendisi biliyordu. Akrep gibi tek başına ama gururundan ölecekti. Sonrası gece yangınlarında sessiz, ambulansların bile sesini duymayacaktı artık, kulakları çınlamayacaktı, birilerinin onu andığına inanmayacaktı. Ne kadar sessizliği tercih ettiyse o kadar çok ses duyuyordu geceleri, cırcır böcekleri gibi hiçbir şey susmuyordu. Gece kâbuslarından saat üç gibi fırlamayacaktı, ter ve korku içinde, kalp gümbürtüsünün sesiyle, vurulan kapının sesini de karıştıramayacaktı. Sabaha karşı hissettiği huzuru da benimseyemeyecekti. Bunu kabullenip, kendini rahatlamak zorunda hissetmeyecekti, en önemlisi içindeki zehri teselli etmek durumunda kalmayacaktı. Varlığı bir tek kendisi için, yalnız kendisine gösterilmiş bir şeydi. Başkalarına açıklamak zorunda kalmayacağı zehrin kalıntıları, kendi kendini yok etmeyi de bilecekti. Herhangi bir çağın teknolojisi de yetişemeyecekti bu kalıntıları bulmaya.

Mektuplar boş sayfa olarak, yalansız ve kelimesiz kalacaklardı. Kalın kitapların karton kapakları kırışmayacaktı, en önemlisi de yatağında artık bir kitap uyumayacaktı, yorgun kapaklarıyla. Belki biraz daha tozlanacaklardı, birkaç asır. Pencerelerin perdesiz oluşu da umurunda olmayacaktı artık, camların açık oluşundan doğan etkiyle tüllerin savruluşu yer değiştirecekti ruhunun pervasızlığıyla. Birlikte düşlenen her şey sadakatsizce tek başına unutulacaktı. Belki yarım şiirlere yazık olacaktı, bir daha yazılmayacak ve bir daha hiçbir hikâyede anılmayacak kişilerin ruhları vardı. Onlar da bu zehirden sonra yok olmaya mahkûmlardı.

Kaldığı gurbetten başka bir şey değildi. Gitmek daha çok sılasıydı. Özlemlerin tutkunu olduğu durakların istasyonsuzluğuydu, kalmak yönsüzlüktü. Kapıları açık bırakabilirdi şimdi sonuna kadar, eşiğinde hayvanlar bekleyebilir, paspasının altına bırakmak zorunda kaldığı anahtarı unutabilirdi. Şimdi her şeyi öylesine, bulmak istemeyeceği şekilde bırakıyordu. Kimseye karşı içinde vicdan azabı beslemiyordu, içinde zaten çok az şey yetiştirmişti, onlar da tüm hayatı boyunca yeterli gelmişti, bütün duygularının kontrolü için kısa ömrüne yetmişti yaşadıkları ya da yaşayamadıkları. Günler fırtınasız geçecekti artık, belki bir rüzgârı bile özleyecekti ama emindi güneşi özlemeyecekti, güneş içini ısıtanlardan değil, canını yakanlardan olmuştu. Kapıları eşiksiz bırakabilirdi. Ellerinin soğuğundan defterleri üşümeyecekti artık, soğukluğu da düşünmeyecek, takmayacak hatta hiç özlemeyecekti. Yalnızlığının içine gizlenen gururdan kendi dâhil hiç kimsenin haberi yoktu, şimdi bu zehrin ardından bir gurur bulutu kaplayabilirdi bu şehri. Haberi olmayacaktı gidişinden arta kalan boşluktan. Bu boşluk varlığını dolduramamış ama aynı zamanda bir semti kaplayacak kadar büyümüştü. Kendisine yetiremediği boşluk şimdi kocaman bir adresi kaplayabilirdi. Boşluğun izahını yoklukla tarif edemezdi.

Şair belki de yazdığı son şiiri, son şiir olduğunu bilemez. Artık bayrak kavgası, gülünç ihtirasları geride bırakmıştır. Önceden severek yaptığı birçok şeyi, hatta kavgaları, sonraları çocukça ve komik bulmuştur. Kelimelerle kavganın bir yararı yoktu, her zaman yazdığı aynı şiiri aynı anlamlara gelen başka kelimelerle döküyordu kâğıdın yüzüne, şiiri bir taneydi. Kitapların arasında kalan eskilerden kalma mistik enerjileri bulabilmesi yetiyordu, hatta hissedebilmesi bile. Hazır şiirin zirvesinde görüyorken kendini, tam doruğundayken o şiiri dalgalara geri verme zamanıydı. Kelimeleri eğip, bükemeyecek, eğemeyecekti artık onları. Köhne imgelerin peşinde gecelerce sabahladığı zamanların nedenini hiçbir zaman bilemeyecekti artık, bundan böyle süslü püslü, bencilce yalnız kendine sakladığı yazıları da neden yazdığını bilemeyeceği gibi. Algılamak, hissetmek, sevdalanmak, zirve, kavga hepsi bomboş şeylerdi artık. Tüm kelimelerin anlamı birbirine karışmıştı. Ama tüm bunların güzelliği de vardı, çocukça hissediyordu kendini, büyüdüğü aklına gelmiyordu. Geriye bir tek vicdan azabı kalacaktı.

Vicdan azabı, insanın iyilik yanına katkı sağlayan bir duygudur. İnsan olduğunu hissettirir. Dünya dengelerini yitirdi, hepimizin de bunda parmağı var. Asıl olan sürekli kötülük dengesinin çoğalması. İyilik de gün gelip yok olacak, ama şimdi dünya tüm kötülüğü ve rutubetiyle çürüyecek. Çürürken kötü kokulara çıkaracak. Bütün yorgunluklarımdan kurtulduğumda geriye pek bir şey kalmıyor, biraz sade sözcükten başka. Ben bunun için mi bu kadar yoruldum? Kendime geldiğimde kıyametin koptuğunu düşünmeye başladım.

Bazen de yazdıklarını, kitabına uydurmak için yaşarsın. İyice kaybolmadan, aklını ve ruhunu henüz kaybetmeden, her şey henüz yalan olmadan, bitmeden yazıyorum. Kendi varlığımın yalanını ortaya çıkarmak için yazıyorum çünkü kimse kimsenin dramında değil, işte bu en büyük dram.

Hayallerim gerçek, gerçeklerim doğru değil. O hayali ilk nerede gördüğümü hatırlamıyorum. İlk nerede nüksetmişti hayatıma, belki bunu bulabilsem, gerçek olmaya biraz daha yaklaşabilirdim.

Bu dünyadan yalnız saçlarımı ve ellerimi bir de dövmelerimi alıp, gideceğim. Herkes kötülükten şikâyet ederken, onlarca kötülük yapıyor, hatta birilerinin zarar görmesine vesile oluyorlar. Bilerek veya bilmeyerek, bilerek olanları Allah affetmesin, ama bilmeden olanları affetmeni isterim Allah’ım. Tonlarca kötülük gördüğüm için gideceğim. Mağlup olduğum için, daha fazla kalmamak için mağlup olmayı, bizzat kendi rızamla tercih ettiğim için gideceğim. Her güz mevsiminde, sararıp, dökülen yapraklar ölümü hatırlattığı için, özlememem gereken şeyleri özlediğim ve bu özlemlerin ruhuma ve bedenime zararı olduğu için gideceğim. Dayanamadığım için ve bunu bir tek kendim bildiğim için gideceğim. İnsan insanın yamyamıdır, bunu bildiğim için, dünya denilen yerde herkes çıldırıp, birbirini yemeye kalktığı için gideceğim. Küçükken kesilen topları ve kolları, kafası kırılan bebekleri unutamadığım için gideceğim. Yaralarımın kendimden ruhuma, ruhumdan yine kendime bulaştığını bildiğim ve bunun ilacının olmadığının idrakinde olduğum için gideceğim. Kendime daha fazla yazık etmemek için ve ruhuma iyi bir şey yapmak için gideceğim.

On Altı Aralık İki Bin On Altı 16 15
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Yoklama

Bir sürü ölümcül hastalık var, benim de var öldüren hastalıklarım, ama en ölümcül olanı şiir. Beni şiir öldürecek ya da şiirsizlik. Ayrıca yalnız kalmış bir akrebin sokmaya değecek kimseyi bulamadığı için kendi kendini zehirlemesi gibi içim.

 

Hâlen yaşıyor olmak, dünyadaki bu oyunun içine, gönüllü olarak dâhil olmaktır. Yalnızca yaşadığımızı zannediyoruz ya da muhtemelen çoktan öldüğümüz hâlde nefes alma taklidi yapmaya çalışıyoruz. Yeterince ağıtımız yakıldıysa artık ölebiliriz.

 

Aniden camdan düşer gibi oldu, ciğerlerinin patladığını duydu ağzında, kalbi de ağzına yakın bir yerde atıyor olmalıydı. Tüm organları sanki birbiriyle yer değiştirmeye başlamıştı, ters döndüğünden olacak, hepsi kafasına yakın yerde birikmişti sanki büyük bir çuvalın dibine doluşmuştu tüm bedeniyle, öyle hissediyordu. Cam kırıkları battı biraz üzerine, küçük anıların büyüttüğü sevinçler geldi, ağzını kıpırdatamadığı hâlde, istemsizce güldü, içinden. Duvardan başka kimse fark edememişti bunu. Büyük acıların bıraktığı küçük izleri de küçümsedi düşerken. Artık hiçbir büyük ya da küçük diye tartıştığı acıların ve anıların bile anlamı kalmamıştı, oysa daha bu sabah camın kenarına kurulmuş fesleğeni sulamaya gitmişti, aklında hiç bunlar yoktu, biraz sonra tüm beyninin boşalacağını hissediyordu ve tüm varlığının. Bu dünyaya ait olan her şeyini benliğiyle birlikte silecekti tek seferde. Acımayacaktı, acı bile yersizdi. Anılar vardı, onlar, o gittikten sonra bile hâlâ dünya üzerinde varlıklarını sürdürecekti. Bencildi anılar. En iyisi anıları yeni anılarla kirletmek gerekirdi, bu en masumuydu. Ama o anıların yerine koyacağı yenileri nasıl aynıları olabilirdi, nasıl onların yerlerini alabilirdi ki? Bencildi işte anılar. Kusurluk dünyada o kadar çok insana “kusura bakma” demişti ki,  kırgınlıkları vardı, ölümün bile çözemeyeceği. Durabilmek için ancak bir şeye çarpması gerekiyordu, o şeyin daha fazla yara yapacağını hesaba katamamıştı. O anlık içinde bulunduğu zor bir durumu atlatır gibi düşünmüştü, atlatacakmış gibi, ama atlamıştı işte, güneşsiz bir günde, yağmurlu bir sabahı, gamzelerinde kuş sesleri barındırarak…

 

Her gün yoklama alır gibi yazıyorum, yazıp, biraz da kurtulmak amacım. Düşüncelerimi yoklarken bulduğum kayıplar, bildiklerimle aynı yerde değil. Hayatım daha çok yetişkinlerin izleyebileceği çizgi film trajedisi gibi. Çizgileri bozulmuş, uzaklara dengesiz şekilde uzanan rahatsız çizgiler. Hepimiz kurguyuz, başkalarının kurgusu olmasak da, kendimizin kurgusuyuz. Özlemlerimiz bile belli şartlara, koşullara bağlı ve kurgusal.

 

Kalmak, hiçbir şeyin değişmeyeceğini kabullenmektir. Bundan sonra her şeyin tekdüze olacağına inanmaktır. Kalmak, yapacağın bir işinin olmadığıdır, boyun eğmek, rıza göstermek, her şeyi olduğuna ya da olacağına bırakmaktır. Yaşamla aramda hayat denilen bir parazit var. İkisi aynı gibi görünse de aynı değiller. Günler birbirinin aynısı gibi geçmeye devam ediyorsa, dünle bugünün tek farkı gün adıysa, artık hiçbir şey hissedemiyorsun demektir. Oysa rüzgârın bile şiddetini duyabilir insan hissedebiliyorsa, tüm bu uyuşukluk sessizce kabulleniştir, hatta sessizliği bile. Farkında değildir artık bir şeyin.

 

Özlemek değil de üşümek neden gelir ki aklımıza hem de bu mevsimde? Herhalde üşümeye çare bulabileceğimizden.

 

Saçlar vardı, sonra saçlar çoğu zaman yoklar. Yoklamada es geçtiğim saçlarım, diğer hücrelerimin kırılganlığının yerini alıyordu, her şey büyük bir itinayla kırılıyordu. Menfaatlerinin ters yöne gittiğinde neleri yapabileceğini hastane odamdaki, en yakın arkadaşımdan öğrendim, hem de acı çekerken. Üstelik ona en çok ihtiyacım olduğunda, ilk kırılışımdı hemcinsim tarafından. İnancımdan dolayı ilk acı çekişim. Şimdi bana güvenden bahsetmeyin. Önceden dibe vurduğum zamanları bile özler oldum sonraları, meğer hiç dibe vurmamışım, sahte bir düşmeymiş onlar. Düşermişim gibi yapmışım ama ayakta tutan bir şeyler varmış, henüz dünyaya tamamen veda edebilecek kadar yitirmemişim her şeyimi. Bağlandığım şeyler varmış.

 

Her gün hava raporu verir gibi konuşuyoruz, havadan sudan. Sevgisizlikten geçiyor bu umursamazlık, bu boşvermişlik, bu duygusuzluk. Gelecek yüzyılın hastalığı şiirsizlik olacak. O yüzden yazamıyorsanız bol bol şiir çalın, istifleyin. Yeni kelimelerden doğacaksın belki de yeni kelimeler doğuracaksın. Ama artık gideceğin bir yer yok, hazır bunca hayalin ihanetine uğramışken ve hazır düşlerin seni düşürmemek için hiç çabalamamışken… Bir kuşun kanadına inanıp, uzaklara gitmeye meyillisin, bunun için mi rüzgârın üflemesinden medet umuyorsun, bence en yakın havalimanına git ve ilk uçağa bin, bir kez ve son kez de bu uçağın seni düşürmesine izin ver ama uçağa hiçbir şey olmasın, içindekilere de… Yalnızca sevdiğin bir şehre düş yeniden, bu defa ve son defa gerçekten düş, bu da senin yerküreye vedan olsun, eşsiz kelimelerinin sonunda, yalın ve ayaksız, uzaydaki boşluğu özlüyor gibi gözlerin, bakıyorsun.

 

İnsan hızlı koştukça kaderini geçtiği zannedip, nasıl da yanılıyor, oysa önüne geçemiyor hiçbir zaman yaşayacaklarının. Kader köşe başında kahkahayla gülüyor. Son kez olmayan her şeyin tekrarı oluyor, sıkılıyorum ben bu tekrarlardan, hiçbir şeyden emin olamamaktan. Ne yapmalı ki her şey sonsuza dek sussun… Oturduğum yerden, yürüdüğüm sokaklardan, beğenerek geçtiğim o evin önünden kendimi silmek istiyorum, leke temizler gibi, arınır gibi… Damarlarım kadar silik ve küskün bir iz bırakmak istiyorum sahilde, bir tek o şeyin fark edebileceği bir iz, biraz bencillik, biraz da acımasızlık. İşte bunlardan biraz olsa yine de böyle olur muydu? Nabzımı tuttuğum eli bırakmak istiyorum, kendi nabzımı tutan şeyi terk etmek, kendini tam da burada bırakmak.

 

Kalbini çıkarıp, sessizce soğuk camlara yaslamak, her yağmur yağdığında, soğur zannediyorsun kalbin soğur diye bekliyorsun, ne çok acı var ne çok, her acının ne çok katili ve maktulü var. Birbirimizin her yönden mağduruyuz. Kalp atışlarınla derdin vardı, parmak uçlarınla ve tırnaklarınla, tırnaksız duramadığın zamanlarda ellerini yerdin. Hakikatin incitmesine izin vermediğinden yalanlara inanmak kolayına geldi. Şimdi yalan kanın ve sahte damarlarınla mutluluğa uçtuğunu zannediyorsun. Yerkürede, yerçekimini kaldırmak gibi özlemlerin var. Kulaklarındaki uğultunun arasında kendi sesini arıyor, bulamıyorsun. Sağır diye tanımlıyorlar seni, oysa duymana kimse izin vermiyor. Kulakların yalana alışıyor, dudakların soğuğa ve yalnızlığa. Kelimelerini hafifleştirerek, ruhunu ağırlaştırmaya çalışıyorsun. En önemli kavgaları yaparken bile verecek basit kelimelerinden başka bir şeyin yoktu. Hayatı önemsemediğin buradan belliydi, durup dururken birilerine kızabilirdin ama bunu dile getiremezdin. Giderken tüm gücünü ortaya koyan herkeste, ya yalvarma ya da çirkeflik olurdu ama bu sende yoktu, sessizce birkaç kelime dökülürdü dudaklarından, senin kavgan böyleydi işte, ağırlığın gibi hafifti, belki de hayat bu yüzden hafife aldı seni, kavga etmeyi, çirkefleşmeyi ve kötüleşmeyi bilmiyordun, beceremiyordun. Olmadı, olamayacaktı, kitap okurken dalıp gittiğin koltukta dalacağın hafif uykularda, ağırlıklarından kurtulmayı düşlüyordun, oysa sen yoktun, belki de hiç olmayacaktın. Bir tek kişinin seni düşünmesi, varlığını kanıtlamaya yetmiyordu, yetmeyecekti.

 

Okuruna göre ziyan olmuş bir romanım. Talihsiz şairlerin diline düşmüş şiir, yazılamamış hikâye, kurgulanamamış hayat. Yapraklarını mevsimin ilk başında döken talihsiz ve çıplak ağaç, en sevdiği oyuncağını kaybeden çocuk, esaretine esirlik yapamayan tutku, karanlığını yitirmiş ışık, güneşe göre kör, aya göre gecesiz. Sokaksız şehir, köpeğini kaybetmiş kulübe, zamanını yitirmiş saat. Tesadüfen hayatı kaçırmış bir ölü. Yaşamak belki de hiç doğmamaktaydı.

 

 

Yirmi Dokuz Kasım İki Bin On Altı 12 00

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Altyazıların Aynaları

Altyazılarımın aynaları, bana kendimi daha deli hissettiriyor, insanlığın son gösterimi de çok sattı, vurulduk, öldük, eksildik, zaten eksiktik. Kucağımda bir kedi uyuyor, bundan şefkatli bir şey var mı bilmiyorum. Sormak da huyum değil, bilemeyince fazladan birkaç gülümseme daha ekliyorum, anlamadığım, anlamını bilemediğim ya da algılayamadığım her şeye… Vazgeçtim uğurlu sayımdan ve günümden, vazgeçince tüm günler birbirinin devamı gibi oldu, uğurlu günlerin bile uğursuzluk getirdiği zamanlar oldu, yazık oldu, yine günsüz kaldım, güneş tepemdeyken. Bir karınca kadar bile fark edilmeyeceğim belki, bir toz kadar yerim olmayacak çölleşmiş dünyada, belki de kayboldum başka büyük tozların içinde, çöle sormak lazım ya da çölün sahibine. Avucuma bir şiir sığsın istedim, çocuklara masallar anlatayım istedim ama hiç masal bilmiyordum, hiç masalım olmadı çocukken ya da hiç masal anlatılmadı küçüklüğüme. Önceki hayatım, zamanlarım yokmuş da sanki şimdi her şeyin dehşetle farkına varmış gibiyim, yaşamak eziyetinin yolcusuyum. Bir şiir istedim avuçlarıma sığacak kadar, yalnızca bir şiir, adının geçeceği, şehrimin içinde olacağı, satır arasına kendimi de iliştireceğim, bir şiir. Ellerimi açıp, dua ederken Allah’a gösterecektim. Olmadı, bir şiir sızıp, kalmadı avucumda, oysa kalbimin her odasına yüzlerce şiir sıkıştırmıştım, ellerim o kadar küçük müydü?

Hiçbir şey yokmuş gibi yapınca hiçbir şey olmuyor, insan sadece buna inanıyor, bir şey olmadığına, olmayacağına. Kimi zaman iyi gelen kötü şeyler var, kimin uydurması, neyin tedavisi? İyileşmek her zaman iyi gelmez. Hayallerimi kimsenin un ufak edip, ezip, yemeye hakkı yok. İçim kurudu huzursuzluktan, huzursuz yaşamaya alışınca insan içini çürütüyor. Buzdolabı değil bunun çaresi. Yenilmişlik hissi, insanın neden burada olduğunu sorgulatıyor, yenilmişlik aldanmak hissiyle aynı.

Korkuların da koktuğu zamanlar olmuştu, üzerinde aynı hırkayla günler geçiren adamlar, onun için en önemli birinden gelen bir hediye, unutmamak için giyiniyordu, gerçekliğini kendine ispatlamak için belki de. Aynı elbiseyle sabahladığım geceleri unutmak istedim, elbiseler hatırlattı. Bir elbisenin giyinmek dışında başka anlamları da vardı ve beni o anlamlar hırpalıyordu.

Şu yazın gelişinde bile saçma sapan umutlu bir şey var, geçmişe özlem var ama her gününe değil. Varlığımda daha önce yaşanmışların dejavu hâli var, ayaklarım tedirgin, ellerim titrek, sesim hep çatallı ve yorgun, ruhum dingin, beni huzursuz eden asıl kalbim. Beni kaçıncı kez delirttiler, hem de hiç fikrimi sormadan, defalarca sinir ettiler, iki kez aldattılar, yüzlerce gece ağlattılar, binlerce kez hasta ettiler, beş kez kestiler, bir sürü kanadım. Kurumuş yapraklar, dudaklarımı iyi tanır, çiçekliğimi iyi bilir koca çınarlar ve bir tek onlar bilir. Defalarca aldandım, bulanık sularda yüzümü aradım, aynalar gizli satırlardan başka bir şey değildi, gözümün kalemiyle alnımın yarısını karaladım. Üç satırlık yazgıma yer bıraktım. İçimdeki tanımını yapamadığım şeyler belirginleşmeye başladıkça, ben silikleşiyorum. Üstelik azalıp, ölüyorum, azap gibi bir şey. Kalbim yalnız açılmayan pencerelere açık, ağzım akmayan musluklara, susuzluk gibi bir şey şu zamanlar, açarken kalbimi biraz daha yeniliyorum, azalıyor kalbimin odaları, beni sıkan şey kalbimin hiçbir yere sığamaması.

Akşamın oluşunda tanıdık tedirginliklerim var, yanındaki sandalyeye endişeyi de oturtuyorum. Huzursuzluk gecenin boyunu aşıyor, pencere açmak istiyorum ama dışarıdan daha çok korkuyorum, dışarının güvenliği, içerinin güvensizliğinden daha güvenli değil, tek başıma yürümeyi biliyorum, yokuş çıkmayı da, hatta yokuş inmeyi çok seviyorum, semtlerden başka semtlere, şehirlerden başka şehirlere gitmesini de biliyorum ama en çok kaybolmasını biliyorum. Camın kenarında beklerken, umut kusan içimle, hayatın karmakarışık kardığı kartları düşünüyordum, gelmediğinde bir daha karmaya çalıştığım günleri, sonrasında geçmiş günlerle gelecektekiler birbirine karıştı, yaşamadığım günler bile yaşanmış oldu. Leyla sanki bir çöl ismiydi, şefkat en çok anne ellerine yakışırdı, bütün çamaşır asan kadınlar sanki merhametliydi, kader en yakın kardeşleri gibi sokak lambasının direğinin altında bekliyordu akşam olunca. Ardından keder geliyordu, kapının altından, anahtar deliğinden selamsız giriyordu içeriye. Adım uzak bir ülkede ıslak bir semt ismi gibiydi.

Sabahın erken saatinde sahile inen insanların genellikle kimseleri yoktur, ikide bir elleri telefona gitmez, hatta o kadar zaman geçmiştir ki kimse aramayalı, telefonun varlığı bile unutulmuştur, çoğu zaman cepte olması gereken telefon muhtemelen mutfak tezgâhının üzerinde, masanın bir köşesinde ya da kitaplığın önünde unutulmuştur. Dalgaların ıslattığı sulara basarak geçiyorum, yalılara, köşklere tur düzenliyorlar, şehrimin zenginliklerini göstermek için, yalnız uzaktan bakmak şartıyla. Böyle bir eğlence anlayışında benim kafam hiç eğlenmiyor. Biz ancak o güzel yalılara demir parmaklıklar ardından bakabiliriz ya da bazı ışıltılı, pahalı romanlarda rastlayabiliriz, belki hâlimizi o anlık unutarak, hatta umut etmeye cüret ederek, kafası karışık hayaller kurabiliriz. Ne denizlerine girebilir, ne havuzunda yüzebiliriz. Oysa bir zamanlar bir masala inanmıştım, ömür boyu deniz kokacaktım, çok yüzecektim, tuzlu tenim dalgalarla yarışacaktı. Masal olacak kadar da uzak bir zaman değildi. Bazı şeylerin masal olması için ninemin zamanında olması gerekmiyordu, inanmak yeterliydi.

Şimdi yalnız sulara basabiliyor ayaklarım, her bastığım yerde ufak, ıslak izler bırakıyorum, sesimin izini bulaştıramadığım semtlere. El izimden, gözümün renginden değil de hüznümden teşhis edin beni.

Ufacık bir şeyden dolayı, hayattan bir kez daha soğudum, bir anda hem de. Soğurken ne kadar haklı olduğumu bir kez daha tekrarladım kendime. İnsanların umutlu yüzleri, gülen, sarmaş dolaş halleri vıcık vıcık yapıştı yüzüme. İğrenç ve gereksizdi bunca umutlu ve kahkahalı olmak, onlardan olamadığım için de onlar beni özürlü olarak görüyor, ben de kendimi yetersiz olarak tanımlıyorum, sanırım ikisi de aynı şey, aynı anlama gelemeyen…

Çay bardağındaki küçük çiçek büyüdü, salındı, saçlarını kısacık kesti, her gün yanmayan kaloriferin üzerinde, camdan sızan güneşte güneşleniyor, pencerenin kenarından gelen rüzgârla serinliyor, saçlarını bir kez daha kısa kestirdi, artık yaz geldi, çiçek büyüdü, sigaraya başladı.

Bir semazen gibi durmadan, dönüyorum, dönünce unuturum zannediyorum çünkü dönünce düşünmeye fırsatı olmuyor insanın, zaman da izin vermiyor buna. Fırtınanın en gerisinde yapayalnız dolaşırken görüyorum kendimi, döndükçe gülüyorum, döndükçe rüzgârgülü oluyorum.

Başkalarının hikâyesindeki gölge gibiyim yazarken, olmayanı oldurmaya, olanı olduğu gibi kabullenmemeye eğilimim var. Öyle ya, bizim hikâyenin kurgusu başka yazarların eline geçmişti, bundan sonra ne yazsam inanamazdım.

On Yeni Haziran İki Bin On Altı 17 40
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Kül

Her akşam içevime sunulan bir tas külle yanıyorum. Yeniden doğmak diye bir deyim varsa, kesinlikle yeniden ölmek diye de bir deyim olmalı. Derdim hiç yeniden doğmak olmadı, külleri sevdim çünkü onlar çok şey biliyorlardı ve hangi eşyadan, hangi ruhtan ya da hangi bedenden kül oldukları belli değildi, belirsiz şeyleri sevdim ben çünkü belli şeylerin aslında hiçte öyle olmadığını öğrendim.

Her gün biraz daha fazla yorarak bedenimi, ruhumu dinlendirmeyi umuyorum. Ama olmuyor, diğer olması gereken her şey gibi. Sessizce, en hüzünlü melodinin içine bırakıyorum kendimi, hiçbir şey olmamış gibi, zaten hiçbir şey de olmuyor, olması gerektiği gibi… İçimde nedensiz yağmurlar birikiyor, bir solukta hepsini içmek istiyorum, ruhum uzun zamandır aç, neyle doyuracağımı da bilmiyorum, hikâyem bir kitabın saçma sapan bir yerinden ve hunharca yırtılıp, atılmış gibi hissediyor kendini, o da en az benim kadar yadırgıyor buradaki varlığını. Yağmur ve rüzgâr hakkında hiçbir fikrim olmadığı hâlde nasıl da içimde hissediyorum onları, sanki onlarla yaşıyorum ama onların benimle yaşamadığı besbelli. Tıpkı yırtılıp, atılan hikâyem gibi, küller kelimeler olmadan da yoluna devam edebiliyor. Öyle yapışık ki onlar birbirine, insanın yalnızlığını, yüzüne ve içine direk çarpıyor.

Kitaplarımın olmadığı odalarda uyuyamam ben. Ahşap ve küf kokmayan odalarda uyku uğramaz bana. Kucağımda ya bir kedi ya bir kitap olmadan uykunun kollarına veremem kendimi. Rutubetin bile anlaşılır yanı var deniz kokan şehirlerde. Kaldığım yeri bilmediğim satırlara dalamam ben, hangi şarkıyı dinlersem dinleyeyim, bağıramam. Tek yapabildiğim denize kusup sonra da susmaktı. İçimden yolu belli olmayan sular geçiyordu. Siren sesleriyle içimin sesi birbirine girmişti, ayıramıyordum. Toplumsal bir yorgunluk, bir kafama takmışlık vardı, niye böyle diye çırpınıp duruyordum. İnsan ağırlığını bilemediği şeyin, hafifliği altında eziliyordu.

Ömrüm mevsimden mevsime geçiş yaparken, kendimin aslında hiç bir yere gitmediği, bazı zamanlar aklımın durmadan durduğu, kalbimin durarak çalıştığını sanıyorum. Duymak istemediğim şeyleri anlamam, anlamamış gibi yaparım. Boğazımda biriken düğümlere yutkunmalarım yetişemiyor artık. Büyük haksızlıkların, küçük tanıklarıyız. Bazı aydınlıklar çok akşam olmuş gibi. Bazı karanlıklar kuyuları anımsatıyor.

Belki de her şeyin en güzeli, sessiz bir uykunun bastırması ve sonu hayal kırıklığı olmayan rüyalara dalmak. Bazı acıları gördükçe, yazasım geliyor ve bazı şeyleri gördükçe, yazmanın bile ne kadar anlamsız kaldığını hissediyorum.

Hayatımın film şeritleri, gördüğüm filmlerden bile daha çok gösterime girdi gözlerimin önünde. Film izlemeyi de sevmiyordum, her gördüğümde bu filmleri su içme ihtiyacı hissediyordum. Hayatımı film şeridine çevirmek için, geçerli bir senaryom yoktu, yine de zorluyordu bazı zamanlar. Işık hissi sızana kadar gözkapaklarıma bin bir soru geçiyor aklımdan ya da olay, bunlar nereye sığıyor içimde hiç bilmiyorum. O aydınlık hissi gelene kadar geçmiş, gelecek birbirine giriyor, sabah çorbaları, akşam tostlarını özlüyorum. Büyükken güldüklerimi, bebekken ağladıklarımla değiştirmek istiyorum. Doğduğumla, can çekiştiğim kareler de birbirine karışıyor. Doktorun sesiyle, annemin sesi birbiriyle aynı anda çıkıyor, ikisi de azarlar gibi, korku ve heyecanla karışık. Sabahın köründe, az daha sabah olsun diye dua ederken buluyorum kendimi. Gündüzün içinde geceleri özlüyorum, şefkat denilen duyguyu özlüyorum en çok, sanki kendi gösterdiğim şefkatten başka kalmamış o duygudan, sanki yeşil ya da kırmızı reçeteyle satın alınabilen pahalı bir ilaç ama hissetmek ne kadar bedava ve ne kadar eziyet. İllüzyonumu seveyim, hâlâ kalemi bırakmamış elinden ve inatla ayakkabılarına sarılmış, bir ayağı hep gitmeye alışkın, diğeri sanki betonla tutturulmuş. Tüm organlar gitmeyi isterken, vücut hareketsiz. Bir kolundan omzuna uzanan, eski deri siyah montu, sanki tüm bunları içeride giyip, gidemezdi. Beynim afallamalarla meşgul, ellerim uyuşuk bir kedi, daha ne kadar çaresizlik içinde olabilirdim ki… Kafamı hiçbir kafayla değiştirme niyetinde de değilim, arada uyuşsa yeter hani.

En doğru bildiğim sayının doğrultusunda, yaşamadan hayatın tahsile kalkıştığı kalbimin kıyısında yetiştirmeye çalıştığım çiçekler artık kokmuyor. Hani dara düşünce Hızır yetişirdi, bundan darı var mı bilmiyorum ama küllerimi saymaya başladım, saydıkça ağırlaştılar, ağırlaştıkça yangının dibinden kurtulma hayallerim de eridi. Gece olsun diye bekler oldum, ölmek için, bir rüzgâr bekledim, külleri savurmak için, gecikti, birçok köy sular altında kalırken… Tek ortalı, küçük resim defterine, “güneşli günler göreceğiz” resmi çizen çocuklardık, bulutlardan çok güneşe yer verirdik, hayatın da bize güneşli günler göstermesini umarak. Oraya çizdiğimiz resim değil aslında dileklerimizdi, henüz nasıl istenileceğini bilmiyorduk.

Yorgunluğumdan da mutluluk çıkarabildiğim zamanlarım olmuştu. Aynı yerlere, aynı mekânlara gitmek, hatıra biriktirmekten başka bir şey değildir. Hatıra biriktirenler de ancak gelecekte yaşanacak güzel günler tıkandığı ya da bittiği için, geçmişe yönelirler. Maziyi yakıp, yok ettiğime göre ve geleceğimin de artık geçmiş kadar puslu olduğunu görebildiğime göre, bugün bambaşka bir yere, başka bir dünyaya gitmek istiyorum. En azından umut kırıntılarımın içinde bu ümit kırılsa da duruyor… Gittiğim dünyaya, cumartesi sabahlarını da götüreceğim.

Her sabah sevdiğim bir şeyi kaybederek uyanıyorum. Bunun için her gün sevdiğim bir şeyden vazgeçmeye karar verdim, onlar benden geçmeden, ben onları bırakacağım, hatta nefret edeceğim. Nefret şu kıpırtısız bedenimde yaşam göstergesi, bir tepki. Sevgi uzaklarda oldukça nefrete sarılır insan, ben şimdiye kadar pek beceremedim, belki nefret etmem gereken şeyleri bile sevdim, uzaktan uzağa, kendimin bile farkında olmayacağı kadar titiz bir sessizlikle.

Zoruma gitti birçok şey, azar azar ama belirgin bir şekilde, zoruma gittikçe gücüm azaldı, kendimi daha az anlatma ihtiyacı doğdu, zamanla bu ihtiyaç da yerini umarsızlığa bıraktı, biliyorum bir süre sonra hiçbir şey zoruma gitmeyecek çünkü gücüm olmayacak ya da zoruma giden şeyleri artık hissetmeyeceğim. O zoruma giden şeyleri yapabilen insanlar olmayacak yakınımda veya bunun gibi bir şey.

Unutulmalarım beni sinsi zamanların alengirli sözcüklerine bıraktı, zaman aşımına uğradı sevgililik. Dilin güzel laf yapabildiğini zannettiğin kadar anlatabildiğini zannediyorsun, hâlbuki gördüm, hiç konuşmadan anlaşabilmeyi de.

İnanmak; ne büyük buhran, koca bir boşluk, inancın rengi mor, aldandığını öğrendiğin anda gözlerinin çemberinde bıraktığı izler, mor. Dünya kadar boşluğa, küçücük varlığımızı sıkıştıramadık, sığamadık. Sığıntı değil ama büyük sıkıntıydık. Bir noktalama işaretine, bir harfe bile şiirler döktürebilirdim, sustu içimin şiiri, inanmak inandırmasıyla ilgi değildi, sana yansıttığı şeydi ve ondan gelen her şey nasıl da bambaşkaydı, tek kelimesi şiir, tek cümlesi roman olurdu. İnanmak; büyük saçmalıktı, hele o saçma kelimelere, anlamlı cümleler kurmak, haksızlıktı. Sonrasındaki boşluğa bakılırsa, kelimeler bu kadar yalnız bırakılmayı hak etmiyordu, boşluktan başka diyecek bir şeyim yok. Sana doğrulttuğum silah, kendimi vurduğumdu.
Yirmi Beş Ağustos İki Bin On Altı 17 00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Yukarı Yuvarlanmalar

Allah bizi yaratmasaydı

Şimdi ne güzel çöp adamlardık!

 

Artık hatırlayamayacağın anıların üzerine de sünger çekmişsindir. Bulabilirsen yağmur yağarsa eğer oralara bir parça toprak kokusu sakla ciğerlerine. Tüm her şeyin toprakla başlayıp, toprakla biteceğini düşün ve sonra bunca kavganın yersizliğini. Tüm yaşadıklarına belki ceza biraz da ödül gibi görünecektir gözüne. Yalanlar söyle kendine, eğer başarabilirsen, eğer bir tek kişi bile inanırsa yalanına kendini de inandırabilirsin. Yalanlar inanmakla başlar. Kendime uzaklaştığım yerde tut beni, eğer başarabilirsen, aradaki o bitmez mesafeye uzan, beni bulunduğum, bulunamadığım her şeyden uzaklaştır ki bulunamaz olayım. Beni unut, sonra sakla beni unuttuğun yerde. Maktulü yakından tanıyorum, katilimi sen sakla. Eğer becerebilirsen beni sustur çünkü susamadıklarımda çok acayip hikâyeler var, kahramanları kendi ellerimle yok ettiğim, kimseye anlatmadığım, anlatamayacağım şeyler var. Yine de bazı geceler yaşadığımı öğrenmek istiyorum, kendimi bulmak istiyorum, işte o zaman saklanmaya ihtiyacım var, beni kendimden sakla, beni kendimden koru. Edemediğim duaların bedduasıdır bu, anla. En çok beni anla. Soru işareti olarak geldiğim hayatta çift nokta gibi çık karşıma ve cevapla. Her şeyin yalnızca kötü yazılmış bir hikâye olduğuna inandır beni. Uzaklarda bir hiç kimse olayım, hiç kimseyle olayım.

 

Kalbimin gücü yetmiyor düşünmeye, dilim varmıyor söylemeye ama kendimi bulmamam lazım, bu yüzden yok olmak istiyorum. Eğer bulursam beni kendim öldürecek, eğer bulursam içimden hikâyeler çıkacak, eğer bulursam, gözlerimden kan taşacak. Eğer bulabilirsem çok kötü anlatacağım, eğer bulursam kıyamete kadar bağıracağım. Tüm bu hikâyenin içine giren ya da kenarından köşesinden bulaşan, uğrayan, uğramış gibi yapan veya aslında başka yere gidecekmiş de geçerken uğramış gibi yapan herkesin saçma hikâyesinin teminatı için sakla beni. Boğazım yansın, daha da yansın, kalbime geçsin sonra da, taş olsun kalbim.

 

Dilimin dermanı olmayana, ellerim tutamayana kadar yor beni. Beynimi çıkar kafatasımın içinden ve sorgula, neleri bu kadar düşünüp, neleri unuttuğumu. Sonra kalbimi yokla, eğer hâlâ yerindeyse, hâlsizliğime ver, tansiyonumu ölç, dizlerimin titremesini engelle, titremekten nefret ederim bilirsin. Üşümeyi severim ama titreyene kadar, beni bağla, özgürlüğüme ama illâ özgürlüğüme sımsıkı bağla. İplerimin uçlarını belirsiz uzaklara gönder bir kuşun gagasında, o nereye gideceğini mektuplardan bilir. İçimdeki kelimeler tükenene kadar kurşunla, hepsi kırmızı intihar olacaktır, al ve oku. Bastığın tetikle aşkı yaşa, sev onu, öldüren her şey ölesiye sevilmeli, yoksa daha katlanmamız gerekecekti. Ölümlü şeyler vardı düşlediğim ama tek ölümle sonuçlanmayan, affet, affımda bile bir buyurganlık var, hisset, marifet bu belki de, söylemediklerimi duymakta. Küçükken saydığım krakerleri, leblebileri ve üzümleri sakla. O oyuncak fasulyelerden yemek yap, kırmızı plastik tencerede, ocağın altını yak, gaz lambasından uzattığın kibrit ile. Yak ve dinle. Dinle ve gör, içerideki her şeyin dışarıdakinden daha fazla sıcak olduğunu ve tümünün eridiğini, zamanla her şeyin yok olacağını, açıklaman gereken masumiyetinle anla. Ben de söz veriyorum; işte o zaman yeryüzünde hiç olmayan bir şeyi yapacağım; suçsuzluğumu kanıtlayacağım.

 

Kendimi bir kere gömmek yetmedi, sana da birkaç kere öldürmek yetmeyecek, yine geleceksin öldürmek için. Kalbimin olay yerine suçlu pozisyonunda yeniden döneceksin ve ben sırf o köşeye gölgen bile düşse, tanıyacağım seni, kalbim kokundan teşhis edecek katilini, yeniden öldürmen için izin vereceğim sana, saklanmak şartıyla, inanmış gibi yapacağım çünkü bu dünyada en çok ölmeyi istedim ben, her şeyden önce ölmeyi, yaşamaktan bile önce. Yoruluyorum, yasak şarkılar kadar gizli dinlenmek istiyorum. Vazgeçtim tüm görünenlerden, arzu şeytandı, beklemek düşman, ellerin kış günü bile ateşti, tatlıydı, vazgeçtim. Umut her an yok olup gidecek, kaypak bir dosttu. Ateşinden çok cezanı sevdim, sonrasını sevdim, gittiğinde tutkundum, göğsünde uyumak en yüksek mertebe diye inanmıştım. Noktalamalarımdan anla, cezalandır sonra da cevaplamayacaklarımla. Arzumu görmezden gelip, tüm ömrümdeki hevesleri hapsettim. Kendimi kapattım, cezalarını çile ilan edip, kalanlarınla yetindim. Telaşlarım bitti, sorgulamalarım tükendi, neden böyle diye sorduğum hiçbir şeye yanıt olamadın. Nefes almanın ezberinde yaşıyorum, şurada kuş göğsünün kuytusunda. Şimdi durup dururken ölsem, yalnızca nefesim durmuş olacak, yeni nefesler eklenmeyecek, diğer her şey önceden ölmüştü.

 

Lanetlerim gökyüzüne erişmedi, kanatlarımı kestin, hiç estetik değildi. Beddualarım duaya dönüştü. Yanık umutlarla daha fazla gökyüzünü kirletemezdim. Affetmekten bıkmıştım, sihirbazlığım da yoktu, üzerine binip, gidebileceğim süpürgem de. Kehanetim kelimelerdi, inanmadılar. İnanılmadıkça lanetlendim.

 

Uçuşan perdelerden sızan rüzgârı özledim, şiir yazdıran sahil kenarı fırtınalarını, önce yazdırıp, sonra kâğıtları savurmasını, yazmakla yazmamak arasındaki farkın anlamsızlığını. Savurduğu yerden o şiirden kâğıtlarla yaptığı evleri, şiirleri kutsal bir kitap gibi sahiplenişini, en çok da bunu. Kuşların ziyaretini, kedilerin karşılıksız sevgisini… Ama illâ da konuşmayı. Ruhumu sıkıp, bırakmalarını, kaburgalarımın ağzımdan çıkmasını, boğazıma batan iyi şeylerin de olduğuna o günlerde inanmıştım. Her acının aslında acı olmadığına, her okşamanın da aslında sevmek olmadığını öğrenmiştim. Özlemeni yeniden hatırladığımda artık orada yoktun, uyumuşum, uyutulmuşum, susmuşum, hiç konuşmamışım, birkaç yıl bitkisel hayattaymışım ama hiç bitki yokmuş. Bitkisizlikten ölecekmişim, bitkinmişim, yine de seni özlemeyi becerebilmenin gururu dolaşıyormuş damarlarımda kan yerine, ah’larım iç açıcı değildi, şeytanına inanmak, meleklikten geçiyordu. İçime kaçtı yaptıkların, ruhuma kadar batırdın kötülüğünü ve güzelliğini.

 

Eski bir paragrafa kıvrılıp, uzanasım var, uzayıp, gidesim var bu hayattan, kestirmeden. Yolu bilmiyorum, bilmediğim hâlde deneme-yanılma yoluyla gitmeye teşebbüs ettiğim yollar var. Eski zamana gidemedikten sonra, gelecek zamana da gitmenin yersizliği içinde çırpınıyorum. Hayaller kâbuslara dönüştü ve hiçbir hayal artık iyi şeyler göstermiyor, sırf bana sarılışlarını bir sandığa, geçmişteki bir sandığa saklamak isterdim. Kenarı yanmış umutlarla, aldanılan mektuplarla bunları başaramadım. Tüm yalanların içinde bir tek o yalanı özel kıldım, yalanlığını tüm gerçeklerden üstün tuttum. Tam hayattan koptu kopacak yerinde, can damarımın üzerinde öpücüklerin var, kıyamadım. Kendimi en azından bu şekilde öldürmemeliydim. Belki hatıraların biraz daha eskimeye ihtiyacı vardı, belki bizim de unutulmaya ihtiyacımız vardı, unut beni. Unut ki yeniden kaybedeyim kendimi, üstelik önceki kaybettiğimi bulamadan. Bu kadarcık zaman zarfı bile olmasın aramızda. Senden daha güzel bir yalan tanımıyorum, senden daha güzel inandıracak birini de… O zaman nasıl inandırdıysan yeniden inandır, bu dünyanın ötesi olduğuna ki ötelere gideyim. Yanılsam da inanayım, inanmasam da gideyim. Bundan iyisi kuşlar uçuyor, hayat yanıyor, umutlar tükeniyor. Bundan kötüsü olmaz dedikçe, kötülüklerin ardı arkası kesilmiyor. Bu sondu dedikçe yeniden başlıyor. Beni bırak, bıraksan da sakla. Saklayabilirsen eğer, bir parça toprakla elimi tut, o toprağın içinde elimin neresi olduğunu anlayamadan tut, inan kızmayacağım başka yerimi tutmuş olsan da. İnsan gibi tutma ama insanlar acıtarak tutuyor.

 

Uçurumlar özlüyor canım, yeniden. Yuvarlanmanın cehennem azabından kurtulduğumdan beri. Arsız bir telaşla, sana kapılmanın haddini aşıyorum. Gözlerinden kararsızlık geçtiğinde, tüm kararlarımdan vazgeçiyorum. Kendi canımı yakmakla başlıyorum işe. Artık aşağı yuvarlanmalar da yetmeyecek bana, yukarı yuvarlanmalar peşindeyim. Uçurumla uçurtma arasındaki farkı açıklıyorum sana, anla. Uçurtmalar kuyruklarının acısını unuttuğunda ben de kendi acılarımı unutacağım. Kuşların yaşama sevincinde biriktireceğim heveslerimi. Kendi vahşetimi unutup, kutuplara yaktığım şiirleri götüreceğim. Hiç kimse olmanın hazzına varınca, garip ama mutlu bir serzenişle ayrılacağım aranızdan. Özledikçe neden sevdiğimi, sevdikçe neden tutunamadığımı anlayacağım. Masumluğumu hatırlat bana, sonra da sakla.

 

On Bir Ağustos İki Bin On Altı 10 30

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut

Anne-Baba(lık)

Deniz anası kadar anne olamayan

Şam babası kadar bile baba olamayan insanlar…

Yalnızca kendi çocuğunu sevip, ona iyi davranarak iyi bir anne-baba olunamaz. Tüm çocukları karışıksız sevdiğinde ve benimsediğinde baba olabilirsin. Bir çocuk öldüğünde bir yanın da onunla birlikte gidiyorsa, bir çocuk ağladığında, gözlerin yaşarabiliyorsa, bir bebek acı çektiğinde onun acısını yüreğinde hissedebiliyorsan o zaman anne ya da baba olabilirsin. Anne-baba olmak yalnızca çocuğunun nüfus kayıtlarındaki bölmede anne adı-baba adı diye geçen yerde isminin yazılması değildir. Biyolojik olarak anne-baba olmadığı hâlde tüm bunları fazlasıyla yaşayıp, benimseyen insanlara yürekten selam olsun.

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Türkçe Sözlü Ağır Dram

Öleceğim Çünkü…

 

Ben hâlâ kitaplardaki küçük, gözlüklü ve meraklı kız çocuğuyum. Ama kalbimi ağzımdan kustum. Artık kitaplarda kendimi aramaktan vazgeçtim, olmamam gereken bir yerde bulduğumdan beri, kendimden şüpheliyim. Beni bulmak için bile en az bir kalbe, sağlam bir kalbe ihtiyacım vardı.

 

Yalnızca bu dünyaya geldiğimi not etmek için gelmişim. Yoklama sırasında buradayım ama iç kanamadan ve fazla hislilikten yok olacağım. Organlarımın birbirleriyle olan kavgaları da beni kendimle barıştırmadı, sessizce ve fark edilmeden öleceğim. Bedenimdeki güçsüzlüğü beynime değil de kalbime yormak daha çok işime geldi. Son âna kadar yaşıyormuş gibi yapacağım. Sevdiğim kitaplar, âşık olduğum romanlar da beni kendime getiremedi, delicesine bağlandığım şiirler de beni hayata bağlayamadı.

 

Ayağım kayıp, sürekli yuvarlandığım o bitmez çukurdan seslenmelerim de etkilemeyecek kimseyi, kalbimde taşıdığım mezarlık bedenimi de yavaşça öldürecek. Aklımın bir kısmının çalışmaması, öylece durağan kalması, beynimin bir lobunun uyuşması da yetmeyecek benim yaşamama. Hayatta kalmak için en azından her bir azanın ya da organının canlı olması gerekiyor, en azından sağlam bir kalbinin olduğuna inanmalısın. Yoksa yaşamak ağır bir yükten fazlası değil.

 

Karmakarışık odamı ve özenle dizdiğim, düzenli kitaplarımı bırakıp, kimselere duyurmadan öleceğim. En fazla birkaç sevdiğim şarkı hüzünlenir ardımdan, en fazla kitaplarım küflenmeye başlar, yatağımın altı örümcek bağlar, resimlerin üzeri tozlanır en fazla. Bölünen hayatımın ölünen hayattan fazlalığı yoktu, o yüzden öleceğim. Kelimelerimden başka kimseye hesap vermek zorunda olmadığım için öleceğim. Nem tutan gözlerimi de alıp, hiç bozulmadan gideceğim. Ufak tefek imitasyon takılarım komodinin üzerinde kendilerini unutulmuş hissedecekler, pamuk yorganım geceleri biraz kimsesiz kalacak ve üşüyecek, pencereyi en son açık bırakmıştım, tüllerin keyfi yerinde olacak eminim, dışarı çıkabildikleri sürece ve güneşlenebildikleri müddetçe, hepsi bu kadar. Kalbimle arama koymaya çalıştığım mesafeler bir işe yaramadığı için öleceğim. Az daha hayata aldanıp, yaşamaya direnecektim, ne büyük ahmaklık olurdu, ne gülerdim sonra kendime yaşayınca…

 

Hayatın zehirlerinin içine, dünyanın zehirlerinden de katmaya çalıştım, daha çabuk ölme bilgisi tam zamanında beynimde bir ışık gibi yanıp sönmüştü, Journey melodisi kafamın içini kıymıklarken, beynimi lime gibi dağıttıktan sonra karar vermiştim. Zehirlerin iyi geldiği, iyileştiren şeylerin de aslında iyi gelmediğine inanıyordum artık, olmuştum. Sabahları uyandığımda ağzımın içindeki o kötü tat, içimden mi geliyordu, içtiklerimden mi bilmiyordum. Yine de hayat kadar kötü kokamazdı hiçbir şey. Hayatı hiç de benimseyemediğimden, kendi hayatım gibi bir ibare de kullanamıyordum. Hayat herkesin genel ortak alanı ve herkese zehrini bir şekilde akıtan toplama kampıydı. Hepimiz bu bakımdan biraz ortak ama aynı zamanda herkes birbirinin aynı orantıda düşmanıydı. Masumiyeti kökünden kazındı, sırf bu yüzden bile insan daha erken ölmek istiyor. Tüm sırrım ifşa olmuş gibi ürktüm ve adım çağrılmış gibi birden sıçradım. Gitmem için her şey hazırdı ve kalmam için gereken hiçbir şey yoktu. Ben de yoktum zaten ortalıkta.

 

Kalabalık bavulların yalnızlıkla alakası olmadığına dair, içimden kör adamın elleri yükseliyor. İçimden dokunmalar geçiyor, ürperiyorum. Bavulları doldurunca, gidilebilir sanırdım. Yola çıkılınca kederini yanında götürmezsin zannederdim. İçimde içli oymalar, içimde oymaların içinde kaba ödemler, dekoltemden şikâyet ediyorlar, birçok göz, birçok söz rahatsız olmamı istiyor. Kokuşmuş duygularıyla, duyduklarını ve anladıklarını sanıyorlar. Benim zannettiklerim daha çokmuş sanırdım. Konuşuyormuş gibi yapıyorum daha çok susarken. Utanmanın vitamini kalmamış, gülüyormuş gibi yapıyorum. Bir çift göğsün içine sakladığım şiirlerle bir gün kuşkanadına erişeceğimi düşünüyor ve uçmayı hayal ediyorum. Problemlerimden bir dünya yarattım, düşünmek çok zahmet gerektiren bir şey. Düşünmüyormuş gibi yapıyorum, ölemiyormuş gibi yaptığım gibi. Kafam karışık, birisi sanki tatile giderken apar topar hazırladığı çantasının içine ne bulursa tıkmış gibi kafamdaki düşünceler. Düşünceler birbirleriyle geçinmeyi hiçbir zaman öğrenemeyecekler. Yine de hepsine aynı oranda adil davranıp, hepsine hak vermeye çalışıyorum. Beynimin içini eziyorlar. Güzel kafalar tümörsüz olmuyor.

 

Bir çift dolu göz, yarım yamalak bir ağız ve kırmızı dudaklar. Hayatımın özetini gözlerinden çıkarıyordum, yaşadığım bu kadardı. Gözümle kirpiğimin birleştiği yerdeki karanlıktaydı adın, ağladıkça silindi, güldükçe buruştu.

 

Yıkılmamızda hep başkalarının payı var, bizi yıkanlar, bize çarparken düştüler, biz de başkalarına çarparak ancak durabiliyoruz, domino taşları misali. Nedenlerime cevap bulamadığım için duramıyorum. Sustuklarım aslında hiç kimseyi yakından ilgilendirmediği için susmaya devam ediyorum.

 

İnsan kendi ıstırabına uzaktan bakabilse, o titizlik içinde ağlamayı ve silerken gözlerini gizliden sevinç ve zevk almanın tadına varırdı. Erkenden kaybedenlerin, eve geç kaldığı akşamların kıyısında sabahlıyorum. Erken mi geldim, geç mi kaldım bilmiyorum. Bazı seslerin içeriden mi yoksa dışarıdan mı geldiğini idrak edemiyorum, bildiğim tek şey, beynime yakın bir yerden gelen upuzun bir uğultu. Eğer içimde bir iç varsa, cep gibi, ben kesin dünyanın dışındayım.

 

Hayatıma yalnızca kaza süsü vermek için gelmiştin, geçerken uğradığın ıssız bir sokaktım, üstelik kasım ayındaydık ve eylülden kalma yapraklarım dökülüyordu, son bahar mevsimiydim. Ölüp, bitmem gereken yerde sancı çekiyordum yalnızca. Sen yazı seviyordun, ben üşüyordum. Yağmurlu bir gecede, cam kenarından sızan yağmur sesime yapıştı, sesim nemli, rutubetli odalar gibi, çatallı ve sevimsiz. Uyku mahmuru gözlerim, bitkin dudağım, bitmişlik yapıştı yakama, bitkinim hem de yüzyıldır, sussam daha çok şey söylemiş olurdum…

 

Öleceğim çünkü yaşadığımı not etmeyi beceremedim. Hayat yoktu, renkli bir sürü yapay güller vardı, yaşamak yoktu ama tavus kuşlarının kanatları vardı, gökkuşağı yoktu ama yağmur vardı, gözlerin yoktu ama buğusu vardı, buğun bulaşmıştı içimde bir yere, her hatırladığımda gözlerim dolmadan yaşayamıyordum. Yaşamaya daha çok zaman vardı ve ben bu zamanı yaşıyormuş gibi yaparak geçirmek istemiyordum, beni anlamalarına da çok vardı. O yüzden bu zamanı anlatarak değil de susarak geçirmek istiyordum.

 

Doğmadığım yerden doğan güneşle anıyorum tüm zamanı, arınıyorum rüzgâr estikçe, perdeler aralanıyor, güneş var ama sıcak değil, işte bu yüzden ısınamıyorum. Aynada kendi ıstırabıma cevap bulamadığım için, derimin içinde yer eden şeylere ağlıyorum. Yaklaşamadıklarımı utanç saydılar, rengimden korkuyordum, kırmızı boya aktıkça gözlerim daha da kızarıyordu, bu kadar kırmızıyken gözler, içinden fırlayan yaşlar nasıl bu kadar siyah olurdu? Renklerin de adaletsizliği vardı, sırf bunlara cevap veremediğim için ağlamayı kestim, kendimi tutamayıp, ağladıklarımda da o siyah gözyaşlarını çok güzel sakladım. Yanaklarımda göç eden kuşlar sürüsünün izleri, aşağı doğru süzüldü her şey, bu kadar gidince umutlar, gitmeyi beceremedim. Gidenler gidince ölür sanırdım, bu sanmalar yüzünden bir daha hiçbir şeye inanamadım.

 

Sekiz Ağustos İki Bin On Altı 16 40

Nevin Akbulut