Browsing Tag

kaybolmak

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Sıradanlığın Istırabı

Sadece günlerin isimleri değişiyor, içindekiler aynı.

Sıradanlığın ıstıraplarının alıkoyduğu yerdesin, görülmüyor, duyulmuyorsun, ancak kendini böyle şüpheden bir miktar uzakta tutup, güven duyuyorsun. Hâl, hatır bile sorulsa tüm içini bir ürperti kaplıyor, hâlin hâl değil, biliyorsun. Devamındaki soru ve sorunlardan beynin uyuşuyor. Nasıl’ları, neden’leri bitmiyor. Sen kolayca gelmedin şu hayata ve kolay yetişmedin kendine, buralara. Ama bu çağda her şey o kadar çok basitçe ve lüzumsuzca gelişiyor ki, yine de dehşetten geçilmiyor. Herkesin yıllardır bilinmeyi dilediği şu zamanda bilinmemekten başka çaren kalmıyor. Bıktıkların artıyor, tahammüllerin tükeniyor.

Hayatımın bir nedeni vardı, yitirdim, bir yeri vardı, bulamıyorum. İçimde tarif edemediğim bir ıssızlık, yalnızlık. Her şey başka türlü olması gerekirken, böyle olmuş gibi bir hissizlik. Tüm umutsuzluklardan sonra sığınabileceğim tek yer uyku, o da tahammül edemediğim şeyler yüzünden kâbusa dönüyor. İnsan bazen en büyük kâbusunun bile peşinden gitmek ister, kaybolmak için, başka çare bulmaya da üşeniyor, bulamıyor, inanmış bulamayacağına da…

Ben de şu kış günü canımın çok istediği gibi ve istediği şekilde kış uykusuna yatan hayvanlardan biri olsaydım, hiçbir yerim ağrımaz, üşümez ve canım bu kadar sıkılmazdı. Can sıkıntısı da bir yerden sonra insanın canını yakıyor, soğuk, zehirli hava gibi. Her şeyin altında bir neden aramaktan ve hiçbir şeyin hele şimdilerde, göründüğü gibi olmamasından yoruldum. Cisimlenmeden önceki hâlimle, tüm kırgınlık ve yorgunluklarımı bir çukura bırakıp, bu dünyadan geçmek istiyorum, ardımdan bir renk; adı lazım değil, bu dünyadan geçti de demesinler gerekirse. Yeter ki gideyim, kopayım, bağım olan ve olmayan her şeyden, bağım olmasını istediklerimden, bir ilişiğim olduğu hâlde benimsemediğim, kendimi hiç kimsenin yazma bilmediği bir ülkede kalem gibi hissetmekten, değerinin bilinmediği yerlerde, alakasızca durmaktan, hiç istemediğimden, ruhuma, kalbime yakıştıramadıklarımdan… Bunca çektiğim ağrılarımın artık bir yerde, bir şeylerime telâfi olmasını istiyorum, olmuyorsa da bir daha acı çekmeyeyim, ağrı da hatta hiçbir şey. Herkes kendi zamanına göre beni yaşadığı ve bir saat gibi ayarlamaya çalıştığı için ve her şeyin de bir saatinin olduğunu sürekli kulaklarıma zerk ettikleri için zamanı durdurup, geçmişteki o zamanda bir yerde donmak istiyorum. İstedikleri her şey için bıkkınlıkla, bir miktar daha kendime gönülsüz, soğuklukla, kendimden de uzağa gitmek istiyorum, Husumetim gidemediğim yerlerle ve erişmeyi hiç düşünmediğim zamanla, muhtemelen herkes yıllar diyecek, bana göre zaman ya da an. Artık yanlış bir tren bile olsa, yollar istiyorum. Yeter ki gideyim bu zamandan, bu yerden, bu uzaklıklardan ve çürümeden, geç kalmadan yetişmek istiyorum.

Neyin kanıtıydı bunca direnç bilmiyorum, herkes kadar kırılganım ben de ama herkes kadar unutamıyorum. Belki biraz daha fazla, bunu yeniden ve hep tekrar etmek için mi bunca kırılıyordu kalbim? Kimsesiz rüyalar görüyorum, içi bomboş, ıssız, içinde kimseler yok, bazen çok yüksekten boşluğa düşüyorum ama kendim de yok, düştüğüm yerde bulamıyorum, uyanmam lazım aslında değil mi? Ama uyandığımda da düşmeye devam ediyorum ve hep sonunda kendimi yine zannettiğim yerde bulamıyorum. Kendimle bile yeterince bağlantı yok aramda, bir başkasına alışamıyor olmam tüm bunların içindeki en iyi saçmalık olurdu ama kendim, onunla bazen ne yapacağımı bilmiyorum. Saçmalamanın rahatlatan bir şey olduğu sanrısına yıllardır dayandığım için devam ediyorum, yazdığım her şeyin içinde de fazladan saçmalık buluyorum, yine de vazgeçmiyorum. İçimi açtığım yerlerde bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmadı, parçalarım sanki haksızlığa uğradığım zamanlarda kaldı ve bir daha bütünleşmemek üzere parçalara ayrıldı ve savruldum. Bozulan ya da dağılan hiçbir şey bir daha eski bütün hâlini alamazdı, bunu en çok senden öğrendim. Yanında dağıldığım zamanlardan sonra, inkâr etsem de bir daha eskisi gibi olamadım. Fizik kuralları beni ziyadesiyle zorluyor. Keşke biraz daha anlayışlı olsaydı bazı geceler, bazen. Keşke dediğim her şey için kendime biraz daha haksızlık ettiğimi anlıyorum. Herkes aynı şekilde sızlanacak diye bir şey yok ki, herkes aynı cümlelerle acısını anlatacak diye bir dert de yok. İçime doğru üzülüyorum, içime eğilip, anlatıyorum meramımı. Bolca saçmalayarak, kelimelerin içine gömerek ama içinden çıkamayarak, hatta tıkıştırarak yaşıyorum acımı, azıcık saygı olsaydı bari. İçimden vedalaştım herkesle, sessizce yine, bir eyleme gerek kalmadan bitti zaman içinde her şey. Hiçbir şeye sitem duymuyorum artık, gerek de duymuyorum. Sadece ikimize ait bir dil icat edilse diye düşünmüştüm yıllar önce, ikimizin anladığı, ikimizin kelimeleriyle olan bir dil. Zaman geçtikçe diğer pek çok şey gibi bunun da imkânsızlığına artık inandım. Daha makul şeyler bekliyorum artık, mesela çok beğendiğim bir rüyayı, uyandıktan sonra keşke sen de görsen diye geçiriyorum içimden, görmeyince eksik kalacaksın, sanki eksileceğiz gibi geliyor, görürsek tamamlanırız gibi sanki hiçbir şey bitmemiş de bir yerde kalmış gibi. Tek başıma gittiğim o rüyalardan bir gün bir bütün hâlinde geri dönemeyeceğimi hissediyorum ve herkes bizzat kendi rüyasına gider biliyorum, kimseyle birlikte uyuyamazsın. Belki de ondan tek başıma iyi rüyalar bile görmekten korkuyorum. Uykusuz ve kâbusu, aksiyonu bol gecelere katlanarak, gündüzleri de gündemden, acı ve telaşların içinden yuvarlanarak geçiyorum, bir şeyin geçtiği, gittiği yok, idare ediyorum, her defasında bir yolunu bulacağım, inancını da söküp, atamıyorum. Durup dururken olmadık şeylerden anlam çıkarıp, kafa yoruyorum, gözlerim ıslanıyor, içimde dinmeyen bir rutubet var, belki de bozuldu duygularım, yer değiştirdi, hırpalandı belki, bir daha eskisi gibi olamamakta haklılar bence, böyle giderse, ruhum pas yapacak, ne zamandır kurumanın bir yolunu bulamıyorum. Herkesin bıçağındaki elması kendine, nasıl doğrayacağı, ne şekilde, ne yöne doğru keseceği de…

İnsanın kendi eliyle kendini kaybedebilmesi ne tuhaf şey, bulamıyorum bazen hiçbir yerde, bazen de kendimden uzaklaşıp (ki yaşananlara az tahammül göstermedim aslında…) Öyle bir kuş gibi tepeden kendi ensemi izliyorum. Kafama vurup, kaçasım geliyor, belki biraz daha fazlası. Her sorunun cevabını yukarıdan ya da kendi dışımdan bakarsam daha iyi görürüm diye düşünüyorum, ama belki de olmayan cevapları bekliyorum. Bu geçicilik geçmiyor, yitiriyoruz. Çok kurcalanınca, hem de durup dururken, bozuluyor içi her şeyin, insan da, duygular da, eşyalar da öyle. Aldığı nefesten bile kuşkuya düşürüyor bu çağ bizi. Tanıdığına pişman olduklarınla, tanıdığına memnun oldukların arasındaki orantısızlığı dengelemeye gücün yetmiyor, onaramıyorsun, onaramıyoruz. Ben belki de birçok şeyde zannettiğim gibi anılarımı da yanlış hatırlıyorum. İşime geldiği gibi hatırlıyorum belki de. İstediğim olmadığında, konuyu usulca kapatacak kadar olgunluk taşıyorum artık içimde.

İçimdeki infilaka borçluydum bazı şeyleri, her patlamanın ardından yeni bir dünya başlamıyordu zihnimde maalesef. Yeni çatlaklar, başka kırıklar, ortaya dökülen pişmanlıklar dolanıyordu zihnimde. Sıradanlıktan geçilmiyordu günler. Her yeni başlangıç başlamak olmuyordu, çoğu başkalarının sürdüremediği, arta kalan hülyalar gibi geliyordu artık bana. Hayatı mı biliyordum artık, yoksa; “daha ne yaşanabilir ki”nin saflarına mı geçmiştim? Beynimden geriye kalan zerreciklerden ses çıkmıyordu, tüm soruların ağırlığı da kendine getiremiyordu anlamsız kelimeleri. Arada kalmışlığın, onulmaz kararsızlığın ve hiç gitmeyen ürkünç sersemliğiydi üzerimdeki. Hiçbir şeyin cevabı yoktu çünkü bir eyleme neden olacak güç tükenmişti, hiçbir şeyin sorusu olmak durumunda da değildim. Öylece kalsındı sorular, anlamsız hayatlar gibi aramızda boy göstermeye devam etsindi. Herkes bir diğeri için tehdit oluşturduktan sonra, verebileceğin hangi cevap sağlıklı olurdu? Susmak verebileceğim tek cevaptı. Bu kadar kusursuz kim yaralayabilirdi ki başka?

Keşke yetseydi aldığı tüm nefesler, hakkını verebilseydi ciğerlerinde dolaşan oksijenin, o zaman belki yarım kalmazdı bir şeyler, en azından bir hikâyenin devamını merak eder, hevesini yitirmez, yaşamaya devam edebilirdi. Havadan itibaren, her şey kirliydi, içi de tüm bunlara uyum sağlıyordu, titizlikle. Ödünç aldığı nefesi, bir borçlu gibi hızlıca geri bırakıyordu. Modern çağın, modern olmayan köleliğinden istifa etmek için, canını dişine takıp, durmadan çalışıyordu. Çalıştıkça borçlanıp, borçlandıkça köleleşiyordu. Bir insan ancak bu kadar hapiste olmayıp da bunca tutsak olabilirdi. Çürümeye bağışıklık kazanıyorduk günden güne, anlık yıkım eylemlerinden sonra.

30.01.2024 Salı 11:30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut psikoloji Şiirler yeni şiir

Torino

Karanlığın simsiyah eli yüreğimdeydi
Korkulardan başka gidecek yer mi vardı?
Boyayabilir miydik en azından bir geceyi kıyısından?

Geçen zaman içinde sıcaktım
Bugün soğudum, ellerimle birlikte
Beş yıl önce sevdiklerimi artık hatırlamıyorum
Yazmam gereken şeyler vardı
Unuttum, bilerek veya bilmeyerek, Allah affetsin.

Bilmeden çıktığın yollarla ölçülebilirdi cesaretin
Ben çıktığım her yolu dalarak kaybettim
Susarak sildim haritaları
Onların yerine hatıraları yerleştirdim
Yine de varamıyorum ulaşmak istediğim anılara
Aradığım anılara artık ulaşılamıyor.

Henüz yaşanmadığından şüpheye düşeceğim böyle giderse
Bu yol nereye giderse
Sen nerede susarsan
Hangi kitabı çizdiğimi hatırlarsam
Onu da hatırlarım, ben hiç kitap çizmedim.
Uzaklardaki gölgemi, kimsesizliğime bağışlayacağım
Ant içtim, böyle giderse dediğim her şey öylece gitti.

Hatırlarken unuttuğum şeylerin içindeki en sahici düştün
Yan yana olsak hiçbir korku giremezdi içimize, içten içe bilirdik
Gidemezdik içimizden bir yere
Yan yana giden iki kar tanesi gibi eridik
Yaşanan son yazdı, son yazıydı yazacağım
O son kıştı gülmekten öldüğümüz.

Her gün yeni bir bıçak saplanırken anılara ansızın
Kötü hisler, kötü alışkanlıkları doğururken
Kendini bir parça iyi hisset diye
Çiçekler büyüttüm içinde
Onlara şiirlerden isimler taktım
Rüzgârın sesinden masallar uydurdum
Korkma diye
Geçtiğimiz her sokakta
Biraz daha kalabilmek için yanında
Küçük olan adımlarımı daha da küçülttüm

Kitaplardan başka hayatlara inanmıyordum
Seni en sevdiğim kitabın içine sakladım
Orada, korkulardan uzak bir hayatla anlaş istedim
Uzakta, o şehirde, adını yalnızca içimizin bildiği
Savaşma ama barış istedim.
Her gün gelip, sulayacaktım
Seni bu kahırdan kurtaracaktım
Seni bu dünyadan
Ağaçları bu dünyadan
Kederini uzaklara savuracaktım
Varlığınla genişleyen her şeyin içine
Tüm kurtardıklarımızla birlikte sığarken
Kötüye giden tüm aşklardan da kurtulacaktık.

Susmam gereken bir şey vardı
Sen
Ve
Ben
Ancak susarak var olabilirdik, birlikteyken bölünürdük
Biliyordum;
Yalnızca uzaklardayken yan yana olabilirdik
Yazmam gereken bir şey vardı
Yanıldım belki de

Kim tutabilirdi karanlıkta elimi
Sen olmazsan.

12.09.2023 17:00
Nevin Akbulut

 

Şiirin Hikâyesi:

Torino hayallerim de son buldu böylece, yeni bir şey olmayacağını biliyorum artık ve eskinin de devam edemeyeceğinin bilincindeyim.

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Yaşamak, bir gönülsüzlük hâli…

Küllerinin içinde çok sustum, kuruyan tüm güller şahitti, bekledim, yeniden doğarım diye küllerimden… Külsüzlüğümden geçilmiyordu, küslüğünden kaçılmıyordu, uzaklığının sonu yoktu, yakınlığının manası yoktu. Gürültüyle sızan damlalar biliyordu her şeyi, önce içine hapsedip her şeyi, sızıp, gitmişlerdi. Zalim gecenin, karanlık duvarların koynunda, sabaha karşı hiç hafiflememiş ağrılarla, azalmayacak o yabancılıkla susmaktan başka gidecek bir yerim yoktu. İçimden bir türlü çıkaramadığım o kelimeler dizlerine dökülmüştü, Alman sokağında görüyor muydun, görmezlikten mi geliyordun, görmemen gerek diye mi düşünüyordun bilmiyorum. İlk defa yan yana gelmiş iki kelime gibi şaşkın, kırık, dökük bir hikâyeyi tamamlamaya çalışıyordum. Başın ondan mı bu kadar önündeydi, yerdeki kelimelerimi mi gizliden gizliye dikizliyordun? Yüreğime taş gibi oturuşun hiçbir şeyi içimde değiştirmemiş, katılaştıramamıştı. Sessiz o harfli aldım, sesli diğer kelimenin içine ekledim, yine sesi çıkmadı o harfin. Böyle bir sonu kimse beklemezdi ama herkes biraz aklından kaçamak geçirirdi. İlkel sessizliğin, acemi ağlayışlarını dışarı bıraktı. Boşluğa o gün yuvarlanmaya başladım, başka ne beklenebilirdi ki zaten… Tam uygun zamandı, acıyı çekmek için bile bir zaman, benimsemek için bile üzerinden bir miktar geçmek, onunla yaşamak, bağrından üç sızının kopması gerekti. Olmuştu, şartlar olgunlaşmış, içimi salmaya hazırlanmıştım, hazır olduğumu bilmeden. Gözlerinden geçen alengirli dalgalarından sen sorumluydun, ben o dalgalarda boğulmaya gönüllüydüm. Kırık, dökük bir hikâyeyi birleştirip, şiir biçmeye çalışıyorduk, kelimelerin anlamsızlığından bile bir yığın anlam çıkarırdık, ne çok israf ettik anlamsızlıkları. Şimdi yerinde anlamlar bile anlamsızlıkla suçlanıyor. Çok geçtim, çok uzandım, çok yandım, kalamadım, yanacak külüm kalmadı. Rüzgâr yardım ve yataklık etti küllerime, aldı hepsini, sahiplendi, götürdü, üzerine yattı, kalanlar uçtu, kalmayanlar suçtu, kalkınca üzerinden. Bir düşte gibiydim, uyuşmuş, acımıyor, bir daha hiç acımayacak gibi kesiklerinde sallanıyordum. Bir cana iki intihar, bir yaşama iki hayat fedası, bir ölüme çok gömülüş töreni düzenliyorduk.

Birbirimizi defalarca her yerimizden kanatıp, gömerken gecelerce, en sağlam parçayı sona bırakırken, kalpsizliğini de bildim. Acının acısını bile acıtırken son kez büyükçe koptuğum içinden fırlamıştım o sabah. Bir daha asla dediğim her şey gelip bulurken her seferinde, bu asla olmazımız sadık kalmıştı. Seni inkâr eden dünyadan toplayıp, her bir parçasını ayrı, başka, bilinmez yerlerde bağrıma basmış, şefkâtsizliğine iman etmiştim. Buz kesmiş ellerim, artık inanmayacaktı hiçbir yalana, yoktum, uzaktım, boştum, doluydum zaten. Sen de buz gibi diye her şeyim, ellerim; kayıp, gitmiştin. Sefası soğuğa kalmıştı sürmenin. Çok eski bir masaldan alıntıydı gözlerin, sahiplenmiştim, baktıkça benzemiş, gördükçe anlamını okşamış, durdukça sevmiş, aşağıya düştükçe soğumuştum. Büyüydün, büyülerin büyümüştü içimde, büyüdükçe susmuştum. Tutuşturduğum aşkımla, büyü böylece kırılmıştı.

Trenler de rötar yapar. Birçok şey gibi yönümü de yitirdim, batınımı, batımı, gün batımını. Batı da kalmamıştı benim için.

Yeterince kaybettiğime ikna olduktan sonra her yeri önce kafamın içinde, sonra tüm nesnelerin içinde aramaya başladım. Kaybettiğini pekiştirmenin yolu onu bulabilmek, biraz da bulamamaktı. İkisinden birini yapmam gerekirdi. Önce eski bavulların içini, yıllardır hiçbir yere gitmediğim için açmadığım tüm her şeyin içini, gizli bölmelerine kadar aradım. Hiç olmayacak yerler geçiyordu aklımdan, öyle koltuğun altı, çekyatın arkası falan değil, bana kalsa; dünyanın dışına bakardım, gecenin sonuna, hayatın ucuna, denizin dibine. Ama bahçeden bile dışarı çıkamadığım için elimdekileri aramakla yetinecektim. Farkında olmadığım bir yerlerdeydi belki de, bir sürü attığım şeyin içinde yüzümü, gözlerimi, hatta gülümsememi bile bulabilirdim. Son bakacağım yere ilk başta bakıyordum, tersten yaşamaya, ters davranmaya, terslik yapmaya çok aşinaydım. Bavullardan sonra, nerede unuttuğum, bıraktığım, saçmaladığım, kaybettiğim üzerine biraz kafa yordum. Belki de gerçekten basit bir yerde, koltuğun arkasındaydı, ya da ayaklarına sürekli parmaklarımı vurup, acıttığım bazanın altında. Belki de onu bir rüzgâr oraya uçurmuştu, ben de orada önemli bir şey olmayacağını düşünerek, elektrik süpürgesiyle bir güzel çekmiştim. Her şey bu kadar basit ve bu kadar zor, hatta saçma olabilirdi. Olurdu. Kullandığım kelimelerin sıralanışı gibi düzenli değildi hayatım, değişikti, bana bile değişik geliyordu, bir başkasına yabancı, bir diğerine göre köhnemiş, geneline ise yaşlı geliyordu. Hem her anlamda yaşlı geliyordu, yaşanmışlık anlamında ve kelimenin diğer anlamlarıyla yaşlı, nemli, ıslak, tuzlu…

Derdimi de sustum, dermanını da dileyemedim. Yokluğun hayranlığından boğuluyordum. Kendimden başka biriyle yanmaya hiç ihtiyaç duymadan, bulduğum ya da rastladığım ateşin bir tek beni yakması bana yetiyordu. Yıllar önce yine izah etmeye çalıştığım gibi, ezbere bildiğim ateşler vardı ve bunları paylaşmayı yüreğim kaldırmıyordu. Bir tek kendimi acıtabilir, kendimi yakabilirdim, tek başına yanmak fikri biriyle yanıp, acının ikiye katlanmasından iyi gibi geliyordu. Onsuz da yanabilirdim, hatta herkes olmadan da yanabilirdim. Belirsizliğin içinde yapayalnız kaldığım o gecede içimde bir şeylerin değeri azaldı ve yerleri değişti. Güvenin yerini suskunluk, sevmenin yerini huzursuzluk, inanmanın yerini acizlik, beklemenin yerini güvensizlik aldı.

Bir süre sonra damarlarımda gizliden büyüyen, yayılan ve genişleyen bir hastalık gibi sessizce hayal kırıklığı uğradım her şeyde. Hasar almış zihinlere katlanabilmek için biraz da kendi ruhumun hasarlanması gerekiyordu sanırım. Sığınmak, sığışmak biraz da buydu, tüm bunları önemsemesem, hatta istemesem de, çoğu zaman kendiliğinden oluyordu. İnsan insanın boşuna ikna çabasıdır, sevimsizdir. Çoğu şey bitmedi ama kalmadı da. Öyle her şeyin ortasında, ne az ne çok idare edilebilir bir seviyede olsam gönlü rahat ama kalbi huzursuzlardan olabilirdim. Her şeyi yavaşça hatta sırasıyla unutmanın huzuru; hiçbir şey veremezdi bu varlığın kıymetini. Uzaklaşmayı iyi bilirim, kimseye bulaşmadan, görmeden, bakmadan, sokaklardan, aranızdan şehirlerden hatta güneşten bile uzaklaşırım. Dinleyip, anlatmadan, bakıp, görmeden, anlamayıp yine de huzursuzlanmadan, kin gütmeden, unutarak, çirkefleşmeden, abartmadan, mübalağasız, zorlamadan, zorlanmadan, sadece uzaklaşırım.

Merak etmeye bile mecali yoktu artık, miskinlik hayatının felsefesi hâline gelmiş, nasıl bu kadar ilgisiz durabildiğine kendisi de şaşıyordu, bir çeşit uyuşma hâli, kendine göre sağlıklı ama aslında bir ruh sorunu. Böyle olunca sorunsuz hayatına devam edeceğini biliyor, meraktan, heyecandan ve hevesten uzak, tatsız nefesini almaya devam ediyordu durduğu yerden. Fazla tevekkül ruhu tembelleştiriyordu, her gün biraz daha fazla şeylere, şu sessizliğine ve bitmez durgunluğa katlanıyor, razı olma rehavetinden kendini alamıyordu. Merak da diğer birçok şey gibi lüks sayılıyordu artık onun için. Çağın hastalığı belki de buydu, herkes içinde bir şeylere inandırılmış, inanmak; inanmamaktan daha kolaydı çünkü. Sorgusuz, sualsiz, heyecansız ve iz bırakmadan, sorunsuzca ve sorgulamadan, hatta düşünmeyi bile unutarak bir yerde nokta koymak değil, nokta olmaktı artık amaç.

On Ağustos İki Bin Yirmi Üç 17:00
Nevin Akbulut