Browsing Tag

makale

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji

Filler Kadar Unutamıyorum

Bazen kendimden o kadar sıkılıyordum ki; ölsem cenazemi ilk ben terk ederim herhalde diye düşünmeye başladım. Kaçar, gider, kurtulduğuma sevinirdim, öyle ya beni tutacak kimse olmayacaktı o zaman, ben bile. Artık anmam gereken yerde susar, anlamam gereken yerde de sıkılırdım. Kaybettiğim ilhamın tanıdık izlerine bir yerlerde rastlarım belki aniden. Kayalıkların üzerinde gezinirken, dağ keçisi gibi ruhumla karşılaşırım bir zaman sonra, tanımıyormuş gibi yaparım. Öyle ya var olduğun ruhun bile bir gün nedensizce yabancılaşacaktır sana, canının uçurumları istediği zamanlar tanıdık kalır bir tek. Bir saat bile dayanamam, katlanmak gibi gelir tüm bu gördüklerim, o yüzden gördüğüm her çölü dağ bilir, her dağı rüzgâr uğultusundan dolayı deniz zanneder, tırmanmaya çalışırken biraz daha dibi boylarım. Böyle canından vazgeçiyordu demek bir şekilde yaratılmışlar.

Ruhunu parmaklarından yemeye başlamıştı önceleri. Yazacaklarını gözleriyle yazar, hayal gücüyle oturtabilirdi bir zemine. Bunun devamından korkuyordu, daha fazla kendinden bir şey eksilmesinden, ne de olsa alışmıştı bunca yıldır. Oysa dünyanın ters dönmesi gereken zamanlar yok muydu? Her gün oluyordu ama yine dünya yeryüzüne oturmuş, öylece kalıyordu. Kıpırdamıyordu yerinden. Tersten yağmur yağmalıydı, yeryüzünde olan her lanet ve kötülüğün yağmurla birlikte gökyüzünde bir yere kapatılması gerekiyordu. Dünyaya niye bir şey olmuyordu da, bu kadar kendini yiyip, bitiriyordu?

Kalitesiz zamanların, olgunlaşmamış isyanından bahsetmiyorum size. Her gece rüyaların içine sızan amansız kâbusların nasıl gerçekten bile daha fazla olduğundan bahsediyorum. Her şeyi bunca hissederek ne kadar hata yaptığımı artık anladığımı ama geri de dönemediğimi bildiriyorum. Bu kâbusların bitme sırası bir türlü gelmiyor, başkalarına da gittikleri yok, gitse bile onların umursamadığı kesindir. Diyorum ya; her şey hislerle alakalı. Bu kadar hissetmesem tesadüfleri sadece tesadüf kabul eder, geçer, giderdim. Fazladan anlam yüklemem gerekmezdi. Her şeyin bunca anlamlı olduğunu varsayınca da kendimi koyacak yer bulamıyorum. Ait hissetmekten de bahsetmiyorum, çok daha fazlası. Her şey bir bütünmüş aslında ayrı da olsa, her şey koskocaman bir yapbozun ana parçası gibi. Kendimi yiyip, bitirirsem o parça belki gerçekten bozulur. Anlam arayacak ya da yükleyecek zaman bulamam o zaman. O yapboz belki gerçekten yok olur, bozacak bir şey kalmaz o zaman ortalıkta ya da gerçekten yoktur aslında. Zaman sarsılsın, dünya azıcık da olsa yerinden kıpırdasın ve tüm kötülükler sarsılsın isteyerek, çok mu hayal kurmuş oluyorum? Bence değil, asıl diğerleri çok hayalsiz yaşıyor. Gerçeği bu kadar kolay kabullenmek de bir miktar güçsüzlüktür.

Rahatsız düşlerden kurtulmak için varlığımın yarısını heba etmeye hazırdım. Bir sabah uyandığımda yarımımdan kurtulmuş olacağıma gittikçe inanmaya başlamıştım. Fakat sonra yarımım başka bir yarım kişisine dönüştü hem de küçücük odamda. Artık aynı olmayan iki kişi gibiydik. Şimdi gerçek anlamda kendime bile yabancıydım, kurtulmak isterken böyle bir tuzağa hem de bu kadar kolayca düşmemi affedemiyordum. İnsanlarla ilgili hep yanlış şeyleri unuttuğumu böylece anladım, bazı şeyleri unutmak, o şeylerin yeniden olabilmesi demekti, kendine ve içine zarar demekti. İçimden başka bir yerim var sanıyordum. Demek böyle yabancılaşıyordu herkes.

Beni sabah akşam bekleyen uçurumlar vardı, annem bile yolumu bu kadar gözlememiştir. Şamar damarın üstüne binerken, içimde daralan kanımla birlikte, oradan oraya volta atarken, olmamış çocuklarımın sahip olduğu zamanlarımdan harcıyorum. Ödünç zaman alamazdım, borç zaman da veremezdim, kendimi tüketmekten bahsediyorum, kimseyi harcayamazdım.

Filler kadar unutamıyorum, bu da benim sorunsalım. Ruhumun havailiğinden ve gittiği dolaylı ve alaylı yollardan çıkamıyorum. Dolayısı ile dediğim hiçbir şey yerine ulaşmıyor, dolayısı ile amacına da. Kırılan bir güvenin en sessiz ezgisiyim. Kırık, dökük hikâyelerin paramparça döküntüsüyüm. Apaçık göründüğü hâlde aldandığım ve yara aldığım şeyler oldu. Gerçeklerden yana değildim. Boşluğa yazılan mektup gibiydi sözlerim. Her şey benim hatırladığım gibi olamaz değil mi? Ben evvela kendimi, sonra da herkesi yanlış anlamışım.

Gittikçe daha mavi oluyordu, hayal gibi bir şeydi ama hayal değildi. Hayatına ilk kez giren bir rengin şaşkınlığı gibiydi tonu. Ulaşılamayacak kadar derindeydi. Bir şiir yan gelip, bir paragrafa yaslanabilirdi. Ama sanki hep “hazır ol”da, hep ayakta gibi yorgundu.

Unutmasından çok, kendine unutturmak istemiyordun. Her sabah bunu kendine hatırlatarak uyanıyordun. Kendi özgür fikrin böylece önemsizleşti, yerini dayatma, korku ve baskı aldı. Böylece özgürlüğünün üzerinde başkaları da hak sahibi oldu, hatta senin ve her şeyinin üzerinde. Böyle devam ederse senden geriye ne kalır? Bir gün zaten kördü diyecekler, sonra sağırdı, duymuyordu denilecek. En sonunda da hiç anlamıyordu olacaksın. Sana ait özellikleri o kadar çok köreltecekler ki, sen de artık inanmayacaksın yeteneklerine, silik olacaksın, ne kadar hatırlamaya çalışırsan, o kadar silineceksin. Hatta o kadar silineceksin ki, o kendine güvendiğin anlar bir sis perdesinin arkasından hayal gibi görünecek. Zamanla sen de inanmayacaksın kendine, artık gerçekten sağır olacaksın, görmeyeceksin ve anlamayacaksın. Gittikçe hayalleşeceksin. Olan şimdiye kadar küçücük bir iz bırakmak için onca uğraştığın mücadelene olacak. Kendine azalan saygına olacak. En çok da içindeki sensizliğe olacak. Kendine daha fazla yer bulamayacaksın bu hayatta.

Eğreti olduğunu kabullenmek de en az düş kadar gerçekti, prim yapmasa da şu zamanda. Gitgide düşe benziyordu, düşüyordu. Uçmakla düşmeyi karıştırıyordu içinde. Kollarını açıp, uçacağına en inandığı sırada düşmüştü, hem de öyle süzülerek falan değil, birdenbire, pat diye bir düşmekti. Hakkın olmayan bir şeyi yaşarsan, hakkın olanları da haksızca ellerinden alırlardı, o yüzden bulunduğu yerde olmayı bile içine sindirememiş, kendini ait hissetmemişti çünkü ne zaman aidiyet hissetse hep mahrum bırakılmıştı ya da uzaklaşmak zorunda kalmıştı. Hiç geçmeyen şeylerin acısından daha fazlası da artık hiç bitmeyecek olmalarıydı.

Kurtulmayı istediğin hiçbir şeyden kurtulamıyor ama farklı bir boyuta yöneliyordu her şey. Yazabiliyordun, elbet silebilmen de gerekiyordu, ama kanlı canlı bir kelimeyi yok etmek öyle kolay değildi, her nasılsa bir kere var olmuştu, yok edişin kelime cinayetine girer, bir daha da hiç öykü anlatamazdın, kelimeler hepten küser, yazamazdın da. Dokunsan solar, öpsen kendini dudaklarından yaralamaya başlardın belki. Ellerin tutmaz, dahası kalem de tutamazdı. Sonrası düş olduğuna kendini inandırabilecek kadar inanç. Kendinden böyle vazgeçiliyordu demek şu çağda. Kırılsam da gülüyordum, sanırım yüzümün o kası öyle kalmıştı, çok güldüğüm bir zamandan. Yapacak bir şey yoktu bu saatten sonra, gülmemi durduracak değildim, ne kadar sinir görünse bile.

Bazen her yerde güneş açmışken, sadece sana yağmur yağıyormuş gibi gelebilir… Bunun gibi bir şey. Bazı şeyler olacakmış gibi bile olmadığı hâlde, nasıl da olabilirmiş gibi geliyordu öyle? Yıllar sonra soğumam için bir rüya yeterliymiş. Her şey bunca basitmiş. Boşuna o kadar unutmak için idman yapmışım, hoş hepsi de ters tepmişti. Şimdi şiirdeki ahengin yerini alan boşluğun albenisine bıraktım kendimi. Hikâyedeki o devamsızlığa tutuldum. Yaşayacaklarım bundan ibaretti.

Yirmi Bir Mayıs İki Bin Yirmi Bir 15:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Sis

Kendimi senden miras kalan büyük boşluğa bırakmanın alacaklısıydım. Gözüm yükseklerde değil, yerdeki karıncalardaydı, ayları doğrayan zaman, bize de kıymaz mıydı? İmla kurallarına gösterdiğim özeni, kalbime de gösterebilseydim keşke. Kalbimi yakan şeyler, ellerimi bir türlü ısıtamıyor. Fizik kurallarına ben miyim aykırı olan? Yoksa kurallar mı saçma? Sisin içinde kaybolan gözlerimi arıyorum, karanlığa alışınca gözlerim görür gibi bir şey değil bu, siste tamamen kayıpsındır. Yaktığım ışıkların da aydınlatamadığı geceler var, diplerimde. Karanlıkla açıklanamayacak şeyler var, yitirdiklerimde ve devamında yitireceklerimde; ölmeden önce okumak istediğim kitaplara yetişemezsem, beni affetsinler. Yine de daha ciddi şeyler var düşündüğüm, hissettiğim; gökyüzünün perdesi yırtılmış, pencereleri çarpan rüzgâr da anlamaz ne demek istediğimi.

Hesaba katmadığın şeylerin hesabından yine de yakanı sıyıramıyorsun. Yağmuru severek seyrederken, yıldırım düşüyor misal, en sevdiğin ağacın dibine, evrenin avazının çıktığı kadar kıyameti bağırdığını duyamıyorsun ya da duymak istemiyorsun. Felakete her daim kapalı olan gözlerini rüzgâr yiyor, gözlerini kaybettiğine inanıyorsun o sisli günde, başka bir şey olabileceğini, olduğunu kabullenmiyorsun. Gözünden akan yaşları su zannediyorsun susamayı öğrendiğinden beri, yağmuru tanıyınca anlıyorsun susuzluğun ne olduğunu. Susuyorum, aklımda, kalbimde biriken kelimeler belki de susmamı istiyor. Yanmaktan değil de küllerin içimde birikip, beni çürütmesinden korktum. Gitmeyi göze aldığım yollar, gözümde çürüdü.

Akıl artığı zamanlarımda, aklımı daha da kaçırdığım anlarım oldu, sebeptin diyemeyeceğim, ancak yokluğundan dolayı bir neden olabilirsin. Aşırı iyimser kişiler aynı zamanda da aşırı karamsar kişilerdir ve fazlasıyla hayal kırıklığı yüklüdürler, üstelik kırıklığın sesi de çıkmaz. Bazı kitaplar kahvaltı yapmadan okunmuyor. Gülüp, geçtiğin şeylere ağlayıp, geçemezsin, orada kalırsın. Bir cümle sadece o şekilde söylenildiği için, başka bir yerde bütünü oluşturamaz. Ne güzel ölü doğduydum, düşünsene; birkaç saniye farkla tüm bu yaşanılan ve yaşanacaklardan sorumlu olmayacaktım, gerçekten kurtulacaktım. Ağrı kesicinin de kesemeyeceği ağrılar var.

Senin ruh hezeyanlarından kimsenin haberi yok, kimse senin gibi hissetmiyor ve hissetmeyecek o yüzden tek kişilik heyecanlan. Nirvana grubunun kokaini bırakamadığı gibi hayatta bırakamadığımız şeyler var, eksiğiz çünkü artığız, ihtiyaç duyuyoruz, içimi gıdıklayan sigara közü ve senin gözlerin, sıcaklıkları eşit.

Devamı hiç olmayan, tek hücreli aşkların olduğu zamanlarda büyük şeylerden bahsetmenin yersizliği içinde kıvranıyorum. Gölgem bile tavır almış, sıkılmış benden, kaçmaya yer arıyor. Boynum bunca kesik olmasa, biraz daha başım dik yürüyebilir miydim? Var olan şeyler giderlerdi, önce varlığını kanıtlaman gerekirdi gitmen için, sen o kadar azdın ki… Taşınınca artık o ev olmayan yerin boşluğu ve ruhsuzluğu vardı sende. Bozuk hava gibiydin ve sürekli soğuk havalara denk geliyorduk. Anlamsızlığına yüklediğim anlamların altında kaldım. Kendinle uzlaşabilseydin, iyi olabilirdim yanında, sen içine inanmadın. Kendi kendinin yalancısıydın. İçimdeki kutsalın içine yerleşmiştin ve bunu bir tek ben biliyordum, ağzıma döktüğün sırlardan uzaklaştıkça, kelimeler varlığını yitiriyordu, konuşmadan bilmenin yolunu bulmuştuk. Gündüz gezdiğimiz sokakların geceleri sevimsiz birer taş parçasına dönüştüğünü gördüğümde içimdeki soğukluk buz tuttu. Günlük konuşmaların sıradanlığı bile en değerli kitaptan bahsediyor gibiydi, bu yanılgıya düştüğümde muhtaç kaldım bir virgüle bile. Her şey sabah olması kadar, yağmuru sevmek kadar doğaldı, bir tek bana mı olağanüstü geliyordu? Mucizeye ihtiyacım olduğu için belki de ben uydurdum bu masalı, kendimi yitirdiğim anda.

Ciddi sandığın ağrıların da aslında hiçbir yere varmadığı nankör zamanlardayım, uyuşturucu gülmesi bazıları, yine de diğerlerinden ayırmak için derinlik gerekir. Bıçak sırtındayım, belki de bir köpek balığının dişinin ucunda. Yürürsem ayaklarımın kesileceğine inandığım için, durduğum yerde durup bekliyorum, beklemekten başka bir beklentim yok, yavaşça da olsa eninde sonunda kesileceğimi biliyorum. Tuhaf trajedilerden kurtulamayan hayatıma yeni bir son hazırlamam gerekiyordu ve bunun için ihtiyacım olan son şeydi mecaz. Göz torbalarım oluşana kadar ağlayacağım ve sonra tekrar o torbaları doldurana kadar.

Daha fazla kırmızı olamam ve daha fazla ağlayamam zannediyordum, bayılmanın ötesine geçtiğimde artık yoktum, sadece yere düşerken çıkardığım sesler ve vücudumdaki morluklar vardı. Artık dünya kırmızının şehveti ve güzelliği değil, morun işkencesi ve izleriyle doluydu. Kısacası artık hayat; benim bile rengimi bozabilecek kadar cüretkâr ve kötüydü!

Sadece bir tek şeyi sana kimsenin anlatamayacağı şekilde anlatmak istedim. Gözyaşlarım yoruldu, kirpiklerim bıktı ıslanmaktan, gün geldi, sabah uyanmak istemedim. Gece geldi ölmek istedim. Unutuldum, çabaladığım şeylerin altında kaldım. Dumanların beni çağırdığı yerde kendimi kaybedeceğimden değil de beni bulamayacağından korktum, sanki arıyormuşsun gibi.

Tüm insanları aynı kefeye koymayı bir türlü beceremedim, gözlerine her baktığımda kalplerini görmek istedim, ortalık kan yeriydi oysa görecek pek bir şey yoktu, çoğunda kalp de yoktu. Yine de o saman ve bir dünya yalan yığının arasında bulmayı ümit ediyordum. Senin aklında sabahlayan benim beynimde yankılanan o kırmızı şapkalı kadın en az birkaç kere öldü ama yok olmayı başaramadı. Artık kırmızı şapkamı koyacak yer aramıyorum, beynimde yankılanan şarkılardan da tüylerim diken diken olmuyor. Öyle sıradan bir rüzgâr, tamamen tutkusuz yalayıp, geçiyor sırtımı, ürpermek için bile üşeniyorum. O bile belli başlı bir duygu hazırlığı demek. Kafamdaki saçlar beni en zayıf anımda terk ederken de yoktun ki yanımda, biz neyin varlığını ispatlamaya çalışıyorduk? Tenimden kokum bile gittiğinde yoktun, ilaç kokuyorum diye mi ortalarda gözükmüyordun yoksa kaybolan kilolarıma anlam yükleyip, beni ağırlaştırmaya mı çalışıyordun? Hafifletilmiş nedenlerim vardı benim aslında, kimsenin derdinde olmayan, kimseye dert bile olamayacak kadar incelmiştim, işte bu içimde kalın, ulaşılmaz bir his oluşturmuştu, pes etmek üzereydim yeryüzündeki varlığımdan feragat ederken, bir şeyleri yaşamamış olmanın açgözlü huzursuzluğuydu beni saran… Sonra saracak başka şeyler aradım, kendim kendime yetmedi.

Yine de yaşam denilen şeyi sislerin arasından bir gün yakalayabilirsem, sormak isterdim; yaşanılmayanlara değdi mi? Varlığımın sıfır kadar değeri var mıydı? Canlılığın anlamı tam olarak neydi?

İki Kasım İki Bin On Sekiz 16 00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut Uncategorized yeni yazı

Beni Anlamak Zararlıydı

Aysel’i o odada ölmeye yatmaya ikna eden, içindeki o duygu belki bizimde içimizde bir yerdeydi, üzerini kalın, kışlık bir yorganla örtüp, duymazlıktan geliyorduk, hissizlikle erteliyorduk, hatta daha ileri gidip, kendimizi duygusuzlukla suçluyorduk. Böylece ölümün kıyısından sıyrılıp, yaşıyormuş gibi yapacaktık, diğer tüm işleri yaparken yaptığımız gibi, yaşamak da başlı başına bir işti sonuçta, ölüm gibi. İçinde büyüttüğü şiiri ona göstermediler, küçücük bedeniyle kafa tutarken, cezaevindeki müdüre, alay etmeleri, onun utanacağı anlamına gelmiyordu, müdür bunu biliyordu ama o bile bilmiyordu henüz. İçindeki şairden tanırken o şiiri, her gün kelimelerle beslediği, bir yığın ağırlık yapana kadar… “Minnacık kadını” sevdiğini anlatacak şiirler yazılmayacak artık. Yıllar geçtikçe büyüyecek, dağılacak ama asla parçalanmayacak bir şeye dönüşürken o şiir, açıklamak ne mümkün aslında, yetersizlik miydi bu, kelimesizlik mi? Yoksa ölmeye verilen karar mıydı? Dışarıdan gelen aldatmalardan ziyade, içimizde inandığımız şeyden dolayı aldanmak ve sonra içinden kovulmak, kendinin kendinle bile anlaşamaması. Şimdi o zamanları düşününce evden kaçıp, görmeyi istediği sadece bir yığın sarı saç ve “kocaman mavi gözlü bir devdi.” Büyük, kocaman bir şeydi çocuksu yüreğinde ama imkânsız olacak kadar değildi. Asıl bundan sonrası olanaksızdı, bir daha yazılamayacak şiirleri sevecek, ölmeye verdiği karardan kalkmak için, kendisini ne ikna edebilirdi…

Sürekli dönüp, dururken başka şeylere dönüşmek, ama en sonunda yine insan olmak, tenimizin içine tıkıştırılmış bir hastalık belki de bu. Kendimin yerine kendimi koyma çabaları da yersiz, hâlâ hiçbir şey olmamış gibi, olmadı belki de.

Saatim durmuş fakat günün hangi diliminde beni ilgilendirmiyor. Ama hâlen yaşadığımı varsayarsak, saatler ölse bile zaman lazım olacak. Şimdi ölmekten caydıysam eğer, hastalıklı bir hayalet gibi bir daha hiç ölememekten korkuyorum. Üstelik şimdi ölmek için de çok beceriksizim. Kendimle bir ömür nasıl geçinirim?

Gitmekle de varılmayan yollardayım, yürüyorum ama bir yere gittiğim de yok, her akşam aynı yerimde buluyorum yine kendimi. Oysa gerçek bir bölünme isterdim, belki birazda ölünme. Hiç kimsem yokmuş gibi görünüyor dışardan bakıldığında ama aslında bir sürü kitabım, tonlarca ağırlığında kelimelerim var, çekmeceye tıkıştırdığım ve her akşam aynı saatte sanki çok düzenliymişim gibi bir telaşla çekmeceyi açıp, önce yoklayıp, sonra da içtiğim ilaçlarım var, onlara gösterdiğim düzeni ne kıyafetlerime ne de hayatıma gösterebildim. Bitmiş yerlerini makasla kesiyorum, çöp oluyorlar, sonra yine aynı yerlerine… Sonra bir sürü izleyeceğim film listelerim var, okumaya ve izlemeye ömrüm yetmese de burada bir yerdeler. Bir sürü pijamalarım, kremlerim, diş macunlarım ve zeytinyağlı sabunlarım var, her gün uğrayamasam da bir dünya çocuk dolusu parklarım, çöp konteynırlarının yanında sevdiğim kedilerim, gittiğim yerde unuttuğum peçeteye karaladığım müsveddeler ve gözlüklerim var. Deliliklerimin bir delilinin olmasının gerekmediği yerler var, gitmesem de biliyorum. Yoksa başka nerede bunca eşyanın anlamı böyle olurdu ki? Hem bazı duyguları önce hissizleştirip, sonra da eşyaların yanına göndermek istediğim de doğrudur. Beynimden geçen, geçerken unutulan, unutuldukça çağrıştırılan diye bir yerde biriken kelimelerim var, okunmasa da olur, yakalanmasa da olur.

Sen beden, kalbinin eşyasısın, hislerini dizginleyemedikçe.

İlaç saatini bekler gibi bekliyorsun, bir sürü anlamsız kelimeden, anlamlı bir cümle çıkarmayı. Hayatını sana bir kabın içinde çalkalayıp, mantıksızca karıştırıp, eline tutuşturdukları günden beri. Kalbimde bir ton ağırlığında kelimeler var ve ben sanki hiçbirinin anlamı bulamıyorum gibi bir ağırlık…

Her zaman haklı olduğunu düşünmek için, her zaman doğru yolda yürüdüğüne inanman gerekir, inanmaktan önce de her şeyin de muhakkak doğru bir yolunun olması gerekir. Kendimi büyütmek istemediğimden belki de bunca küçük sorunlara büyük saatler kafa yoruşum. Başkalarının gözünde büyümekten, kendimi bir türlü büyütemiyorum. Oysa tam tersini isterdim, kendi gözümde büyümek için, başkalarının gözünde küçülebilirdim. Sanki denenecek her şey denenmiş, yaşanacaklar yaşanmış, yaşamam denilenler bile doldurmuş ömrünü, bildiğim, bilmediğim, biriktirdiğim, harcadığım ne varsa tükenmiş. Sonsuza dek cömert ve şefkatli olabilmek için, sonsuza dek merhamet duyacağın bir şeylerin olması gerekir. Yeniden ıslatalım kül olmuş hatıraları, bir de buna, bu kırıklara yakalım kalan son şansımızı. Dumanı bir de güneşin batan yönüne bırakalım, belki bu sefer başka batar güneş.

Kolları lastikle örülmüş, orlon, koyu renk kazağının kolunu hafifçe sıyırmış, yakıyorsun sigaranı, dumanı içinde saniyeler boyunca gezdirirken, çok önemli bir söz söylemek istiyorsun, hayatının film şeritleri, önemli anlarına karışıyor ve önemli anların kaybolup, gidiyor sabun gibi üzerinden. Sen yine de temizlenmiş saymıyorsun kendini, saysaydın masumiyetle ilgili birkaç söz edebilirdin. Dumanının bir kısmını bırakıyorsun dışarı, aklına kuşlar geliyor, özgürlüğü özlediğinden falan da bahsetmek istemiyorsun, seni anlamadıklarından bahsediyorsun, artık bu dünyaya ait olmayan gözlerinle. Sesin kaç yüz yıl uzaklardan geliyor, kimse bilmiyor bunu ama illaki ilahi bir anlam yüklemek gerekiyor bu duruma çünkü insanlar böyle yapar, anlayamadıkları şeyleri ilahlaştırırlar.

Yeni öykülerin, geçmişe öykündüğü zamanlardı. Tuhaf düşünceleri tuhaf karşılamıyordum artık, her şeyin açıklamasını kendimce buluyordum. Yaşadığımı zannettiğim acılara kılıf uyduramazken, tüm limanlardan uzaktaydım. Zihnimi yazarak yıkamaya çalıştım, biraz daha uyuşukluk gerekiyordu, böylece daha sıkıcı yazılar çıkmaya başladı. Ruhumun dinginliği ya da aklımın selameti için değildi bu, daha fazla tufana tutulmamak içindi, ancak bir kayboluşa kapılabildiğimde rahat hissediyordum. Yazarak kendimi ya da geçmişi temize geçmek gibi bir niyetim yoktu, olamazdı da zaten. Kendimi biraz daha hırpalamak iyi geliyordu belki, bir hiç olmak da bir şeydi. Acımı unutmak için saçmaladığım zamanlarda huzuruma diyecek yoktu.

Hikâyenin sonu güzel bir yere gitmeyecekse, neden ki bu çırpınma? Oyun oynamanın bile kuralları vardır, insan ne istediğini bilmeyen tuhaf bir varlık, bildiğinde ise her şey bitmiş olacak.

On Bir Ağustos İki Bin On Yedi 17 00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Sevgili Ödemlerimiz

İçimizde birikenlerimiz, kimsenin içine dert olmayacak sustuklarım, sanırım bana da dert olmuyor ki, artık çok da yakınmıyorum ya da taşımayı öğrendim artık sustuklarımı veya bağışıklık kazandım. Bir cümlede bu kadar seçenek olması, çelişkiden başka bir şey değildir, onu da biliyorum.

Olguların yerine kurguları yerleştirerek yaşamayı katlanılır hâle getiriyoruz, olan bu. Biz o şiiri yazamadık, kelimenin anlamı o manaya bile gelmiyor. Her söylenildiğinde başka anlamlar kazanan bir kelimenin kesinliği yoktur, keskinliği de şiir o yüzden kesici değil, seçidir. Yalnızca cümlelerin üzerinde dolanıp, duruyoruz, yapabildiğimiz bu.

Çantanda artık ilaçtan başka bir şey bulundurmaya ihtiyaç duymuyorsun. Ağrımasını beklediğin yerin değil de, hiç ağrımasını ummadığın yerlerin ağrıyor. Vücudun bile ihanet ediyor sana… Yanınca hepimiz birbirimize benziyoruz. Sigara közü ten közüne, tüm közler birbirine. Söndükten sonra hepimiz aynı külüz, hafif ve uçuk.

Tam da böyle anlattıklarının ortasında bir gün yapayalnız bulursun kendini. Beynindeki soru işaretlerine kimsenin yüzünde bulamayacağın cevaplarla kalakalırsın. Gidemezsin, gidemediğin kadar kalamazsın da… Üstelik artık sabahları o duyduğun coşku da terk etmiştir seni, sigaranın külünden yeni hikâyeler üretmeye çalışırsın, karaktersiz hikâye olur bunlar. İçinde biriken ödemlerden başka gideceğin yer yoktur ve seni onlardan başka hiç kimse boğamaz.

Size bağırmayı çok isterdim aslında, zamanın birinde ağzım kapanmasaydı, içime bağırdıklarımın ölçüsünü bilmeseydim ve taşacaklarından bunca korkmasaydım, size söyleyecek hatta bağıracak şeylerim olabilirdi. Aynadayım, aradığım eşkâle ulaşılamıyor şuan. Ulaşabilseydim ona bir çift güvercin borcum vardı, sağ-salim. Selâmlı kelamlı… (Bitiremediğim bir cümle daha, bu yarım cümlelerin yükünün hesabını vereceğim bir tek.)

Önceki cümlemi selamdan, kelamdan bahsederken bitirmişim, yazıları tamamlamak için iki yerde yazıyorum, ucu bucağı da belli değil, neyi nereye bağlayacağım da hiç ilgilendirmiyor beni. Bir canım sıkılmış ki, bu akşam doktor randevusu olmasaydı, başka şeyler yapardım, ölecek birinin son istediği şeyleri yapmaya teşebbüs ederdim mesela, ama onlar her zaman ertelenir değil mi, hiçbir zaman öyle bir zaman dilimi ayrılamaz o isteklere… Keşke denilen pişmanlıklardan geçiyorum, elimden gelen, şeylerin yerine gelmeyenleri kullanıyorum, İçimi bir türlü bastırmayan yemekler yiyorum, canımın sıkıntısını gidermek için, daha çok kelimeleri sarıyorum başıma, hiç bitiremediğim o saçma hikâyeyi de artık öldürmek istiyorum. Benim gücüm de zaten ancak kelimelere yeter ki; onlar da hiçbir işe yaramıyor zaten. Canı sıkılınca başka insanlar güzel şeyler yapmaya özen gösterir ama nerede bende o itina? Canımı patlayıncaya kadar sıkma çabasına girerim direk. Fotoğraf çekmek mi, yazmak mı, hiçbiri artık doldurmuyor içimdeki boşluğu. Kendini bile çekemeyen birisinin sözleri, hayata bağlı diğer insanlar tarafından yadırganabilir ancak, fakat hiç mühim değil. Kendi kendimi de yadırgamayı öğrendim. Zoruma gitmiyor tüm bunlar, dahası kırılmayı bile beceremiyorum artık, kırılmak için bile bir miktar yaşama sevinci kırıntısı kalmalı, öyle ya…

Herkes sıkılınca güzel resimler yapamıyor. Bazılarımız da kafayı kırıyor işte. Sıkıntıdan patlayan Burcu’lar, plazalara sıkışıp, kalmış Fatma’lar, amirinden azar yiyen diğer insanlar, kimlerin umurundayız acaba? Bir gün birçoğumuz bunca sıkıntıdan kalp krizi geçirecek, bazılarımız kötü hastalığa yakalanacak. Ama o insanın bunları yaşamasına neden olan diğer “insanların” hiç ruhu bile duymayacak. İşte ben buna dibine kadar “adaletsizlik” derim.

İnsan kendi kendine konuşurken de başkalarına bir şey anlatabilir. Neden büyük büyük yazarlar, nerede müptezel var, onların hikâyelerini anlatır ki? Anlatabilmekle anlatılamayan şeyler de vardır. Yeterli olmaz bazen. Neden mücadele eden insanların hikâyesi o kadar da ilgi çekmez yazılsalar bile ve üstelik neden bundan alınmaz mücadeleci insanlar? Anlatılamasa da anlaşılan şeyler vardır ve kafam sorular ülkesi…

Bir şeylere fazladan anlam yüklemenin gereksizliğini fark ettiğimde üşenmeye başladım, beynimi düşünerek yerinden oynatmanın lüzumsuzluğuyla çırpınıp, durdum, kelimelerin çıkardığı zorunlu seyahatler yordu, artık gitmeler istemiyor canım, üstelik feragat ettim zorlayan tüm haklarımdan. Yorgunluklarıma da ağırlık yüklemek istemiyorum, anlamanın ağırlığını, hiçbir şeyi çözmeye uğraşmayınca geriye bir çaba da kalmıyor. Rahatsızlığın gereği yoktu ve artık hiçbir şey düşünmeye değmiyordu.

Kırık tırnakların üzerine oje sürerek kapatmaya çalıştığım gibi içimdeki kırıklar, iç kanamadan ölsek bile fark edilmeyecek bazı şeyler. Dışını boyuyoruz, içini tamir edemiyoruz, uğraşsak bile bir işe yaramıyor. Görünmeyen ama varlıkları olan şeyleri büyüttüğüm için belki de o görünmeyende kaybolmayı özledim. Aynaya baktığımda “yoruldum” derken bile yorulan birini tanımaya çalışıyorum. Bazıları aile faciası, dünya artığı…

Ellerinde kuruyan gülleri unutmuşsun, günleri birbirinin ardına ekleyip geçirmişsin, hepsi tek gün gibi olmuş. Dertlerinin boyu dermanını geçmiş, umutların kaygılarına sırtını dönmüş. Gözlerin açıkken de uyumuş, gördüklerine tahammülsüzlüğünden, böyle suskunlaşıyor her şey. Ayağını yerine kadar uzatman da yetmiyor, derdine göre kalbini sızlatamadıktan sonra. Ağzımızı açacak olsak, yanlışlıkla yalnızlık dökülür, iki kelamdan birisi ıssızlığa dayanır, kuşlar bile aldanır, tüm tenhalığımla tehlikeli bulduğum her yere dalmak istiyorum kafa, göz, ağız, burun. Her şeyin bunca yarım olması hiç tamamlanamayacağımızın kanıtı, martıları unut, onlar pencereni unuttu. Göğün altında bir yer buldun ya kendine, şimdi ardına bakma, ama yaslan, geçmişine, yıldızları tarif et yol tarifi soranlara, ağladığıma gözlerimi inandıramıyorum, bulut indi zannediyorlar. Biraz fazla rüya görsem öldüğüme inanıyorum. Sonbahar yapraklarından anlaşılıyor, sen hüznünden tanınıyorsun, başka kimse böyle hüzünlenemez çünkü diye düşüyorsun.

Beynine batan kelimelerin suçu yoktu oysa beynini yıkamalarına izin veriyordun sadece. Sudaki aksinle zıtlaşıyordun, dişine göre, diline göre tartışacağın kimse olmadığından belki de kendinle kavga ediyordun. Dikenleri sevmenin bedeliydi kanamak, sen dikenleri sevince batmamak gelmiyordu akıllarına, daha çok acıtıyorlardı sevince, uzanan dikenler. İçimden geçen gemilerin hiçbir limana varamayan düdükleri, sokak çiçeklerinin balkonu düşlemesi gibi içim. Giyindiğim şu hüzün, hiçbir elbiseye benzemiyor, içi hava dolu, boşluk dolu, bir fırtına bekliyorum usulca, yalnızca saçlarımı götürmekle yetiniyor, oysa bana yetmiyor saçlarımın gitmesi, daha büyük şeylerim gitmeli, devranın noksan döndüğü, unutulan yeminlerin yerini hatırlanan kirli duyguların yoğunluğu aldı. Saçlarımın uzunluğundan anlıyorum artık rüzgârın uzun zamandır uğramadığını, ışığın uzamasından anlıyorum, bitmeyen karanlıkları.

Uzağımda oluşun yakınlığımızdan oluşuyor biliyorum çünkü benziyoruz, anlıyorum, anlatamıyorum, anlatamıyorsun, kızmıyorum. Kızamıyorum ama çok çaresizim. Tek leke vardır ruha yer eden; eksiklik.

Beklemiş kokuların bozularak birbirine karışmasının ulaştığı o garip durumun rutubetindeyim, biraz ıslak ve hüzünlü. Üstelik yağmurda beklemeye de benzemiyor bu. Dünyadan sonra kendimden de iğrenerek uyanmaya başlıyorum artık sabahları. Hayatın içinde olmak, çirkefin, kötülüğün içine illaki karışmak demek, mide bulantısı, yapımda emeği geçen herkese teşekkürler…

 

Yirmi İki Nisan İki Bin On Yedi Cumartesi 10:30

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut yeni yazı

Hayvan Çiftliği – George Orwell

 

20170419_150845Bir kitabı nasıl anlatabilir bir insan, başka bir kitabı, bir başkasının kaleme aldığı kitabı, bilmiyorum aslında. Kendi kitabını anlatmaya kalksan bile anlatamazsın, sadece duygulardan ve hissettiklerinden yola çıkarsın ki okuduklarımızın bile başka anlamları, anlamlarının altında da başka manaları vardır muhakkak. Akşamın karanlığında başlayıp, sabahın mesai koşturmasına başlarken bitirdiğim, gün boyu da aklıma yer eden kitabı, günümüzle ne kadar benzetsem azdır. Yarım asırdan fazla zaman önce yazılmış olmasına rağmen, bu kadar güncel, bunca içimizden ve bu kadar günümüzden anlatılması insanı şaşkına çevirip, sersemletiyor.

 

İnsanı insandan ayıran yalnızca merhametidir, gücüne karşı.

 

Tam da belki şu günlerde “Hayvan Çiftliği” kitabı okunmalı, okuyanlar bir daha okumalı ki, bulunduğumuz durumu daha da iyi kavrayabilsin. Sonunda neden şaşırmıyoruz acaba hiç, yaşadıklarımızdan mı, yaşayacak olmalarımızdan mı? Hafızamızı istedikleri gibi silebilirler değil mi inançlarıyla, inandırmaya çalıştıklarıyla… Bir önceki zalimin bu “insan” oluyor, yaptıklarının aynısını “başkan” seçilen zaten seçilmese de yine diğer hayvanların başında olan “domuz” insandan daha zalim olmaya başlıyor. Öyle bir yere geliyor ki durum; tüm çiftlik hayvanları daha çok çalıştırıp, daha az yiyecek verecek duruma getiriyor. Çiftliğin en fedakâr atın bile çalışmaktan ciğerleri parçalandığı hâlde, diğer hayvanlara onu hastaneye göndereceklerini söyleyip, at kasabının arabasına veriyor. Diğer hayvanlar arabanın üzerindeki yazıyı okuyorlar ama artık her şey için çok geçtir. Zaman geçiyor, daha çok çalışıyorlar, tabi birçokları da ölüyor ama bu arada domuzlar da o insanlara benzemeye başlıyor, hatta zamanında kötüledikleri insanlardan, özgürlüklerini kısıtladığı insanlardan bile daha zalim oluyorlar. Çiftliğin dirlik, düzeni, bütünlüğü ve beraberliği için konulan tüm kurallar yok sayılıyor, hatta değiştiriliyor. O kadar sindirilerek yapılıyor ki her şey, diğer hayvanlar artık şaşırmıyor. Neyin daha korkutucu olduğuna karar veremiyorlar bir türlü. Şu zamanda huzurlu olduklarına inandırılıyorlar çünkü. Eskiden mi daha mutluydular yoksa şimdi mi bilemiyorlar bir türlü. Bilemedikleri için de hiçbir şey yapamıyorlar. Sonuçta bir akşam hayvan çiftliğine gelen diğer çiftliklerin başındakilerle birlikte, (bunlar insan oluyor) aynı masaya oturup kadeh tokuşturmaya başlıyorlar. Aralarındaki konuşmalarda önder olan domuzu tebrik ediyorlar, hatta diğer çiftliklere örnek olmalı diyorlar, hayvanları nasıl çok çalıştırıp, nasıl az yiyecek verdiği için. Sindirdi, korkuttu ve inandırdı, önceki insandan daha diktatör oldu. Üstelik artık çiftliğin adı da en eski adına dönecek, kötüledikleri “Beylik çiftliği” olacaktır.

 

Konuşmaları duyan diğer hayvanlar insanlarla domuzları birbirinden ayıramıyorlar, hepsi birbirine benzemeye başlamıştır artık. “Bütün hayvanlar eşittir” kuralını “bazı hayvanlar daha eşittir” diye değiştiriyorlar. Köleliğin üzerine biraz daha kölelik, zulmün üzerine biraz daha zulüm ekleniyor. İnandıkları her şey hayal kırıklığına dönüşüyor, yaşamanın şartı buymuş gibi… Önceden belki karınları daha iyi doyuyordu ama başkaları için, insanlar için çalışıyorlardı, şimdi de başlarındaki diktatör domuzu doyurmak için çalışıyorlar, ürettikleri hiçbir şey onların kursağından geçemiyor. Tek kural kalıyor geriye yedi kuraldan, o da kölelik.

 

Beklediğim gibi çıktı, umduğum gibi bitti sonu, dünyanın sonu gibi, hissettiğim gibi. Üzüldüm çünkü yine de insanın içinde bir umut, hayvanın içinde bir umut oluyor her zaman. Yılmıyoruz, inanıyoruz, bir gün her şeyin daha iyi olacağına.

 

Nevin Akbulut

On Dokuz Nisan İki Bin On Yedi 15:00