Browsing Tag

nevin akbulut

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Tavandaki Travma

Bitişlerin olmazsa olmazı “artık”.

Bir süredir uykuya daldığını zannediyor ama uyumuyordu, uykuyu hayal ediyordu, hayal kurduğunu, uykunun hayalini kurduğunu zannediyordu ama aslında kuramıyordu, tüm bunları yazdığını zannediyor, iki kelime edemeden geçen bir yığın zaman yumağının içinde kayboluyordu. Vücudunun belli bir bölümü bombalanmıştı, özenlice çizip, biçilerek, planlı ve saatli, onların uygun gördüğü dakikalarda her gün, titizlikle atomla bombalanıyordu. Durmadan, ısrarla ve bezginlikle sanki bir yaşam varmış gibi yaşayarak geçen zaman aslında hiç geçmiyormuş gibi oldu.

Konuştuğunu zannediyorsun bir yerden sonra ama içine söylenmekten başka bir şey yapamıyorsun. Belki biraz dudakların kıpırdıyor, o kadar. Yine de anlatamadıklarını diyebilmenin bir yoluna giden patika gibiydi içindeki saf inancın. Ait olduğunu zannettiğin hikâyenin bile içine giremiyor, uzaktan izliyorsun. Beklemek senin tek isteğin, dokunulmadan, yüzleri görmeden, figürü olmayan tablolar gibi öyle bomboş. Gönüllü olarak çıktın kendi hayatından, iliklerinden sıyrıldın, uzaklaştın, belki bir yerde yaşanacak ufacık kalan bir kırıntı uğruna, değer miydi? Bunun önemi de yoktu. Beklemek tavan arasında birikenlerle birlikte, onlara benzeyerek her geçen yılda biraz daha eskiyerek, hem de hiçbir şey yapmadan. Yaptığını zannedip, aslında değmeden, dokunmadan, yaşamadan…

Terk ettiğin, üzerinden atladığın o yılların içinde yaşıyorsun hâlâ, geceleri. Uyumakla uyanmak arasında gördüklerini, uyusan bile hep uyandığını anlatamıyorsun mesela, uyansan da çare olmuyor anlatamadıkların… Dünyanın böyle bir yer olduğunu ve böyle gelip, bu şekilde gittiğini bir türlü hazmedemediğin için beyninde biriken soru işaretlerini vücudunun belirli yerlerine tıkıştırmaya çalışıyorsun, gecenin bir körü uykusuzluk olarak karşına dikilene kadar ya da yüreğinde anlayamadığın ve sürekli bahaneler uydurduğun, anlamsızlaştırmaya odaklandığın sızılarla birlikte, hiçbir şey yapamıyorsun. Böyle olmasını kabullenmediğin her gün senden biraz daha bir şeyler götürüyor, giden sadece o gün, o an ya da saat değil, senden iki katından fazlası gidiyor, yanlış yerde, yanlış ortamda ve yanlış yerlerinden eksiliyorsun, azalıyorsun. Birinin seni eksiltmesine ya da eksik hissettirmesine de ihtiyacın yok, uzun zamandır bunu kendin bile isteye yapıyorsun. Hiç eksilmeyen şeyler yine soru işaretleri, onların katı varlığı ve belki de hep böyle devam edecek olan, değişmeyecek bu soru işaretleri.

Hep bir kırık hava vardı, onun hikâyelerinde, neşenin bile içinde bir hüzün, imkânsızlığın içinde saf bir beklenti. Senin şiir dediğin, zamanını yitirmiş, aklını koruyamamış şeylerdi. Nasıl da buldum diye övünmekten kendini alamıyordun, oysa sen unutmayı unutmuş, bir sürü olur olmaz şeyler biriktirmiştin, kalabalıktın, böyle olması gerektiğine kendini inandırmıştın. Yorulmayı seviyor, yorulduğun ve o sıradan yoğunluğun için kendinle gurur duyuyordun. Bu kargaşanın içinde sen de varmış gibi yapıyor, içinde bir şeyler olursa biraz daha dolu biri gibi hissetmeye çalışıyordun, hissediyordun da.

Bütün bir şaşkınlıktım, sen umursamazlıktan geçilmiyordun. Tüm kayboluşları biriktirebilseydim toz gibi uçup, giderdim, oysa ben kayboluşlarımı da yitiriyordum, durmadan. Peşlerine anılarımı takıyordum, bulsunlar diye, bir koku, bir iz, bir yol, bir gece, bir sokak belki, biraz deniz. Hepsinin içinde anılarım da yok oluyordu, büyük bir şaşkınlığın içinde yok olmayı bekliyordum. Pek sayın kalbim, sana kalsa asla hayal kırıklığına uğramazdın, bu şansı sana bahşettim. Senin için kırdım bu zinciri, daha birçok şeyleri, sonrası devam etti, üst üste oldu hem de kırıklıklar. Bir tek durgun pencerelere dokunamadım, elim gitmedi, gitse ne olurdu onu da bilmiyorum çoktandır. Öylece bıraktım, kış geldi diye belki saksılarda çiçekleri, camda izleri sürekli büyüyen çamurlu yağmur damlalarını, isli içimi sokaklara, evimi içime.
Anılar biriktirmeye başlıyorsun, her bir kelimeyi titizlikle ve tam tersi bir düzensizlikle bir arada tutmaya, unutmama çalışıyorsun, harcanmasın ve hatta birileri tarafından kullanılmasın istiyorsun, karıncalanıyor ama anılar. Tüm bunları hissetmeye başladığında, bir şeylerin anı olabileceği gerçeğini hissettiğin ve düşündüğün anda, düşünüp, inandığında o şeyler anı oluyor gerçekten de. Uzak, yaşanmış, belki bir daha ulaşılamaz sınıfına dâhil oluyorlar, tıpkı çekmecelerimizde bir türlü atmaya kıyamayıp, varlığını da zaman içinde arada bir hatırladığımız eski nesneler gibi. O günlerin hatıra olabileceğini bildiğin anda başlıyorsun aslında kaybetmeye, belki de anıları biriktirerek kendini buna hazırlamaya ya da teselli etmeyi sonra da bulmayı bekliyorsun. Bazı anlara bakmak, hatırlamak ruhunun çıkmazlarına teselli bulmak gibi geliyordu. Bitiş ne kadar güzel olursa olsun, hep feciydi, sakince olduğu hatta hiçbir şey olmadığı o bitiş anlarında bile çünkü bir önceki hayatının cümlesi fedayla devam ediyor, devamında ya da sonunda beklenilen o veda olmadığı zamanlarda bile fedanın hebasını iliklerine kadar hissediyordun. Harcanmak, hırpalanmak tam olarak böyle bir şeydi.

Direkt muhatap alarak seslendiğim ya da yazdığım her şey bir zaman sonra, muhtemelen muhatabını bulamadığı için üçüncü şahıs kişilerine ya da diğer zamirlere dönüştü. Sen diye konuştuğum kendimmiş, içimi ayıklarken buldum. Kendi içime hikâye anlatır gibi konuşuyor ya da yazıyorum artık. Dinleyicisi de sadece kendim olduğu için cevap beklemiyorum, hiç sorun da olmuyor. Üstelik karşındaki kişinin sana katılıp, katılmayacağı, kızacağı ya da beğenmeyeceği veya çok seveceği de böylece önemsiz oluyor. Yaşayabilmekten sonra beklentisizlikti asıl sanat. Buna katlanabilmek ne mümkündü… Mümkünlerin kıyısı bile kalmamıştı artık, göz vardı, nizam, intizam, izan yoktu. Cümleler böyle yavanlaşsa da, diğerleri gibi ses getirmeyeceğini de bilsem ve hatta artık o cümleleri hiç ama hiç güçlü bulmasam da böyle daha katlanılır geliyordu seslenmek.

Sıfırın sonsuzluğunda uzlaşıyorum kendimle, içimde iadesini bir türlü beceremediğim vedaların yüküyle anlamsız bilançolar oluşturuyorum her sene sonunda. İçimin olmazsa olmazı “sabır”. Çabuk tükenen şey günümüzde, hızlıca biteceğini bildiğimden, sabrımı büyütüyorum, sesimi küçültüyorum, suskunluklarımı ortalığa yayıyorum, mat bir gürültü, sisli bir görüntü, böylesi iyi. Sabrımdan arta kalanları ardımda bırakıyorum, az önce son gemiyi de kaçırdığım yerden uzaklaşıyorum, yakacak gemi de bulamayacağım artık. Yalan dünyanın düzlüğünde, ününü yitirmiş bir dünsüz gibi bekliyorum bu serüven yokluğunda. Hiçliği paketlediğim çukurların başında bıçak çekmişti suskunluk, ne ateşlere direnmiştim cehenneme alışmak için, başkasının ödünç cehennemine de ihtiyacım yoktu, kimseye nefesimi borçlu değildim, bu soluksuzluk sonuna kadar benimdi, dünyanın varlığından beri gizlenen her şey yılan gibi kıvrılıyordu içimde, kımıldayacak yer bulamıyordum bazen, kargaşa buydu ama somut anlamlar gerekliydi. Burkulmuş bir kalp her zaman her şeyin üstesinden gelemezdi.

Isırılmış bir intihar gibiydi boşluğum, sükûnet vardı, iyi bulunmuştu bunca ilacın içinde, sakinliğin bahanesi. Dünyanın göbeği belliydi ama koynuna nasıl gireceğimi bulamıyordum, harita yoktu, eşyalar, cisimler işaret için yeterli değildi. Alıcı korkular, kalıcı kırılganlıkları doğuruyordu, biz her gün bilmediğimiz yerden doğuruyorduk, sevişmeden yeni terimleri. Normal diye bir şey yoktu, aynadaki yüzüm bile aynanın içinde biraz kalıyordu her çektiğimde siluetimi. Tesadüflerden uzakta, kendime öteyim, ötekiyim. Özümden alıntı yaparak, kendimi uzaklaştırıyorum. Biraz gerileyip kendimi böyle bakıyorum, kolladığımı düşünüyorum. Belki böylesi daha iyi oldu; uzak bulduğum şeyleri yakın buluyor, yakın bildiğim karmaşalardan sıyrılıp, anlamsızlıkları solluyorum. Tahammüllerimi uğurluyorum sessizce, tahammülsüzlüklerimi içime tıkıştırıyorum, kimseye bir şey belli etmeden vazgeçiyorum. Bu karmakarışıklığın içinde dikkat çekeceğimi de düşünmüyorum. Uzakla yakın yer değiştirdi ama yine de değişen bir şey olmadı. Yerine yerleştiğine inandığımız, değiştiğini düşündüğümüz hiçbir şey aynı anlamlara gelmedi, bıkkınlıkla hissediyoruz. Buldum zannediyorsun aslında kaybederken. Böylece dünyanın dışında, çemberini kendi elleriyle bozmuş, gitmek için bir şeyleri yıkmak, kırmak gereken durumlara gebeyim, temel ihtiyaç gibi damarlarımdaki atomdan sonra. Zaten kırılarak, bükülerek gelmedik mi bu hâle biz? Bir soru cümlesi daha neyi değiştirir? Anlaşılmadıkça anlamsızlaştık, yozlaştık, uzaklaştık içimize, kendimize, anlatmayı bıraktık, sıra anlamlara geldi sonra.

01.12.2023 12:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut psikoloji Şiirler yeni şiir

Torino

Karanlığın simsiyah eli yüreğimdeydi
Korkulardan başka gidecek yer mi vardı?
Boyayabilir miydik en azından bir geceyi kıyısından?

Geçen zaman içinde sıcaktım
Bugün soğudum, ellerimle birlikte
Beş yıl önce sevdiklerimi artık hatırlamıyorum
Yazmam gereken şeyler vardı
Unuttum, bilerek veya bilmeyerek, Allah affetsin.

Bilmeden çıktığın yollarla ölçülebilirdi cesaretin
Ben çıktığım her yolu dalarak kaybettim
Susarak sildim haritaları
Onların yerine hatıraları yerleştirdim
Yine de varamıyorum ulaşmak istediğim anılara
Aradığım anılara artık ulaşılamıyor.

Henüz yaşanmadığından şüpheye düşeceğim böyle giderse
Bu yol nereye giderse
Sen nerede susarsan
Hangi kitabı çizdiğimi hatırlarsam
Onu da hatırlarım, ben hiç kitap çizmedim.
Uzaklardaki gölgemi, kimsesizliğime bağışlayacağım
Ant içtim, böyle giderse dediğim her şey öylece gitti.

Hatırlarken unuttuğum şeylerin içindeki en sahici düştün
Yan yana olsak hiçbir korku giremezdi içimize, içten içe bilirdik
Gidemezdik içimizden bir yere
Yan yana giden iki kar tanesi gibi eridik
Yaşanan son yazdı, son yazıydı yazacağım
O son kıştı gülmekten öldüğümüz.

Her gün yeni bir bıçak saplanırken anılara ansızın
Kötü hisler, kötü alışkanlıkları doğururken
Kendini bir parça iyi hisset diye
Çiçekler büyüttüm içinde
Onlara şiirlerden isimler taktım
Rüzgârın sesinden masallar uydurdum
Korkma diye
Geçtiğimiz her sokakta
Biraz daha kalabilmek için yanında
Küçük olan adımlarımı daha da küçülttüm

Kitaplardan başka hayatlara inanmıyordum
Seni en sevdiğim kitabın içine sakladım
Orada, korkulardan uzak bir hayatla anlaş istedim
Uzakta, o şehirde, adını yalnızca içimizin bildiği
Savaşma ama barış istedim.
Her gün gelip, sulayacaktım
Seni bu kahırdan kurtaracaktım
Seni bu dünyadan
Ağaçları bu dünyadan
Kederini uzaklara savuracaktım
Varlığınla genişleyen her şeyin içine
Tüm kurtardıklarımızla birlikte sığarken
Kötüye giden tüm aşklardan da kurtulacaktık.

Susmam gereken bir şey vardı
Sen
Ve
Ben
Ancak susarak var olabilirdik, birlikteyken bölünürdük
Biliyordum;
Yalnızca uzaklardayken yan yana olabilirdik
Yazmam gereken bir şey vardı
Yanıldım belki de

Kim tutabilirdi karanlıkta elimi
Sen olmazsan.

12.09.2023 17:00
Nevin Akbulut

 

Şiirin Hikâyesi:

Torino hayallerim de son buldu böylece, yeni bir şey olmayacağını biliyorum artık ve eskinin de devam edemeyeceğinin bilincindeyim.

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut Şiirler yeni şiir

Geçmiş Anılar Ülkesi

D/oluyor bazen öyle şeyler…

Uzun bir yola çıkmaya teşebbüs etmiştik
İlk kim fedasını sundu bilmiyorum ama fazla oldu
Kısa kestik, uzun konuşulması gereken her şeyi
Uzaklık merkezli mutlulukları parçalayıp, böldük
Ferahlık bildik
Yakınları uzaklaştırdık
Bir hikâye daha böyle anlaşılmaz oldu
Ederi belki de ulaşılmazlığındaydı

Rehindi ruhumda, sana anlatamadıklarım
Adını telaffuz ettiğim anda
Bozulup, susacaktı tüm öykü
Biraz da böyle yarım kalacaktık.
Boğuldu nefesim içimde
Nerede olduğunu kestiremeyince
Bir düş oldu kafamdaki tüm kırmızı renkler

Uzaklarda sirenler, yakınlarda mezarlar
Bulutlardan bile anlam kapıp, korkar olmuştuk
Yıkımlardan kopya çekiyorduk
Bir kül rengiydi bizim hayallerin içleri
Bir köz renginde, sabaha karşı susmuştu saçımdaki renkler
Saçmalıktı, ıssızlıktı, ürküntüydü
Dolu gibi, ölü gibi, kimsesiz gibi
Rüzgâr ve ölüler hep susturuyordu
Peki biz nereye kadar soyunacak,
Nereye kadar çıplak gidebilecektik anıların içine?

Bir ömür beklediğin vuslat neredeydi ki
Sana değmeden geçip, gitti
Geçmiş anılar ülkesi, bizim dilimizde kalan her hikâye
Tüm olmazların, olmuyorlar, olmayacakların nedenlerine
Kestirme yolu bulmuştun
İmkânsızlıkla yoğrulmuş, olamazlarla yıkanmıştın
Çıplaklığın buradan geliyordu

Rica ederim, sen yine de üzerine alınma bu şiiri
Kendini o kadar ulaşılmaz da bilme ama ol
Benim için ol,
Şu mükemmel hüzün için,
Uzak hikâyeleri biriktirmek için ol
Ve tüm olacak şeylerin karışık hüznü ile
Kalbinin bir yerinde kalan o onulmaz susuşlarınla birlikte
Dol ve git demeye dilim varmıyor ama yola çık.

Öleceğine sevdi herkes, çok ile süsledi
Ben de seveceğime öleyim istedim
İzahı olmayan şeyleri ölüme yaklaştırır
Ölüm gibi derdik ya ben de öyle yaptım
Ölüm gibiydi hepsi.

Aslında bu hikâye herkesin kendini bulduğu
Ama anlatamadığı, anlamadığı
Ve asla hak etmediği bir ülkenin kenarından geçiyordu
Öylece susuyordu önce periler
Sonra tüm renkler.

02.09.2023 16:30
Nevin Akbulut

 

Şiirin Hikâyesi:

Gerçekle hayali karıştırdığım gibi, artık doğru da yoktu
Ya da sen o doğrunun içinde değildin, hayaldin, uzaktın
Sendeki doğrunun gerçek bir tanımı yoktu.

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Yaşamak, bir gönülsüzlük hâli…

Küllerinin içinde çok sustum, kuruyan tüm güller şahitti, bekledim, yeniden doğarım diye küllerimden… Külsüzlüğümden geçilmiyordu, küslüğünden kaçılmıyordu, uzaklığının sonu yoktu, yakınlığının manası yoktu. Gürültüyle sızan damlalar biliyordu her şeyi, önce içine hapsedip her şeyi, sızıp, gitmişlerdi. Zalim gecenin, karanlık duvarların koynunda, sabaha karşı hiç hafiflememiş ağrılarla, azalmayacak o yabancılıkla susmaktan başka gidecek bir yerim yoktu. İçimden bir türlü çıkaramadığım o kelimeler dizlerine dökülmüştü, Alman sokağında görüyor muydun, görmezlikten mi geliyordun, görmemen gerek diye mi düşünüyordun bilmiyorum. İlk defa yan yana gelmiş iki kelime gibi şaşkın, kırık, dökük bir hikâyeyi tamamlamaya çalışıyordum. Başın ondan mı bu kadar önündeydi, yerdeki kelimelerimi mi gizliden gizliye dikizliyordun? Yüreğime taş gibi oturuşun hiçbir şeyi içimde değiştirmemiş, katılaştıramamıştı. Sessiz o harfli aldım, sesli diğer kelimenin içine ekledim, yine sesi çıkmadı o harfin. Böyle bir sonu kimse beklemezdi ama herkes biraz aklından kaçamak geçirirdi. İlkel sessizliğin, acemi ağlayışlarını dışarı bıraktı. Boşluğa o gün yuvarlanmaya başladım, başka ne beklenebilirdi ki zaten… Tam uygun zamandı, acıyı çekmek için bile bir zaman, benimsemek için bile üzerinden bir miktar geçmek, onunla yaşamak, bağrından üç sızının kopması gerekti. Olmuştu, şartlar olgunlaşmış, içimi salmaya hazırlanmıştım, hazır olduğumu bilmeden. Gözlerinden geçen alengirli dalgalarından sen sorumluydun, ben o dalgalarda boğulmaya gönüllüydüm. Kırık, dökük bir hikâyeyi birleştirip, şiir biçmeye çalışıyorduk, kelimelerin anlamsızlığından bile bir yığın anlam çıkarırdık, ne çok israf ettik anlamsızlıkları. Şimdi yerinde anlamlar bile anlamsızlıkla suçlanıyor. Çok geçtim, çok uzandım, çok yandım, kalamadım, yanacak külüm kalmadı. Rüzgâr yardım ve yataklık etti küllerime, aldı hepsini, sahiplendi, götürdü, üzerine yattı, kalanlar uçtu, kalmayanlar suçtu, kalkınca üzerinden. Bir düşte gibiydim, uyuşmuş, acımıyor, bir daha hiç acımayacak gibi kesiklerinde sallanıyordum. Bir cana iki intihar, bir yaşama iki hayat fedası, bir ölüme çok gömülüş töreni düzenliyorduk.

Birbirimizi defalarca her yerimizden kanatıp, gömerken gecelerce, en sağlam parçayı sona bırakırken, kalpsizliğini de bildim. Acının acısını bile acıtırken son kez büyükçe koptuğum içinden fırlamıştım o sabah. Bir daha asla dediğim her şey gelip bulurken her seferinde, bu asla olmazımız sadık kalmıştı. Seni inkâr eden dünyadan toplayıp, her bir parçasını ayrı, başka, bilinmez yerlerde bağrıma basmış, şefkâtsizliğine iman etmiştim. Buz kesmiş ellerim, artık inanmayacaktı hiçbir yalana, yoktum, uzaktım, boştum, doluydum zaten. Sen de buz gibi diye her şeyim, ellerim; kayıp, gitmiştin. Sefası soğuğa kalmıştı sürmenin. Çok eski bir masaldan alıntıydı gözlerin, sahiplenmiştim, baktıkça benzemiş, gördükçe anlamını okşamış, durdukça sevmiş, aşağıya düştükçe soğumuştum. Büyüydün, büyülerin büyümüştü içimde, büyüdükçe susmuştum. Tutuşturduğum aşkımla, büyü böylece kırılmıştı.

Trenler de rötar yapar. Birçok şey gibi yönümü de yitirdim, batınımı, batımı, gün batımını. Batı da kalmamıştı benim için.

Yeterince kaybettiğime ikna olduktan sonra her yeri önce kafamın içinde, sonra tüm nesnelerin içinde aramaya başladım. Kaybettiğini pekiştirmenin yolu onu bulabilmek, biraz da bulamamaktı. İkisinden birini yapmam gerekirdi. Önce eski bavulların içini, yıllardır hiçbir yere gitmediğim için açmadığım tüm her şeyin içini, gizli bölmelerine kadar aradım. Hiç olmayacak yerler geçiyordu aklımdan, öyle koltuğun altı, çekyatın arkası falan değil, bana kalsa; dünyanın dışına bakardım, gecenin sonuna, hayatın ucuna, denizin dibine. Ama bahçeden bile dışarı çıkamadığım için elimdekileri aramakla yetinecektim. Farkında olmadığım bir yerlerdeydi belki de, bir sürü attığım şeyin içinde yüzümü, gözlerimi, hatta gülümsememi bile bulabilirdim. Son bakacağım yere ilk başta bakıyordum, tersten yaşamaya, ters davranmaya, terslik yapmaya çok aşinaydım. Bavullardan sonra, nerede unuttuğum, bıraktığım, saçmaladığım, kaybettiğim üzerine biraz kafa yordum. Belki de gerçekten basit bir yerde, koltuğun arkasındaydı, ya da ayaklarına sürekli parmaklarımı vurup, acıttığım bazanın altında. Belki de onu bir rüzgâr oraya uçurmuştu, ben de orada önemli bir şey olmayacağını düşünerek, elektrik süpürgesiyle bir güzel çekmiştim. Her şey bu kadar basit ve bu kadar zor, hatta saçma olabilirdi. Olurdu. Kullandığım kelimelerin sıralanışı gibi düzenli değildi hayatım, değişikti, bana bile değişik geliyordu, bir başkasına yabancı, bir diğerine göre köhnemiş, geneline ise yaşlı geliyordu. Hem her anlamda yaşlı geliyordu, yaşanmışlık anlamında ve kelimenin diğer anlamlarıyla yaşlı, nemli, ıslak, tuzlu…

Derdimi de sustum, dermanını da dileyemedim. Yokluğun hayranlığından boğuluyordum. Kendimden başka biriyle yanmaya hiç ihtiyaç duymadan, bulduğum ya da rastladığım ateşin bir tek beni yakması bana yetiyordu. Yıllar önce yine izah etmeye çalıştığım gibi, ezbere bildiğim ateşler vardı ve bunları paylaşmayı yüreğim kaldırmıyordu. Bir tek kendimi acıtabilir, kendimi yakabilirdim, tek başına yanmak fikri biriyle yanıp, acının ikiye katlanmasından iyi gibi geliyordu. Onsuz da yanabilirdim, hatta herkes olmadan da yanabilirdim. Belirsizliğin içinde yapayalnız kaldığım o gecede içimde bir şeylerin değeri azaldı ve yerleri değişti. Güvenin yerini suskunluk, sevmenin yerini huzursuzluk, inanmanın yerini acizlik, beklemenin yerini güvensizlik aldı.

Bir süre sonra damarlarımda gizliden büyüyen, yayılan ve genişleyen bir hastalık gibi sessizce hayal kırıklığı uğradım her şeyde. Hasar almış zihinlere katlanabilmek için biraz da kendi ruhumun hasarlanması gerekiyordu sanırım. Sığınmak, sığışmak biraz da buydu, tüm bunları önemsemesem, hatta istemesem de, çoğu zaman kendiliğinden oluyordu. İnsan insanın boşuna ikna çabasıdır, sevimsizdir. Çoğu şey bitmedi ama kalmadı da. Öyle her şeyin ortasında, ne az ne çok idare edilebilir bir seviyede olsam gönlü rahat ama kalbi huzursuzlardan olabilirdim. Her şeyi yavaşça hatta sırasıyla unutmanın huzuru; hiçbir şey veremezdi bu varlığın kıymetini. Uzaklaşmayı iyi bilirim, kimseye bulaşmadan, görmeden, bakmadan, sokaklardan, aranızdan şehirlerden hatta güneşten bile uzaklaşırım. Dinleyip, anlatmadan, bakıp, görmeden, anlamayıp yine de huzursuzlanmadan, kin gütmeden, unutarak, çirkefleşmeden, abartmadan, mübalağasız, zorlamadan, zorlanmadan, sadece uzaklaşırım.

Merak etmeye bile mecali yoktu artık, miskinlik hayatının felsefesi hâline gelmiş, nasıl bu kadar ilgisiz durabildiğine kendisi de şaşıyordu, bir çeşit uyuşma hâli, kendine göre sağlıklı ama aslında bir ruh sorunu. Böyle olunca sorunsuz hayatına devam edeceğini biliyor, meraktan, heyecandan ve hevesten uzak, tatsız nefesini almaya devam ediyordu durduğu yerden. Fazla tevekkül ruhu tembelleştiriyordu, her gün biraz daha fazla şeylere, şu sessizliğine ve bitmez durgunluğa katlanıyor, razı olma rehavetinden kendini alamıyordu. Merak da diğer birçok şey gibi lüks sayılıyordu artık onun için. Çağın hastalığı belki de buydu, herkes içinde bir şeylere inandırılmış, inanmak; inanmamaktan daha kolaydı çünkü. Sorgusuz, sualsiz, heyecansız ve iz bırakmadan, sorunsuzca ve sorgulamadan, hatta düşünmeyi bile unutarak bir yerde nokta koymak değil, nokta olmaktı artık amaç.

On Ağustos İki Bin Yirmi Üç 17:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut nevinakbulut psikoloji yeni yazı

Sair

Mevsimimden vazgeçtim, baharımı bıraktım, çiçeklerimi terk ettim.

Geriye giden her şeyle birlikte, kötülükle, uçuruma sırtı dönük, sırtı güneşe dönük, gövdesi her şeye dönük, dudaklarında suskun bir gülümseme, gözleri sönük, gerisin geri atlar gibi, hayata dair yanıklar gibi, suyun içinde susamışlık gibi sevmiştim. Vişneçürüğü dudaklarının kenarı bozulmuş ve beklemiş, bir kalple, çürük organlarla birlikte, özleyen ellerimi bağışla, tutamadığım her şey için, düşürdüklerim, düştüklerim için. Yazdığım şiirlerin tüm anlamsızlıklarıyla, tutunamadığım yırtık ve yorgun zamanlarımla affet. Delik deşik rüyalarımı, seni tam görememelerimi ama tüm bunlara rağmen bilip de susmalarımı, yarım yamalak uykularımı sar. Eskiyen her şeyin eskide kalmasıyla birlikte gelen rahatlığımla, yeninin de artık iyi ki yeni olmayacağının bilinilirliği ile sevdim seni. Eskinin eskide kalması yerli yerindeydi, yeninin de bundan sonra yerinin olmayacağı çocuksu inancımı, ilk kez inanıyormuş gibi sadece bir kere sarıp, sarmala.

Fotoğraflar karşısında nasıl çocuklaştığım tüm zamanlarda beni yine de büyütme. Öldür ama büyütme, yarım kalmasın bir şeyler artık, yarı yaşanır gibi yaparken, ölemiyor insan, biliyorum. Bir paragrafta ne kadar çok artık kelimesi varsa her şey o kadar yarım kalmış ve o kadar yoksundur. Bunu bilir gibi inanıyorum, bilmesem yine inanırdım.

Dinmeyen iç kanamalarımın verdiği boşluklarımdan sızan buhranlarımın yetki ve etkisine dayanarak, çürüyorum. Dönüşemeyen her şeyin çürümesi gibi, içten ve derinden, biraz sakince, çürümenin içine bir miktar boğazdan aldığım sisle birlikte dumanı karıştırıyorum. Her şey daha fazla karışık olsun diye, içimin karmaşasından kaçıyorum. Beklemiyorum hiçbir şeyin düzene girmesini, artık kelimesiyle tamamlıyorum yarım kalan her cümleyi.

Yaşamıma dair kan kayıplarım izin vermiyor elini tutmama, kendi elimi daha çok tutuyorum. Yazdığım her şey kalemden ok gibi fırlayıp, yerine oturuyor. Dingin bir sevda gibi uzaklık, kuraklık gibi suskunluk… Kendimi geriye çekebildikçe, ölmek gibi, görünmedikçe, gömülmek gibi, ruhumda açılan yaraları sağ salim saklayabilsem, sağlıklı bir yaram olurdu, o bile olmadı. Acılar bile yaralı. Yarası olanların dokunulmazlığı olmalıydı, nasıl dokunurum şimdi söyle? Batmaz mı o zaman; yanan, çürüyen, yok olan her şey.

Neticesini kaybetmiş, sebep ve sonuçlarımdan geriye bir şey kalmadı. Tükettim, her ganimet gibi, ortalık yerde öylece kalmak, daha fazla ayakta tutamadı beni. Atlara kalırsa, hepimiz yenildik, yenilerek sevmiştim seni. Beynimdeki tetiklerle, kimin nereyi işaret ettiği belli olmayan bilinçsizlikle birlikte ama herkesten farklı işlemiştim içime. Başka vurmuş, başka yerimden vurulmuştum. Şarjör ayrı, soğuk ayrı, tetik başka yerden vuruyordu. Her şey başka kaynıyordu, başka yerlerimden kırılıyordum her seferinde. Tesadüfen çarpışan iki deli mermiydik biz, hiçbir yere varamayan. Ama hep başka yerde kaynayıp, başka yerlerde kırılmaya devam eden.

Dışarı çıktığımda artık dopdolu bir boşluk dolduruyordu içimi. İçimi yemesem yer kalmıyordu bu boşluğa, bu uca, bu uçsuzluğa. Dışarıda kalan herkesle içimden vedalaştım. İçimi dışarıda biriktirdim. Yağmur yağdığında, çıkıp, gezindiğim sokaklar adımlarımı görüyordu ama yağmur acaba o yağarken ağladığımı, o hep dökülürken yaşadığımı biliyor muydu? Toparlanıp, bir noktaya taşınmak istiyorum, sonsuza kadar susmak için. Sancıların keskin ve sevimsiz devinimleriyle uğraşırken, kendini bile unutmalıydı insan. Yaşamaya tahammül edemediğim günlerde, günü itekleyip, geceye çıkıyorum. Belki de Sartre’nin Bulantı’sı benim içimdeydi, asıl oradan çıkamıyordum, çıkıp, yerleşebileceğim bir yer bulamıyordum. Sokağı geçmek bazen uçurumlara sızacak olan boşluklardı.

İçimin terklerinden kaçacak yer arıyor bulamıyordum. Kayıp bir ayete inanır gibi geliyordum peşinden her defasında, yanılgının imanına tutulmuştum. Tutuşmuştu içimdeki çiçekler, aşılanmamış, günüme bir türlü ayarlanamamış, kurumuş ve sabaha çıkamamışlardı. Uçsuz bir seheri düşlemiştim tüm gece boyu, düşler uzun sürerdi yine de o gece çok kısaydı, daha baharında ölmüştü gece, sabaha varmadan. Gün uzun sürüyor, boşluklu soluklarımın, buğulu gözlerimde tüttürdüğü, ucu kapalı bir andı. Sonrasında yalnızlık dolu odada düşünmenin rehavetiyle, duyumsadığım tüm hücrelerimle illetli bir tutkunun onarılmaz pençesinden kurtulamıyordum. Her çıkıntı kendine bir yol buluyor, her kusur kendini örtecek bir karanlığa kavuşabiliyordu, bir ben hem ortada, hem değildim. Hem kusurlu ruhumla, hem saklanamıyordum. Her gün günlerinden sıyrılıp, gecenin kucağında sabahlıyordu, her kıvrım kavuğunu biliyor, her zaman bir sonsuzluk anı buluyordu kendine, bana kalan zamansızlık oluyordu, anların içindeki zaman bile biraz yenilmiş ve kullanılmış oluyordu. Ağlayabilmek için bile bir miktar sağlığa, en önemlisi bir nefese gerek vardı.

***

Yatağını kaldırıp, kapının önüne koydu, yere ufak bir yer yatağı serdi, yatsa da yatmasa da artık orada olacaktı. Uyuyamadığı gecelerin yerine, başka uykusuz geceler gelecekti. Kendine yetmeyeceğini bildiği birkaç kitabı da ufak sehpanın üzerine bıraktı, okusa da okumasa da orada olacaktı. Artık zaten hiçbir şey yetmemeliydi, herhangi bir şeye doyması gerekmezdi. Kanması, inanması gerekmezdi, oyalanabilirdi belki ama. Zaman içinde her rahatı bırakmıştı, bedenin rahatı, huzuru artık onun için ruhunun rahatsızlığı demekti. Rahat uyuduğu günler hep kayıptı onun için, güzel rüyalar görse de hepsini unutuyordu. Yaşamıyormuş gibi oluyor, yaşadığını zannetmiyor o yüzden hep rahatsız bir uykuya dalmaya şartlamıştı kendini. Hem rüyaların hepsi hileli ve kandırmacaydı, yalandı dahası. Uyandığında yok olmaya mahkûm bir şey nasıl talep edilebilirdi? Ama kâbuslar öyle miydi? Onlar ne bırakıyor, ne bir yere gidiyor ne de kendini unutturuyordu. Küçüklüğünden beri alıştığı kâbusları artık olmayınca nereye gidebilir ne yapabilirdi ki… Daha da azaltmalıydı her şeyi, tüm dünyayı, içini, dışını, her şeyini. Olan bitenle işi kalmamış, hep yarımlığa, dünyaya artık yama olamayacağına inandığı şeylere gereksinimi vardı. Cümleleri bile yarım olmaya başlamış, sadece kendi duyacağı kadar tek kelimeler hâlinde dökülüyordu dilinden cümleler, onları da düşürür düşürmez bin pişman oluyor söylemesem de olacaktı diye düşünüyordu.

Dışarıyı azalttıkça, içini biriktiriyor, dışarıyı hafiflettikçe içini ağırlaştırıyor ve belki de böyle tam olmaya aday olarak görüyordu kendini. Eşya da yüktü, insanlar kadar. Kelimeler bile bunca yük olmuşken bunca yıl artık konuşmasa yeriydi. İçinde biriktirdiklerini şimdi suskunlukla doldurup, kaldıracaktı. Kendini uçsuz bucaksız bir sona doğru hazırlarken, yanında hiçbir şey olmamalıydı ki, gidişi gecikmesindi. İçinde dönüp, dolaşan birkaç şiirden başka bir şey kalmasın istiyor, hırs, intikam, küçük görülme hatta hoşgörü gibi duyguların bile olmasını istemiyordu. Ancak her şey biter, sona ererse tamamlanacağını biliyordu. Bir tek beyninde kalan çınlamaya bir şey yapamıyor ve o da orada öyle bekliyordu. Ama yakında o da susacaktı, diğer tüm seslerle birlikte. Yoksa insan dediğin; geliştikçe kötüleşiyor, kötüleştikçe büyüyordu, lanet gibi.

Yaşanmışlığın gölgesi kalıyordu şimdi bulunduğu odada, ondan başkasının hissedemeyeceği, göremeyeceği, belirsizliğin tavana kadar uzanan ağırlığıyla birlikte yaşamak biraz doldurabilirdi içini. Boşluğu da böyle dolduruyor, eşyasız bir karanlığın tuhaflığında kendini ait hissedebileceğine inandığı bir yer olabilirdi burası. O matlığın terk edilmiş, bırakılmış hâlini benimsiyordu. Yuvarlak dünyanın düzeninde ne çok hızla değişiyordu istek, arzu ve beklentiler. Heves denilen şeyin hızlandırılmışı, tadı ve nankörlüğü kalıyordu içinde herkesin şu vakit, bu ara, o anlar… Yaşamadan bıkılan, anlamadan istenilen, istediğini bile anlamadan sahip olmaya çabayla, aslında yaşanmayacak olup, yaşamış, sindirilmiş ve hatta tahammül edilmek durumunda kalınmış gibi, bıkkın, yorgun ve değersizleştirilen… Buna rağmen yine de doyumsuzluğun köşesinde bekliyor, tatmin uçurumunun kenarlarında dolaşıyor bir türlü düşemiyordu.

***

Kendini en çok anlattığın şeylerin yalanından vuruluyorsun, aslında öyle olmadığını, olmayacağını içinden biliyorsun ama birine benzediğini düşünmek, birine anlatmak seni yalnızlıktan kurtarıyor, en az birini inandırmak seni yüklerinden uzaklaştırıyor ve güvende hissettiriyor. O yüzden yalandan bile olsa biriyle aynı olmaya meylediyorsun. Birine benzemek bir tek senin umurunda ve isteğinde, bunu bir başkası bekliyor değil. Ama sen beklenildiğine inanmak istiyorsun. Beklenilecek kadar umursanmak ve değerli hissetmek için.

Yirmi Ocak İki Bin Yirmi Üç 11:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Kayboluş

En güzel ses; sessizlik…

Kendi derinime batmaktan bir yere çıkamadım, çıksam da varamadım bir yere. Dünyaya böyle geldim, batık bir gemiden düşer gibi, düşsem de toparlamadım, öyle istedim, durmayı, sakinliği, kaybolmanın içindeki yokluğu sevdim. Bulunduğum yerde sürekli kötücül, korkutmayı amaç edinmiş, çürümüş ruhların, bozuk namlularındaki sözler isabet ediyordu içime. Bulunmamalı, bilinmemeliydim. Vurulsam, kaçacak yerim de yoktu, düşerdim, kaçmaya gücü olmayanların bir yerde ne olursa olsun, gidememesi, takılı kalması gibi. İstemediğim zamanda doğmanın, hazır olmamanın huzursuzluğuydu bu. İçini ev bilip, kimseye gidememek, bir yere varamamak, anlayamadığım şeyleri çözmeye de uğraşmak işime gelmezdi, uğraşamadım aklınızdaki düğümlerle, yapamadım yanınızda olmayı, beceremedim kimseye yük olup, nefes almayı. Bir kişiyi daha kaldıramazdı yüreğim, kendime kadar yer vardı. Artık çok geç bunca eskiyken, yeniden başlamak için. Yeni diye bir şey yok, ismimle tezat,

Hoşça kal’ı sığdıramadım hiçbir yere, o hoş kelimesi kaldı içimde, hoş olan bir şey yokken, niye hoşluktan bahsedecektim ki?

Söz sevinçleri, sızıları paylaşabildiğimiz bir şey değildi artık, hiçbirinin sözü bir diğerine benzemiyor, benzese çünkü biraz anlaşılırdı bunca laf. Söz; uçurumun kenarında son gücünle tutunduğun, gecenin bir yarısı sana en yabancı kâbusların arasındayken, içinde birikenler, derinindeki en yüce saydığın performansınla dile getirebileceğini bildiğin ama artık hiç bir harfi harcamaya değer görmediğin yerlerde biriktirdiğindi.

Bunca yıl sonra olanlar gerçekten olmuş muydu, bana mı öyle geliyordu? Öyle ya kimsede olanların olduğuna dair bir etki, bir işaret yoktu. Çok sonraları o zamanları uzak ve soğuk bir rüya, bir izlenim gibi hissediyorum. Kendime bile uzak, ayrı beklenilen olmayan bir sonradan çıkma bir eklem gibi. Artık her şey silik ve önemsiz olacak kadar uzaklaşmışken, kaç gözü vardı insanın, gördüğünü göremiyor, gördüğünü bilemiyor, bildiğini anlayamıyordu. Kaç gözle daha bakması gerekiyordu, görebilmek için… Onlara benzemiyor ama anlıyordun, her zamanki uzaklıkların doldurduğunu zannettiğin boşlukların, neden olduğu hep aynı ağrılar. Değişmenin cezası gibiydi değişememek, değişmeyecekti.

Hayatın manası ancak kendime kadar, kimse anlam arayıp, bulamaz bende. Eskiden anlamalarına ihtiyacım olduğunu zannettiğim şeyleri, şimdi hiç bilmemelerini tercih ediyorum. Hayatla uzlaşırdım belki, içindekiler olmasa. Denize hazırlıksız yakalanıp, düştüğüm o gece yarısı, beni boş verip, içimi de beraberinde dibe çökertip aynı zamanda suyun kaldırma kuvvetini bir kenara bırakıp, beni kaldırmayan denizi olmayan suya da aşk olsun.

Zamanın içinde olmaması gereken anlar vardır, geç kalmalar gibi, o anın aslında orada olmaması gerekiyor da tesadüfen oradaymış gibi, bulunduğu zamana ait olmayan ve olamayacak anlar. İşte ben de dünyanın içinde, o olmayacak an gibi duruyorum. Kimyamız yarı tereddüt, ikilem diğer yarımız da hezeyanlardan oluşuyor. Bir bilinmeyen, belirsiz de çok az bir kısmımız var, onu biz bile bilmiyoruz, bir şey olduğunda, önemini hissettiğimizde ya da farkında olmadan bir olaya hazırlıksız yakalandığımızda ortaya çıkan, bizim bile tanımadığımız o yan, tanıyamayacağımız… Heyecan bizi boş vereli çok oldu, on yıl mı, on gün mü? Dün gece o rüyada mı terk etti bilmiyorum. Kendimi yine kendimle avutuyorum, kimsenin kandırmasına gerek duymadan. Gidemeyeceğim bir yerdeyim, çıkıp, gitsem geri gelemeyeceğimi biliyorum.

Nefret ya da kin barınamıyor içimde, hiç. Başkalarının sebep olduğu durumlar karşısında bile bir miktar haklı bir nefret barındırmam gerekirdi belki, bundan sonrakiler için kendimi korumak adına. Ama hiç yapamadım, yapmadım. Belki üşendim, belki öyle güçlü duygularım olmadı hiç. Şerefsizlere, söz verip tutmayanlara, duygularımı sömürenlere karşı tavrım; onları oldukları yere havale etmek, öyle de yaptım. Sessizliğe aldım kendimi, sessizce geçtim dünyanın sokaklarından, böyle rahatladım, belki üşendim, belki hissimi körelttim ama bence en huzurlusu, kendim için en doğrusu buydu.

İçsiz bir zamanın içinden geçip, gidiyoruz. Anlamak isteyen, uzaktan da anlardı, anlatmadan da. Her şey sona ermek üzere olduğunda, hiçbir şey yapma gereği duymuyorsun. Hep kitaplardaki yazarların hayatı, filmlerdeki romanlar ilgini çekti ama artık her şeye birden, aynı derecede uzaksın. Perec’in Kayboluş’u anlattığı o boşluğu özlüyorsun çünkü o kayıp tam sana göre, senin sonsuz kere yukarı yuvarlanmalarındaki boşluğuna ancak böyle bir yer bulunur, böyle bir son olurdu. Bir sigara olsa, hep dışarıdan herhangi bir eşya da ya da maddeyle kocaman şeyler o ufacık nesnelerle düzelecek gibi geliyor. Hiçbir şey yapamadığın zamanlarda bolca saçmalıyor ve buna zaaf gibi tutunuyorsun. Bir şey yapmaktan, neden olmaktan, senden sebep herhangi bir şeyin yeri olması, yer değiştirmesi, değişime uğraması ya da var olması seni korkutuyor. Hiçbir şeye sebep olmak istemiyor, kendi sebebinden feragat edip, kurtulmak istiyorsun. Hayata hâlâ neyle, hangi bağla tutulduğunu bilmiyorsun, bulamıyorsun da. Sevdiğin şeylerden dolayı olamaz ki onları bile yeterince sevemediğine inanıyorsun. Bu nedeni, bağı da bulmuyorsun çünkü bulsan o bağı da ortasından kesip, yok edersin. Herhangi bir sebep, çıkıp, yapışsın, tutunsun, nedenin olsun o bağla istemiyorsun. Atlamak istediğin tuzaklara kendi ayağınla gidiyorsun, kaymak, kaybolmak arası bir şey oluyor o zamanlarda ama tamamen yok olamıyorsun, diğer her şey gibi, her şey gibi bir yerin var, istemesen de, anlamasan da, tutunmak istemesen de, tuzakları özleyip, uzaklara meylin olsa da…

Bunca denizde olup da bunca acılı, derin ve kederli aynı zamanda da anlamlı bu kadar şeyi nasıl yazıyorsun bilmiyorum. Gözlerimi gözüne açtım, her yer sınırsız denizdi, yokluk gibi, hiçlik gibi. Boğulmak istedim, ben zaten hep eskiden beri, kimseye sormadan yok olmak isterdim. Dünyalarca uzaklık var şimdi aramızda, köklü, ölü ve sisli. Birkaç hayat, biraz gerçeklik ve çokça soğukluk girdi araya, iliklerine kadar hissettiren. Zaman sanki bizi koparıp, başka yerlere yapıştırdı, hayat kendine yer ettirmek istedi içimizde, iç yoktu, kendi suyunun bile dışında kalıyorsan, nasıl inanabilirdik bir iç olduğuna, iç olsa bile tüketen bir şeydi, bitiren. Hiçbir şeyin içi yoktu, olsa olsa sadece bir kalp çarpıntısı oluyordu, yaşamaya dair. İç olsa gidebilir, saklanabilirdim, benim içim beni dışarı atmıştı, kendimin bile bulmayacağı bir iç olsa inanırdım içlere. Giderdim o zaman içe, gidebilirdim.

Düşünerek farkına vardığım şeyleri, susarak unutmayı yeğliyorum. Hissedebildiğim tek ve yoğun duygu; bıkkınlık. Yorgunluk da değil, onu bile uyuşturmasını becerebiliyorum ama bıkkınlığımın hiçbir çaresi yok çünkü her şeyden her an bıkabilirim. İsteyebileceğim hiçbir şey yoktu, akıp, giden zamandan başka. Terkedilmiş rüzgâr diye bahsedilen o rüzgârın kimseye ihtiyacı yoktu, kendini kutluyor her fırsatta, dalgalar da eşlik ediyordu. Güçlendikçe bir şeyleri savuruyor, bir şeyler ona katılıyor, bazı şeyler ona kendini bırakıyordu, o da elinden geldiğince savuruyordu, onun buradaki hükümranlığıydı sorgusuz.

Nevin Akbulut
Yirmi Sekiz Aralık İki Bin Yirmi İki 11:00

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Kırık Pencere

Kendi boşluklarından atlayıp, geçemeyenler, içini doldurur.

Kimse tanımayınca güvende olacağını biliyorsun çünkü hep tanıdıkları hatta yakınları zarar verir insana. Bu fikirle çok uzaklara, isminden, cisminden, geçmişten, kırık pencerelerden, soluksuz kaldığın odalardan, hapis kaldığın bıçağın sırtında geçmeyen gecelerden uzağa gitmek istiyorsun. Karlı bir yere, yeşilin bol olduğu bir yere, çiçekli bir isim istiyorsun, vedalaştığın çiçekli elbiselerden sonra. Bütün duyduğun isimler geçmişi, geçmişin içinde geçemeyen bir şeyi çağrıştırıyor. Hiç duyulmamış bir isim yok mu? Ne zormuş insanın kendini bulması. Birine rastlamaktan bile zor. İnsan olmaya isminle başlıyorsun, o derece önemli çünkü. Yeni, yepyeni bir şey istiyorsun, eskilerin intikamıyla işin yok, içinde intikam ve kırıklarla çok fazla uzağa gidemezsin, heveslerinle gidersin, yastan ve endişeden uzak. Eskiler olmasın, yenilenmesin, karşına çıkan her yeni eskimiş olsun mühim değil, senin eskin olmasın yeter. Hangi ismi yakıştırsan üzerine, eskileri yenilemekten başka bir işe yaramıyor, garip. Bir nesne ya da bir sebze kadar vasıflı olsaydık keşke diye geçiriyorsun içinden. Yine içinden çıkamadığın şeylerin içindesin, dağlar, bayırlar, çayırlar bile söküp alamıyor içindeki seni. İstediğin bir son sadece ama yeni bir başlangıç için, hiçbir sonu beğenmiyorsun, sen yok olmadan gerçekleşemiyor bu son bir türlü.

Mutlu olmak kadar, mutlu ölmek de çok zor. Tüm kesiklerimi hakkını vermiş boynumdan çıkarıp, kaçtığım yere bırakıp, gitmek istiyorum. Arayan herkesten kaçtığım için, kendimi de aradığım yerde bulamıyorum. Olur ya belki de çimenlerin üzerinde mutlu bir son vermişimdir kendime, zamanında gelmeyip, beklenen virgüllerin yerine, özlenen bir nokta. En azından bunu becerebilmişimdir kendim için. Umut ediyorum, kinlerden, hayallerden, hayalsizlikten, kırıklardan, açık bırakılan kapılardan kurtulmuşumdur belki. Madem hiçbir şeyin düzeleceği yok, kendimi ardımda bırakıp, sıyrılırım. Bu da benim hayatım boyunca yaptığım ilk ve son üşengeçlik olsun.

Ceplerimizde kaygı dolu düşünceler, beynimizin içinde sürekli gösterime giren; huzursuz anılardan akan kurumamış yaralar, koptukça ıslanan. Yaşamak için hayatı kazıdığımız tırnaklarımızın arasında eskimiş vedalar, geçmişten canı yanan, geleceği ister ya da bekler mi, beklediğini bulabilir mi? Ölen hayallerimizin yükü yetti, hayatlarımızın yükü de. Yaşayacak ya da çoğalacak bir neden bulamıyorum. Uyandığın her gün doğduğunu zannederken, her kötülüğün karşısında, yeniden ölüyorsun, tekrardan başka bir şey değil bu. Sadece karmaşadan anlaşılamıyor ya da bu ölümün ismi yok henüz. Bitmeyecek yolları düşlüyoruz sürekli, durmaya katlanamıyoruz çünkü düşünüyoruz, unutamıyoruz, anlıyoruz, biliyoruz. Bilmek yük, ağırlaştırmak istemiyoruz.

Gölgesi bile terk etmişti onu, bundan sonra tüm yalnızlığının sebep ve sonuçlarını o kayıp gölgesinden bilecekti. Şimdi yıllar sonra geri gelse bile gölgesini tanımayacaktı, ardı sıra giden fazlalıktan başka bir şey olmayacaktı. İçinin acısıyla yoğrulmuş, hezeyan ve korkularla soslanmış, kırıklıkları da arasına boca etmiş bir hayatın verebileceklerinden çok veremeyeceklerini biliyorum artık. Bir an bir istek, arzu, hayal, ümit geliyor, sonra geçiyor her şey. Sonra yine geliyor, değişerek ve azalarak, onların da üstesinden geliyorum. Kendimi anlayamama boşluğundan geri dönemiyorum. Hayatla ve herkesle arama kazdığım o çukur ve içine attıklarım, artık görmek istemediklerim, istemeyi sevmediğim her şeyle birlikte o boşluk izin vermiyor. Dengesizliğim aslında güzelliğimdi, varlığım yersizliğimdi. En çok kendimi anlayamayışıma içerliyordum. Kendime söylediğim her şey, kendi üzerimden, geçmişimden, tüm dünyayaydı. Kimse ben değildi, kimsenin içinden geçenler de benimle ilgili değildi. Kendime söylenmelerim kesinlikle mantıklı ama cevabı başkalarından beklemek delilik emaresi. Ne olduğumu ya da olacağımı sanıyordum ki, doğumdan ve dünyadan öncesini bilmememe rağmen. Kucağımda kırılmış kalp, uykusuz geceler, okunamamış kitaplar, harcanamamış zamanlar, gidilememiş yollar ve bir türlü uyandırmayan kâbuslar. Nereye gidilebilirdi ki… Ayna da cevap bulamıyor sorularıma. Hevessizce geçen günlerin kuyruğuna hep bir yenisi ekleniyor, bir yerde dursun, kalsın istiyorum, eklenmesin bir yenisi daha. Cennet diye kurulan tüm hayaller cinnet olasılığı. İçimdeki dürtülere yer bulamıyorum. Öğretilen her şey ezberlenmiş korkular hâlinde içime yerleşiyor, başka hiçbir şeye yer kalmıyor. En nihayetinde inanmaktan inanmamaya geçeceğim, biliyorum, açılan her kapıyı aşk zannettim, âşık olmayı da bilmiyorum, âşık olduğunu söyleyenleri de anlayamıyorum. Tutuk, sakin, çekingen ve kusurlu geçti zaman. Zamanım yok artık.

Zaman, muhakkak zamanı var her inançsızlığın. Bir türlü yer ayırıp da içine almayan hayat, dışarı da salıp, bırakmıyor yakamı. Kendime bile eğretiyim, kime ya da neye olmayacağım ki, meyilsizliğim bu yüzden, tutunamamam… Güvenmeye çalıştığım yerlerden dağılıyorum, toplamaya çalıştıklarım çarpılıyor, kalmak için teselli ya da aradığım anlamları bulamayınca delişmen ve hırçın oluyorum. Hangi kusuru görsem, içinde kendimi buluyorum. Gerçek olduğuna inandığım her şey, bir yerden sonra sadece hayal oldu gözümün önünde, buharlaştı, gitti. Üzerinden zaman geçtikçe sadece bir sanrıydı demeye başladım, daha sonra uyku ile uyanıklık arası bir düş olduğuna inanmaya başladım ve en sonunda da uyanmak üzere olduğum bir sabah gördüğüm saçma bir rüya olarak algıladım. Gerçekler inanılmaz hızla yer değiştirdi içimde bir yerlerde. Şimdi dokunacak kadar bile gerçek olduğunu hissetsem, artık zannetmem, inanmam, inkâr ederim. Eninde sonunda sadece rüya olarak kalacaksa bir şey, rüyadan öteye de gitmemeli. Şimdiden asıl olduğu yeri kabullensin herkes.

Bildiğim yerden yaşamaya çalışıp, bildiğimi okuyordum. Onlar bildiğim her şeyi unutayım istiyorlardı, geriye bilmediklerim kalacaktı, insan bilmediğini okuyamaz, yaşayamazdı ki. Bildiklerim dokunuyordu besbelli ama bilmediğimle nereye gidebilir, ne yapabilirdim.

İyi ki yarına çıkacağımızın garantisi yok, aksi takdirde kim bilir insan neler yapmaya cüret edebilecekti. Bir tek an, tek hatıra yetmiyor günümüz yaşantısında, doymaz bir açgözlülükle hatıradan anıya, anıdan hikâyeye hep koşmak, tüm zamanları talan etmek istiyor. Her an onunla ve yalnız ona ait olunsun istiyor üstelik bunu da karşısındaki şeye ait olduğunu bildirerek yapıyor. Satır aralarını okuyamayan birinden saflıkla anlayış bekliyorsun, nasıl yanılıyorsun. Yaşanır, inan bana bu kalp kırıklarıyla da yaşanıyor çok güzel. Sadece eskisi gibi inanmıyor, hayal görmüyor, masalın içinde hissetmiyorsun kendini. Onun yerini sadece vicdanından sorumlu şeyler alıyor, tüm derdini ona yüklüyorsun, vicdanın rahatsa, sen de çok mutlusun demektir.

Sürekli bıktığımız o boşluklar, beklediğimiz başıbozukluklar, hiçbir şeyin olmayacağı o suskun bakışlar… Dış yaşantının sebep olduğu, iç sarsıntılar. Parmaklarını biliyordun, içinde bulunduğun parmaklıkları sayamıyordun. Hayal ettiğin o öteki dünyanın etrafını çizen çember, seni barındırmıyor, seni atıyor her defasında çemberin dışına, kendine yabancılığın oraya yabancılığınla akraba. Çizen o kalem senin elinde değil, dizen, özenen o şiir uzak. Yazgı mı diyorsun buna, yazık. İnan, daha kolay. Adımlarını kısıtlayan o uyuşuk esneklik, kaç binanın tepesinden uçsan gücünü teslim etmiş olur, kaç dünyayı dolaşsan varabilirsin gideceğin yere? Başka dünyayı bulamıyorsun gözbebeklerinin ardında, perdeli, tutkulu, tutsak, vasat şu zamanlardan felçli bir isteyişin gölgesinde bekliyorsun.

Yirmi Dokuz Kasım İki Bin Yirmi İki 17:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Yapay Dönüşüm

Yaşamayı meğer tüm isyanlarına rağmen ne kadar da seviyormuş, bulunduğu ortamda olabilmenin rahatlığı için sırasıyla her şeyi yapacaktı. Kendini kabullendirmek için, hiç istemediği şiirleri yazacak, hatta sağdan soldan arakladığı cümleleri biraz karıştırıp, aralarına kendinin sandığı kelimeleri serpiştirip, sunacaktı. Bir zaman sonra kendinin olduğuna o kadar inanacaktı ki, sonra çoğunluk tarafından beğenilmenin o sarhoş edici kasvetine aldanacak, sevmediği ve hatta hiç sevemeyeceği şeyleri yapmaya başlayacaktı sırayla. Hiç fotoğraf sevmediği hâlde kendi üzerinde bile eğreti durduğunu bildiği pozlar verecek, gerekirse yerlerde yatıp, yuvarlanacak, şaşkın, çatık kaşlı, abartılı pozlarına her gün yenilerini ekleyecekti. Zamanla hep kızdığı, hatta karşı olduğu ve en yakınıyla her muhabbetinde sürekli eleştirip, dalga geçtiği kişilerin izinden gidecek, onları taklit etmeye çalışacaktı, artık sadece önemli olan bu camiada var olmaktı, üzerine olsun ya da olmasın, eğreti dursun ya da durmasın. Öyle ya üç-beş kişi eleştirir sadece belki ama diğer taraftan yüzlerce kişi beğenirdi, o yüzlerce kişi binlere dönüşecekti, zaten durmadan hep bir şeylere, ortamına göre dönüşmüyor muydu? Sağdan soldan arakladığı şiirsel zannettiği cümleler ya da taklit ettiği pozlar, kullandığı kelimeler değildi tek hırsızlığı, içinden kendini çalmıştı, o yüzden tüm bunların hiç önemi yok, zamanında hiç kimsenin yüzüne bakmadığı, beğenmediği yazılarına değerlendirmeye çalışıp, değer katan, anlamlandıran, yükselten o tek yüreğin bile ezilmesi hiç önemli değildi. Kendinden geriye yapay ve sahtelikten başka hiçbir şey kalmadığına göre ezip, geçtiği gerçek şiirleri de unutabilirdi. Dönüp, arkasına bakmaz, hatırlamazdı, ne de olsa parodiydi her şey.

Zamanının, varoluş nedeninin haklı isyanı şimdi sakinlemiş, saçlarına kadar yerleşmiş o yapaylık yüzünden değil belki ama gülümsemesinden okunuyordu çünkü o sert hatlar çok nadir gülümserdi, her şey gibi gülümsemesi de yumuşamış, kayganlaşmıştı. Hayat hiç değişmeyeceğim diyenleri bile bir gün sınar gibi özenti çukurunun içine fırlatıp, atıyordu demek. Kendine olan bağlılığın ve değerlerinle ölçülebiliyordu her şey, ilk yıkımda yıkılıp, onların istediği kişiye dönüşecek kadar güçsüzmüş ya da yeterince ezildiğine ikna olduğu için bu yolu seçmişti belki bilinmez. Ama şair bile bir gün şuanda ya da günün sonunda veya ömrünün ortasında, sonunda fark etmiyor suni bir şeye, içinde hiç taşımadığı duygulara öykünebiliyor, imitasyon gibi kalabiliyordu yaşamının devamında. Özgürlük diye tutunduğu inandığı her şeyi, sahte zevkler uğruna harcayabiliyordu. Hiç tarzı olmadığı hâlde yaptığı şeyler için, kimseden özür dileyecek hâli yoktu ya. O derece ince düşündüğü de hiç olmamıştı. Düşünenleri de sorunlu olarak tanımlardı. Kendini kolaylıkla unuttuğuna göre, onu azıcık hatırlayanlara da bir şey borçlu olduğunu hissetmiyordu.

Tüm sahtelikleri fark edene kadar ışıldayacak, parlayacak yeryüzünde amaçsızca. Etrafının da değersiz bir çemberden örüldüğünü anladığında kendi değersizliğinden iğrenecek, yine de kusmak için bile aradığı hiçbir yerde bulamayacak kendini. Kusamadıkları, sustuklarına ve içine attıklarına karışacak, olmayan varlığını şişirecek, içinin boşluğunu böyle doldurduğunu zannedip, oyalanacak.

Kendinden ödün vermek, kendini yitirmek, kendini hiç olmayacak biri hâline dönüştürmek de yetmemişti, daha fazla beğeni için, daha fazla sisteme hizmet etmesi gerekiyordu. Kendinden ne verebilirse sonuna vermeli ve ne kadar çok hiç ilgisi olmayacak kişiler bile olsa izlenmeli, okunmalı, takip edilmeli, varlığını herkesin bilmesi gerekiyordu. Ruhundaki açığı, açlığı b şekilde susturabileceğine inanıyordu. Yaptı da, sonuçta hiç hayal edemeyeceği, o çok güvendiği bir tutam kalmış, çok uzaklardaki dostlarının da tahmin edemeyeceği bir şeye dönüştü. Şimdiye kadarki her yaşadığı kötü şeyin, talihsizliğin, kaderin (ki kendisi çok inanırdı), affı, mağfireti, tesellisi olarak gördü bu yavan, içi boşaltılmış, geçici heves ve meraklarla sıvanmış sevgiyi.

O ufak tefek, bir avuçtan daha az kalmış, kendisini gerçek dünyada önemseyen dostları onun bu hâline, içerleyip, üzülmekten öteye geçemiyorlardı, sınırdı çünkü hiç kabullenemedikleri. Geçip, gidemezlerdi yanlarına. O kadar görmek istemiyorlardı artık onu, içlerinde herkes ne derece yalandan da olsa çoğaltsa da onlar azaltmış, bitirmek istiyorlardı. Onlar yerlerinden kıpırdayıp, herhangi bir hamle bile yapmaya değer görmüyorlardı şu zamanı, okunmak bile istemiyorlar, hatta bir tek kendi kendilerine yazıyorlardı, kalemleri kendilerine, hüznü, derdi, kederi de hep içlerineydi. Bir anlatabilselerdi, buna da hiç lüzum yoktu, hem de artık biliyorlardı anlaşılmayacaklarını. Asıl akıntıya karşı kürekleri bırakan onlardı, o diğerleri küreklere asılmış, akıntı yönüne gitmeye uğraşıp, milyonların içinde kendilerine yer edinmeye çalışmış, oldukça da başarılı olmuşlardı. Ümit dünyasıydı ne de olsa, bir yerde uzak bir zaman diliminde, her şeyin gerçekten hissedileceğini, yüzeysel değil de, içsel olacağına inanıyorlardı hâlâ. Umut bundan sonra yalandan başka bir şey değildi, yine de bunu içten içe hissetseler de, kendilerine anlatamıyorlardı. Kendine anlatamadıklarını, kimseye dökemezlerdi ya. Sonsuza kadar gitse de bu suskunluk, kabullenilmiş, benimsenmişti. İhtiyaç olan şey buydu belki de, susmaktı, onca sesin çokluğuna ve karışıklığına karşın susmak. En azından bu şekilde sadece kendilerinde de olsa, var olacaklarını biliyorlardı.

Arsızca ve yersizce fışkıran özgüven patlamalarıyla ne yapacağını, nereye gideceğini bilemediği için bu durumdaydı. Böyle asılı, anlık… Kendini yıllar geçtikçe içine kapatan insanların tam tersine, her durumda ve şartta görülebilir olmaktı tek isteği. Görülebilir olunca varlığını kabul ettirip, kendi varlığına da inanabilmekti belki amacı. Birileri tarafından onaylanamıyorsa varlığı da yok demekti. O kadar yok olmuştu ki yıllar içinde, en ufak bir varlık ışığına flaş gibi sadece yanıp, sönse bile, ona da razıydı.

İnsana en büyük zararı, başka bir insan değil de, yine kendi verirdi çünkü tüm bunlara dışarıdan ve içinde olabileceklere yalnız kendisi izin verirdi, kendinin sorumluluğundaydı bu. Bu kadar görünür olup, kolay yoldan kendimizi infilak ettirmekti belki amacımız. Zaman gelmiyorsa, hayat da gelemiyorsa hakkımızdan, hastalıklar, ölümler de bir işe yaramıyorsa insanlar hiç yaramazdı. Biz kendimiz gitmeliydik o zaman belamıza. O yüzden bizzat kendimiz el atıyorduk bu ucuz ve çabuk sona. Anlıyor, hak da veriyordum artık uzun zaman sonra, ama herkes başka şekilde yok olmayı tercih ederdi, tıpkı aynı şeyi, hepimizin türlü kelimelerle anlatması gibi. Üstelik aynı şeyi anlattığımız hâlde, anlaşamadığımız gibi. Huzura alışık olmayanların memnuniyetsizliği, gerilim gibi bir anda huzurlu bir şeyle karşılaşınca ortaya çıkardı çünkü onlara göre huzurla huzursuzluk yer değiştirmiş, içlerinde çok güzel dönüştürmüş, bu yüzden de bu tanıdık olmadıkları hisler karşısında, hissiz kalmayı tercih ederlerdi. Bilinmeyenden uzak durma, kaçma, saklanma, bir tür gizleniş, ancak böyle güvende hissedilebilirdi.

Her şeyin hızla dönüştüğü şu zamanda, hiçbir şeyin artık başladığı gibi sona ermeyeceğini biliyorduk. O da biliyordu, şu uyuşmuş zamanın tadını, daha da uyuşarak geçiriyordu. Bir gün komple uyanacak, rüya gibi, belirsizlik gibi bir şeyden tamamen ayılıp, aydınlanacağını biliyor, şu uzak durumunun ve uzatmalarının da bir daha geri gelmeyeceğini bildiğinden, yaşıyordu, yaşadığını zannetmek değil, o sahiden böyle yaşıyordu. Uyandığı anda bitecekti çünkü tüm yalın, yapay hikâyesi.

Üç Kasım İki Bin Yirmi İki 16:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji Şiirler yeni şiir

Mavi Yok

Ziyanı yok ki, artmıyor
Ne balığa tuz yetiyor, ne yaraya
Ne bana sus yetiyor, ne kelimelere
Mavi yok
Babamın saati kolumda, annemin elleri
Yeni bir zaman yok
Her şey kullanılmış çokça
İzlediğim her şey önceden görülmüş
Bulamadığım her bilmece eskiden bilinmiş
Okuduğum her kitap bir yerlerde yaşanmış
Sevdiğim her şey bana uzakmış
Fakat sormam lazım;
Bir yerlerde yaşanacak bir şey kalmadıysa hâlâ
Neden buradayım?

Bitecekse bu şiirler bir yerde
Susacaksa kelimeler hiç sormadan
Bir zaman sonra yanacaksa yaşanan her an
Yanlışın içindeyse bunca sevmek
Nefret etmeyi de kalbin yemiyorsa
Ama yine de her canlı en az bir canlıyı yemek zorundaysa
Evcilik oynamaktan öteye geçmiyorsa evlilik
Bu bağlılık fazla değil mi?

Susmuyor siren sesleri
Kâbuslardan ve onlardan artan zamanda
Ne yaşadıysak haksız şekilde
Bölüşmenin manası var mıydı bu yoksunlukta?
İki şey susturabilirdi bizi
Düzensiz ama kafiyeli
Kısa cümle ama uzun uzadıya kelimeler
Sorsalar kısa kesiyorum derdim
Bitiremediğim her şeyi
Biriktirmeye meyilliyim.

Önemsiz ama kararsız betimlemeler
Hesapsızca uçup, giden, üzüp, giden, hep ama hep giden imgeler
Pervasızca sorulmaya çalışılan hesaplar
Kalbimin almadığını, beynimin de sınır dışı etmesi
Zehrin suya sustuğu
Bunca kusmalar, susmaktan çok
Bitmeyen anlatmalarla laf kalabalığı yapmışım
Uzayı biraz da ben doldurmuşum, nefessiz kaldığım anlarda
Ama en güzel anları onunla birleştirebilince
Kendime de yakıştırabilirim zannettim.

Her sokak başında başka bir yerinden kırıldı anlar
Ortalık yerde susmalar, bizi hep didikleyen ayrılıklar
Özensiz ama kenarda kalmanın ihtiyacı ile
Susuyorum koltuk deseni gibi
Madem her şey bu kadar normaldi
Zamanın o ulaşılmaz yerinden kopup
Niye vurdum tereddütsüzce sahile
Susuzluğun dindiremediği, kusurlu bir adanmışlıkla…

 

Otuz Bir Ekim İki Bin Yirmi İki 14:00
Nevin Akbulut

Şiiri hikâyesi: Çok güzel bir tek edilmiş buldum, çöplük kenarında.

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Kor

Artık bunca olan şeyden sonra; birlikte yeşeremeyeceğiz biliyorum, ama belki beraber çürüyebiliriz!

Gülmekle ağlamak arasındaki o uyuşukluk durumu, kalıp gibi yapıştı ruhuma. Hiçbir şeye gerektiği gibi ve yeteri kadar tepki veremiyorum ya da her şeye aynı tepkisizliği gösteriyorum. Vedalaşamıyorum içime attıklarımla, tutarsızlıklarımla, atıp, tutamadıklarımla. Beni kendimden ayıran belki de buydu. Bana eziyetlerin en kıdemlisini seçmişsiniz, hiç zorlanmadan, sanki yıllardır bunu bekliyormuş gibi, öyle olağan ve bir o kadar da bilmişlikle. Canı yanmanın ateşle bir ilgisi olduğunu o kadar iyi anladım ki, ateş düşüyor çünkü canına insanın. Salt acıyla ilgili yok yanmanın, en çok ateşle ilgisi var, belki de insan kendi cehennemini içinde taşır derken bunu kastediyorlardı. Hasretten ölmezdik belki ama o ateşten ölebilirdik, kolayca. Kendini yakma cesaretinde bulunanların içinde de o ateş olduğundan belki bu kadar kolay cesaret edebildiler. Kendimi iyi hissetme denemelerim yine başarısızlıkla sonuçlandı, odaklandığım her şey buhar gibi uçup gitti, uçan bir balon kadar yer etmedi hiçbir şey içimde, o ateşten başka, hoş oraya ne düşse yanardı, ondan belki de düşüremedim.

Düşünmeden yaptığım ya da yapamadığım bazı şeyler bulunduğum durumu kendiliğinden kolaylaştırdı, böyle olması gerekiyordu çünkü bir de onlarla uğraşamazdım. Bu hikâyeyi de beceremedim, bu saatten sonra hikâye yaşamak değil, ancak yazmak gelirdi elimden, daha çok yaşamadığını yazabilmeli bence insan, yaşayamadıklarını anmak için. İkiye bölünen her şeyin içinden büsbütün acı ve sıcak bir gözyaşı döküldü, yüzümü atlayıp, çakıldı yere, beni her şey atlayıp geçebilirdi, hatta kendim bile. Kendimi bölüp, parçalayamadığım, aynı zamanda bütünleyemediğim için de yarımdı her şey. Acil bir çıkışım olsa, kaçıp, kurtarsaydım kendimi benden. Sarıldığım her şey kayıp giderken, arkalarından sessizce el salladım, o çarpık gülümsememle, tutunduğum her şey bir tık daha o sondaki sonuca yaklaştırdı beni. Alkışladım hem de tüm yüreğimle. Hani canıma ot tıkasalardı, kesin o otlar da tutuşur, yanardı. Çevirip, üzerinden atladığım bir sayfa gibi görünüyor olabilirsin ama bıraktığın kalem izi o kadar acıtarak ve iz bırakarak yazmış ki; tüm diğer sayfalara da geçti.

Anlamlar bazen hiçbir manaya gelmez! Başka bir film izleyecekken, salonları karıştırıp, yanlışlıkla girdiğim filmde bile bir miktar anlam bulurdum, şimdi planlı, programlı olan şeyler bile oldukça anlamsız geliyor. İnancım yüksek ama cahilmişim, oldukça abartmışım. Şimdi karanlık bir acı var içimde, ama sahici, gerçek, dumanlı değil, sisli hiç değil, gün gibi, her gün yaşadıkça varlığını hissettiğim, çıkaramadığım, bir yere bırakıp, kaçamadığım, bırakamadığım… Tüm mümkünlerin eşiğindeyim…

Manasız bir suskunluğun içinde kendime çıkardığım manalarla tersine çevirmek isterdim her şeyi. Neyi anlatsam yersiz, neyi savunsam haksız, neyi sevsem yarım olacaktım. Anlaşılabilirliğin zaten dolan kapasitesinden yararlanacak değildim. Yarı söyleyip, yarı susmalarımla geçip, giden günleri kurtarmaktı niyetim, bir işe yaramayacağını bilerek. Kimsenin duymayacağı kelimeleri söylemek, bilinmeyen bir dilde konuşmak gibi bir yabancılıktı. Onları yabancı sıfatında tanımlamaktansa, kendime uzaklaşmam daha yerinde gibi geliyordu. Şehirlerden geçiyorsun, bir yere varamıyorsun. Kilometre ile ölçülemeyecek uzaklıklar yaşıyorsun. Zamanında canını dişine takıp, anlattığın her şey için pişmansın, sen anlattıkça mesele sendeymiş gibi hep reçete sunmaya çalıştılar. Oysa birkaç temiz, sorunsuz iyi gün yeterdi, artardı bile.

Neyin vardı ya da nelerin yoktu da bunca gelmiyordun yanıma? Ayakların, mesela kalbin? Yürek mi demeliydim, daha içsel bir şeydi belki de. Tüm zamanların en güzel anını giyinmiş, bekliyorken ben böyle burada… Yalnız çıktım tüm merdivenleri, koridorları yalnız geçtim, odalarda yalnız başıma korktum, bekledim. Pencereye çıkmak bile bir tık daha ileri ümit vadettiğinden yapmadım. İyi olacağım ümitlerini hep kendimle birlikte, içimden artırarak biriktirdim. Herkese yetecek kadar umuttu bendeki, fazlasıydı. Yalnız uyudum, içindeki yataklarda sürekli değişen ve yok olan yüzlerin olduğu koğuşta. Yalnız ama ışıksız uyuyamadım. Sorsalar korkuyorum zannedersin, hiçbir şeyi unutmamak ve beynim dâhil her şeyi tekrar uyandığımda yerli yerinde bulmak için. Gözlerin mi eksikti yoksa ben her şeyi bunca bulup, görmek isterken. Görmeyi istememekti belki de sendeki eksiklik, gözlerinin koyu çukuru değil de artık katranlanmış gayretsizliğindeki soğukluktu.

Olurdu ya, uyandığımda kendimi orada bulamamaktı korkum, uykular yarı ölümse, ben tam ölüme bu kadar yaklaşmışken. Narkoz anında, siyah yumuşak, kadife bir kuyuya yavaşça ve itinayla düşüyorsun, ama sonra o siyahlığı ve boşluğu mürekkep gibi bir şey yutuyor, karalıyor. Ama renkli de değil, renksiz, sis gibi yoğun bir şey. Aldığım her narkozda biraz daha kendimi yerimde bulamıyordum. Seni de bulamamaktan kaynaklanıyordu bu, zaman da yaramadı. İçimden alabildikleri o birkaç gram beni azaltmadı, aksine büyüttü, çoğalttı, üstüne bir de parçalara bölüp, dağıttı. Şimdi kim daha eksik, fazla ya da iyi bilinmez. Hiçbir şey okumamış, iki kelime etmemiş, bir virgül bile koymamış gibiyim şimdi. Bir şeyler henüz olup, bitmemiş, hiç başlamamış, ara verilmemiş gibi, oyun gibi uykuya dalmaya çabalıyorum geceleri, ışıklı bir odada. Uyanınca nefes alıp, yeniden yaşıyormuşum gibi yapıyorum. Sol elime bıçağı alıp, sevdiğim sebzeyi doğruyorum, doğruca. Bıçak kayıyor bazen, solum güçlü, biliyorum. Bıçak biraz daha kaysa…

Böyle kalsın, olabildiğince kuru ve yavan. Yere düşüp, yok olan bir yaprak, bir gün bir kitabın satırları arasında yeniden ortaya çıkar çünkü biz inanmaya çoktan hazırız, özellikle gerçek olmayan şeylere. Okunmasın diye boşluğa yazdıklarım, boşluğu bezdirdi. Aklımda sürekli sıkılma biçimleri, saklanma ve kaçma hâlleri, kalbimin ucuna gelip, hiçbir şey olmamış, sanki içeride sıkılmamış da çıkmayacakmış gibi kaçışan kelimeler, aklımın ucunun da uçtuğunu sanıyorum. Hiçbir şeyi, başka bir şeyle ölçemediğim ve yerine koyamadığım için dolmuyor boşluklar. Sarhoşluklar ve inançlardan geriye kalanlar hiçbir şey etmiyor, bir etkisi de yok. Ucunu kaçırdığım her cümlenin sonunu başka yarım bir cümle ile birleştiriyorum. Üşengeçliğim, ayrıca yarımları tamamlamaya yetmiyor.

Zamanın ruhuna uygun, abartacak güç yok bende, o yüzden zamanın ve tüm o gereksizliğin dışındayım. Tüm bunları bilsem, bildiklerim israf olacak, bunca israfın içinde duygularıma bunu yapamazdım. Açıklanabilir bir şey değil, izahatı yok belki ama tesadüflerin içine sıkıştırdığımız, biriktirip, teselli bulduğumuz şeyler de vardı, rastlaşmalar gibi, denk düşmeler gibi. Zaten zamanın bu hızında bu karşılaşmalar olmasa nasıl yetecekti ki hayat bize? Islak yağmur kokusu alıyoruz birbirimizden, ezberlerime hayret ediyorum en çok, unutmanın bunca kolay olduğu şu zamanda, tüm bilincimle sesleniyorum içime, her geçen gün her şeyin birbirine benzediği zamanlarda. Ezberimden bulup çıkarıp, bakıyorum, yerinde. Unutmakla, ezberin arasındaki o büyük boşlukla bağlanmıştım sana. Yarım bıraktığım her şeyin adına, tamamlar gibi sarılmıştım. Bütünlenmeye teşebbüstü benimkisi sadece, gizliden gizliye bir niyet gibi, çok eski bir özlemin hatırına, anımsanması gibi.

Bazı uzayıp, giden, olağanmış gibi görünen şeylerin o an ile ya da o hikâye ile bağlantısını kuramıyorum. Yeteneksizliğimi biliyorum ama bazı kitaplar sonsuza dek sürsünler istiyorum, bazı hikâyeler gibi. Anlayışsızlığımın anlayışına sığınıyorum.

Yirmi Üç Eylül İki Bin Yirmi İki 14:00
Nevin Akbulut