Browsing Tag

nevin akbulut

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji

Filler Kadar Unutamıyorum

Bazen kendimden o kadar sıkılıyordum ki; ölsem cenazemi ilk ben terk ederim herhalde diye düşünmeye başladım. Kaçar, gider, kurtulduğuma sevinirdim, öyle ya beni tutacak kimse olmayacaktı o zaman, ben bile. Artık anmam gereken yerde susar, anlamam gereken yerde de sıkılırdım. Kaybettiğim ilhamın tanıdık izlerine bir yerlerde rastlarım belki aniden. Kayalıkların üzerinde gezinirken, dağ keçisi gibi ruhumla karşılaşırım bir zaman sonra, tanımıyormuş gibi yaparım. Öyle ya var olduğun ruhun bile bir gün nedensizce yabancılaşacaktır sana, canının uçurumları istediği zamanlar tanıdık kalır bir tek. Bir saat bile dayanamam, katlanmak gibi gelir tüm bu gördüklerim, o yüzden gördüğüm her çölü dağ bilir, her dağı rüzgâr uğultusundan dolayı deniz zanneder, tırmanmaya çalışırken biraz daha dibi boylarım. Böyle canından vazgeçiyordu demek bir şekilde yaratılmışlar.

Ruhunu parmaklarından yemeye başlamıştı önceleri. Yazacaklarını gözleriyle yazar, hayal gücüyle oturtabilirdi bir zemine. Bunun devamından korkuyordu, daha fazla kendinden bir şey eksilmesinden, ne de olsa alışmıştı bunca yıldır. Oysa dünyanın ters dönmesi gereken zamanlar yok muydu? Her gün oluyordu ama yine dünya yeryüzüne oturmuş, öylece kalıyordu. Kıpırdamıyordu yerinden. Tersten yağmur yağmalıydı, yeryüzünde olan her lanet ve kötülüğün yağmurla birlikte gökyüzünde bir yere kapatılması gerekiyordu. Dünyaya niye bir şey olmuyordu da, bu kadar kendini yiyip, bitiriyordu?

Kalitesiz zamanların, olgunlaşmamış isyanından bahsetmiyorum size. Her gece rüyaların içine sızan amansız kâbusların nasıl gerçekten bile daha fazla olduğundan bahsediyorum. Her şeyi bunca hissederek ne kadar hata yaptığımı artık anladığımı ama geri de dönemediğimi bildiriyorum. Bu kâbusların bitme sırası bir türlü gelmiyor, başkalarına da gittikleri yok, gitse bile onların umursamadığı kesindir. Diyorum ya; her şey hislerle alakalı. Bu kadar hissetmesem tesadüfleri sadece tesadüf kabul eder, geçer, giderdim. Fazladan anlam yüklemem gerekmezdi. Her şeyin bunca anlamlı olduğunu varsayınca da kendimi koyacak yer bulamıyorum. Ait hissetmekten de bahsetmiyorum, çok daha fazlası. Her şey bir bütünmüş aslında ayrı da olsa, her şey koskocaman bir yapbozun ana parçası gibi. Kendimi yiyip, bitirirsem o parça belki gerçekten bozulur. Anlam arayacak ya da yükleyecek zaman bulamam o zaman. O yapboz belki gerçekten yok olur, bozacak bir şey kalmaz o zaman ortalıkta ya da gerçekten yoktur aslında. Zaman sarsılsın, dünya azıcık da olsa yerinden kıpırdasın ve tüm kötülükler sarsılsın isteyerek, çok mu hayal kurmuş oluyorum? Bence değil, asıl diğerleri çok hayalsiz yaşıyor. Gerçeği bu kadar kolay kabullenmek de bir miktar güçsüzlüktür.

Rahatsız düşlerden kurtulmak için varlığımın yarısını heba etmeye hazırdım. Bir sabah uyandığımda yarımımdan kurtulmuş olacağıma gittikçe inanmaya başlamıştım. Fakat sonra yarımım başka bir yarım kişisine dönüştü hem de küçücük odamda. Artık aynı olmayan iki kişi gibiydik. Şimdi gerçek anlamda kendime bile yabancıydım, kurtulmak isterken böyle bir tuzağa hem de bu kadar kolayca düşmemi affedemiyordum. İnsanlarla ilgili hep yanlış şeyleri unuttuğumu böylece anladım, bazı şeyleri unutmak, o şeylerin yeniden olabilmesi demekti, kendine ve içine zarar demekti. İçimden başka bir yerim var sanıyordum. Demek böyle yabancılaşıyordu herkes.

Beni sabah akşam bekleyen uçurumlar vardı, annem bile yolumu bu kadar gözlememiştir. Şamar damarın üstüne binerken, içimde daralan kanımla birlikte, oradan oraya volta atarken, olmamış çocuklarımın sahip olduğu zamanlarımdan harcıyorum. Ödünç zaman alamazdım, borç zaman da veremezdim, kendimi tüketmekten bahsediyorum, kimseyi harcayamazdım.

Filler kadar unutamıyorum, bu da benim sorunsalım. Ruhumun havailiğinden ve gittiği dolaylı ve alaylı yollardan çıkamıyorum. Dolayısı ile dediğim hiçbir şey yerine ulaşmıyor, dolayısı ile amacına da. Kırılan bir güvenin en sessiz ezgisiyim. Kırık, dökük hikâyelerin paramparça döküntüsüyüm. Apaçık göründüğü hâlde aldandığım ve yara aldığım şeyler oldu. Gerçeklerden yana değildim. Boşluğa yazılan mektup gibiydi sözlerim. Her şey benim hatırladığım gibi olamaz değil mi? Ben evvela kendimi, sonra da herkesi yanlış anlamışım.

Gittikçe daha mavi oluyordu, hayal gibi bir şeydi ama hayal değildi. Hayatına ilk kez giren bir rengin şaşkınlığı gibiydi tonu. Ulaşılamayacak kadar derindeydi. Bir şiir yan gelip, bir paragrafa yaslanabilirdi. Ama sanki hep “hazır ol”da, hep ayakta gibi yorgundu.

Unutmasından çok, kendine unutturmak istemiyordun. Her sabah bunu kendine hatırlatarak uyanıyordun. Kendi özgür fikrin böylece önemsizleşti, yerini dayatma, korku ve baskı aldı. Böylece özgürlüğünün üzerinde başkaları da hak sahibi oldu, hatta senin ve her şeyinin üzerinde. Böyle devam ederse senden geriye ne kalır? Bir gün zaten kördü diyecekler, sonra sağırdı, duymuyordu denilecek. En sonunda da hiç anlamıyordu olacaksın. Sana ait özellikleri o kadar çok köreltecekler ki, sen de artık inanmayacaksın yeteneklerine, silik olacaksın, ne kadar hatırlamaya çalışırsan, o kadar silineceksin. Hatta o kadar silineceksin ki, o kendine güvendiğin anlar bir sis perdesinin arkasından hayal gibi görünecek. Zamanla sen de inanmayacaksın kendine, artık gerçekten sağır olacaksın, görmeyeceksin ve anlamayacaksın. Gittikçe hayalleşeceksin. Olan şimdiye kadar küçücük bir iz bırakmak için onca uğraştığın mücadelene olacak. Kendine azalan saygına olacak. En çok da içindeki sensizliğe olacak. Kendine daha fazla yer bulamayacaksın bu hayatta.

Eğreti olduğunu kabullenmek de en az düş kadar gerçekti, prim yapmasa da şu zamanda. Gitgide düşe benziyordu, düşüyordu. Uçmakla düşmeyi karıştırıyordu içinde. Kollarını açıp, uçacağına en inandığı sırada düşmüştü, hem de öyle süzülerek falan değil, birdenbire, pat diye bir düşmekti. Hakkın olmayan bir şeyi yaşarsan, hakkın olanları da haksızca ellerinden alırlardı, o yüzden bulunduğu yerde olmayı bile içine sindirememiş, kendini ait hissetmemişti çünkü ne zaman aidiyet hissetse hep mahrum bırakılmıştı ya da uzaklaşmak zorunda kalmıştı. Hiç geçmeyen şeylerin acısından daha fazlası da artık hiç bitmeyecek olmalarıydı.

Kurtulmayı istediğin hiçbir şeyden kurtulamıyor ama farklı bir boyuta yöneliyordu her şey. Yazabiliyordun, elbet silebilmen de gerekiyordu, ama kanlı canlı bir kelimeyi yok etmek öyle kolay değildi, her nasılsa bir kere var olmuştu, yok edişin kelime cinayetine girer, bir daha da hiç öykü anlatamazdın, kelimeler hepten küser, yazamazdın da. Dokunsan solar, öpsen kendini dudaklarından yaralamaya başlardın belki. Ellerin tutmaz, dahası kalem de tutamazdı. Sonrası düş olduğuna kendini inandırabilecek kadar inanç. Kendinden böyle vazgeçiliyordu demek şu çağda. Kırılsam da gülüyordum, sanırım yüzümün o kası öyle kalmıştı, çok güldüğüm bir zamandan. Yapacak bir şey yoktu bu saatten sonra, gülmemi durduracak değildim, ne kadar sinir görünse bile.

Bazen her yerde güneş açmışken, sadece sana yağmur yağıyormuş gibi gelebilir… Bunun gibi bir şey. Bazı şeyler olacakmış gibi bile olmadığı hâlde, nasıl da olabilirmiş gibi geliyordu öyle? Yıllar sonra soğumam için bir rüya yeterliymiş. Her şey bunca basitmiş. Boşuna o kadar unutmak için idman yapmışım, hoş hepsi de ters tepmişti. Şimdi şiirdeki ahengin yerini alan boşluğun albenisine bıraktım kendimi. Hikâyedeki o devamsızlığa tutuldum. Yaşayacaklarım bundan ibaretti.

Yirmi Bir Mayıs İki Bin Yirmi Bir 15:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Bin Nefes Geriden

Gökten düşmese hiçbir şey, bu kadar da dipten çıkmazdı.

Çok ağlayınca yanağına konan o kıpkırmızı gülü senden başka kimse fark etmiyor, yumruk yemiş gibi oluyorsun bildiklerinden. Başını aynaya çevirdiğinde alnın, son yüz yılın bilmişliğiyle birlikte, sanki akşamları yanan soba gibi, aydınlık ve sıcak. Kimseyi ısıtmayan ancak sahibine keder ve ateş olan, dert etmeyi ertelemiş dingin uyanacağına her defasında inanarak uyuttuğun gövden, hayal kırıklıklarınla değil de kâbuslarınla dağlanan o kalbin. Bin nefes geriden gelirken tüm susamışlığıyla, büyüyen bir uğultuyla kulakların, gözlerinse artık sadece inanmaz. Çığlıkların içinde büyüttüler sessizliğini, umursamaz yanın buradan geliyor. Sana seni kimse anlatamıyor, oysa herkes biliyor gibi. Onlar ne kadar bildiğine inanıyorsa, sen o kadar biliyorsun, bilmediklerini. Susmalar büyüyor burada, çocukların yerine. Çarmıh gibi her sabah biraz daha gerilirken dünya, ortasında ayakta ve dimdik durmaya çalışıyorsun. Yıkılmak ayıp çünkü…

Bir sus birikti içinde, bin yıl uzaktaki seslere. Ateş renkli böceklerin iziyle yolunu bulurken, hiçbir şey eskimiyor, her şey yıpranırken. Kaybolmak travmandaki en lüks kelimeydi, kenarlarını yoklukla süslediğin. Süslü bir cinayet olabilirdi bu bildiklerinle, istekli bir ölüm, yalnız bir cenaze. Kalbin kimseye benzemiyordu, herkes birbiriyle bunca karışmışken. Bunun için yalnızlıktan yakınmaya hiç gerek yoktu. Kendini bıraktığın hayat, belki de seni tutmayı becerememişti, belki artık tutan yerleri sızlıyordu, onun da evet, onun da ağrıları vardı bin yıllardır.

Düzmece şu cennet, hayatı iftiralarla sunar. Hayat tecrübesi falan istemiyorum, ne kadar az kötülük görsem o kadar iyi, hatta hiç görmesek daha iyi ama o imkânsız. Sahte cennetin, kurmaca hikâyeleri… Yaşama karışmak, hayale bulaşmak, telaşa kapılmak diye bir mesele attın ortaya, adına hayat dedin. Bir gün nasıl olsa unutacağın, boş vereceğin ya da artık beklemeyeceğin gerçeğini bildiğimden belki de durdum. Unuttum zannediyorsun ama o his bir ömür içinde bir yerlerde. En kötüsü de kendini artık böyle idare ediyorsun ve etmeye de devam edeceksin. Büyük laflar bile seni kendine getirmiyor. Alışılmış bir ezberin içinde öylece kayıyorsun durduğun yerde, aslında kaymıyorsun, zaman akıyor.

Kırılmış bir bardağın ya da başka bir şeyin artık eskisi gibi olamayacağını adın gibi biliyorsun, kabulleniyorsun, en iyi yapıştırıcıların bile tamir edemeyeceği gerçeğini. “Gittiği yere kadar” diyorsun, “iyi böyle” diye teselli buluyorsun. Değiştirmeye çalışmıyorsun. Sen de o milyonlarca ruhun içinde sakinlemiş ve alışmaktan başka bir şey yapamamışların içine karıştın, gönüllü olarak yazıldın. Bu kabulleniş, seni senden artırıp, taşırmış gibi. Öfkelenmek bile yoruyor, belli bir çaba sarf etmiş olacaksın çünkü. Şaşırmaktan büsbütün vazgeçtin. Kırılmıyor, hayret etmiyor, hiçbir şeye alınmıyorsun, aslında alınacak kadar da yakın değilsin kimseye. Dert etmiyorsun dert olsa da birçok şey. Esas hikâyenin derinliğindeki o hissizlikteki telafisizliğini fark ediyorsun ama uğraşmıyorsun. İçinde yaşadığın ve bunca zaman anı diye sakladığın o şeyleri taşıyıp, götürebileceğin güvenli bir yerin yok. Daha kötüye gitmiyor, daha iyi de olmuyor hiçbir şey. Öyle bir durağanlık, hafiflemiyor, ilerlemiyor. Gerilemiyor, büyümüyor, küçülmüyor, seninle birlikte, aynı hizada öylesine zamanın içinde akıp, gidiyor.

Muamma, belki de şu zamanın özeti. Hiçbir şey olamıyoruz, her şeyden biraz yarım yamalak kalıyoruz. Yine’lere son verme vaktin geldi de geçiyor, hayat aynı şeyleri tekrar tekrar yaşamak için uzun değil. Formülünü ezberlesen bile, yapamadığın şeyler var şu hayatta. Hiç yapmadığım şeyleri yapmak isteği yok, bunları dert edemiyorum artık, insan içine içine böyle kıvrılıp, alışıyor işte. Karanlıkta görmeden, karanlığı yazmak, en sahicisi bu olurdu. O karanlıkta dakikalarca aynı duvara karşı durup, gözlerini hiç kırpmadan, dikerek bakmak. Duvarla kurduğun bu temas onu rahatsız etmez mesela. Dalmıyorum, bizzat hiç durmadan bakıyorum. Bir şey görüp, görmediğim de mühim değil. Belki sadece önemli olan bakışlarımı sabitlemektir. Bir zaman sonra insanı nasıl da hiç olmadığın birine bu kadar kolay dönüştürebiliyorlar? İradesizlik de değil, başka türlüsünü yapamamak, çaresizlik. Dilediğince emek ver, bazı şeyler olmayınca olmuyor, sürmeyince sürmüyor, yürümeyince yürümüyor. Emeksizlik değil, şu çağın umarsızlığı, ruhsuzluğu, basitliği ve anlamsızlığı. Zamanın içindeki değerin noksanlığı ve tamamlayamama korkusu, yetersizliği…

Anlamını bilmediğin şeylerin manasızlığında çırpınırken, içinde kendine has övünçlerin ve kibrinle önce kendine yapılan haksızlıkları hesapladın, sonra kimseyi özlememeyi öğrettin kendine, en sonunda da kendin hariç kimseyi sevmemeyi. Böylesi senin için daha güvenli ve umutluydu, gerisi huzursuzluktu. Soluk dünyadan apar topar soluk soluğa kurtulmak istiyorum. Donuk ve miyop dolu, sis ve sızı dolu tüm günlerden uzağa gitmek istiyorum. Bunun için iyi bir kurguya ihtiyacım var, şimdiye kadar bulamamış olabilirim ama hiç bulamayacağım anlamına gelmez. Renkli ve dümdüz bir arazide en son ne zaman yürüdüm hatırlamıyorum. İçimin renksizliğinden büzüşürken, köşem diyebileceğim bir dünyaya çekilmek hatta kendimi itelemek istiyorum. Hayalet kokulu sabahlara uyanmak ve orada kalmak istiyorum. Ozon boyunca mavi renkli bir ışık huzmesinde boğulmak, önce içimi dinlemek sonra da kendimde dinlenmek… Oysa çağımızın içi çoktan geçmiş, zaman boşlukta sallanıyor, insanın kendine gelmesi için ciddi bir yumruk daha yemesi gerekiyor. Yaşıyoruz dediğimiz şey artık kopyanın kopyası, gerçekle ilgisi olmayan tatsız, sentetik, doğallıktan uzak, asparagastan ibaret ve hiç yakamızı bırakmayan bir önemsizlik hissi. Fiziksel acıların, ağrıların, sızıların var olduğumuzu kanıtlamasını hiç kimse inkâr edemez. Karadeliklerin bile içi boş değilmiş, yokluk diye bir şey yokmuş, ben niye o zaman bu kadar yoksun hissediyorum? Sürekli boşluğa yuvarlandığımı duyumsuyorum?

Zamanında bir noktaya bile fazladan anlam yüklediğimizden, şimdi cümlelere yükleyecek anlam kalmadı, tükettik, güzellerine bile. Doğruların peşinden gidecek kadar aklının başında olması elbette cezalandırılırdı. Herkes delilik istiyor, aklının başından gitmesini, hayaller âleminde sadece kendine yer açabileceğine inanıyor. İnsanlar uyuşukluk istiyor, uyuşmak buna rağmen o kadar da uyuşmazlar ki. Sanki tüm bunları yazamıyorsun da, söylediğin sert ama doğru bir kelimenin açıklamasını yapıyorsun sayfalarca. Biraz daha kendimi kaybedersem, belki gelirim sana, tüm bu içinden çıkamadığım şeylerin içinden. İçimin aslında neresinden gelerek, yazdığımı bilmeden yazıyorum şimdi bunları. O bulduğumuzu sandığımız güçlü ve naif kelime de yetmedi, yarım kalan bu hikâyeyi tamamlamaya.

Şimdi bin masal geriden bile gelsem, bilemeyeceğim şeyler var burada, inanmamam gereken onca neden varken, içimden dışıma kadar inanmıştım. Şimdi de inanmak için bir sürü zemin varken, inanmıyorum. O zeminden nasıl olsa bir yerde, sonuna varamadan kayıp, düşeceğimi adım gibi biliyorum. Erken inananlar, inancını elbette kaybeder. Büyüdükçe; ama’ları, belki’leri bir tarafa bırakıyorsun, daha net kelimeler istiyorsun, yetse de yetmese de. O kelimeler kimsesizler parkı gibi olsa da. Tüm bunlardan sonra o kadar meraksız oluyorsun ki; önüne sunulabilecek hiçbir bilgi ilgini çekmiyor, evrenin başını, dünyanın sonunu merak etmiyorsun, herkesle aranda böyle uçurumlar oluşuyor, onlarla aynı şeylere üzülmediğin gibi aynılarını da merak edemiyorsun. Sendeki eksiklik ya da onlardaki fazlalıktan kaynaklanmıyor bu, içinden öyle geldiği için, artık böyle olmak istediğin için her şey.

On Sekiz Şubat İki Bin Yirmi Bir 13:30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Beni Anlamasınlar

Tam olarak karanlıktayız, belki de her şeyi açık seçik bu yüzden konuşamıyoruz. Saldırganlaşıyor, mantık çerçevesi içinde tartışamıyoruz hiçbir konuyu, bence karanlıktan dolayı göremiyoruz, ondan, kendimize fırsat tanımıyoruz. Yoksa bu kadar saldırganlığın başka bir açıklaması olamaz. Serinkanlı düşünmeyi yitirmişiz, gözler kararmış, başka hiçbir gözü gördüğümüz yok. Herkes kendi inandığı aydınlığın peşinde, başkasının aydınlanmasına bile tahammül yok. Sakince düşünüp, konuşamıyor, zehir zemberek kelimeler sarf ediyoruz, inkârdan öteye geçemiyor, karşısındakine saygı göstermediği, dinlemediği gibi yüksek perdeden bağırarak susturma çabasındayız. Ne kadar çok saldırır, ne kadar çok bağırırsan o kadar haklısındır durumu. Kısacası tam anlamıyla vahşileşmiş bir toplum hâline geldik. Arada çok naif kalplileri, kibarları, saygılıları, hiç kalp kıramayan pamuk gibi insanları da ezip, geçiyoruz. İyiye, güzele dair hiçbir şeyi uzun süre barındıramıyoruz. Arsızca tüketme müptelasıyız. Sakinliğimizi yitirdik, sükûnetimizi kaybettik. Kendimizle birlikte çevremizi, bulunduğumuz dünyayı da hızla harcıyoruz.

Hayatının belirli bir kısmındayım, haklıyım ve artık haklı olmak istemiyorum. Uçuyordum çünkü seni görünce, o yüzden âşık oldum. Yoksa körü körüne bağlanmak nedir ki? Ayaklarım yere bastığında anladım, yeni kelimeler üretirken anladım ve uzaklaştım. Eski kelimeleri yeni anlamlarla söylediğini zannettiğim için tutulmuşum meğer. Anlamları içimdeymiş, kilitliymiş, o anahtarı sana vermişim çok zaman önce, sen de çıkarıp kendinin gibi sunmuşsun tüm o anlamlı gelen kelimeleri, anları. Başka bir şey yoktu aramızda. Bazı şeyleri artık hissettiğin için değil de ezberlediğin için söylemek; işte bunu fark etmek, asıl yaralayan bu. Herkesin içinde ölmüş fotoğraflar var.

Dünyayı bu kadar tanıdıktan ve insanları bunca anladığımı zannettikten sonra Kafka’nın yabancılaşmasını o kadar iyi anlıyorum ki, böceğe dönüşmek bile çok daha anlamlı, kendine artık o kadar yabancısın ki, bir sabah böceğe dönüşmüş olarak uyanabiliyorsun ya da başka bir şeye, ne fark eder ki? İçinde bulunduğun durumu, hâli ya da başka şeyleri kabullenememek ve karşı çıkmaktır bu. Burada önemli olan herhangi bir şeye dönüştüğünü fark edebilmek… Yabancılık hissetmek de bulaşıcı bence. Herkese bunca yabancılaştıktan sonra, insan görünümünden dolayı birilerine benzetilmek canını acıtıyor ve uzaklaştırıyor kendinden. Hepimiz zamanla bir şeye dönüşüyoruz; bazen bir böceğe, bazen de kendimiz haricinde başka bir şeye…

Birinin seni gerçekten hiç anlamasına inanmadığın gibi bir de istemiyorsun çünkü bu olduğunda artık masum olmadığın da ortaya çıkacaktır. En az herkes kadar masum değilsin. Uzak ve gizemli bir hayat bilgisi okunuyor gözlerimde, geriye pek bir şey kalmadı, kalbime zamansız dokunan sancılar dışında, bu zaman böyle bir zaman, biraz duyarsızlık, çokça fenalık. İçine de fenalıklar çökmesi boşuna değil. Sıcak suyun ısıttığı ellerimiz daha çok üşüyor, ısıtmalı hikâyeler anlatarak üşüyoruz, sarmalı, sarılmalı kışlık şarkıları dinliyoruz. Hikâyenin hikâyesinde kayboluyoruz, amaç da bu zaten. Başka düşleri anlatarak gerçek kılmayı umuyoruz, inanmıyoruz, biliyoruz, bu çağın hastalığı bu ama yine de ummaktan vazgeçmiyoruz. Ceplerinden kalemi eksik etmeyen o kadının gözlerinde biriken hikâyeler tamamlandı mı bilmiyorum. Bu yüzden ölene kadar gözlerine bakmak istiyorum. Defterime çizdiğim denizyıldızları hâlâ duruyor, üstelik üzerime de çizmiştim ve gerçek olmuştu, donup, kalmıştı öyle, bu hüzünlü ama en büyük mutluluğumdu. Ağlardım, gülerdim, şaşırırdım hangi duyguya dönmem gerektiğini, kafam daha çok karışırdı, amaç da buydu zaten, bu zaman başka türlü ilerlemiyordu. Kalemleri incitemiyordum, kelimeleri incittiğim kadar, aynı şiiri farklı açılardan zihnime kazıyordum, böyle demek istemiştir diye inanmış gibi yapıyordum, amaç da buydu zaten, inanmak değil, inanmış görünmek.

Ellerimiz hiç yüzleşmedi bizimle, soğuk kış günlerinde yüz göz olmamak lazımdı zaten. Hiç fark ettin mi bilmiyorum ama soğuk günler bana ölümü hatırlatıyor ve en çok da içimizdekileri dökmeden, anlatmadan çekip, gideceğimiz boşluğunu. Buna hiç inanmak istemiyorum ama sanırım öyle gerekiyor, zaten kimse içini tam olarak açamaz ki yeryüzünün şu zamanki hâliyle. İç açmak ancak şiirlerde olur, herkes birbirine içini açar, içini görür, hikâyesine inanır. Gerçek hayat öyle değil ki. Hepimiz biraz zorunlu ya da istekli olarak duygu sahtekârlığı yapıyoruz. Kendimi gömdüğüm kumları özledim, üstelik gömebildiğim zamanlar bu sevincin farkında bile değildim. Ne kadar gömersem kendimi o kadar iyiydi, daha az şey görür, daha az duyar, daha az şahit olurdum dünyaya. Bu işime gelirdi. Yorgundum, gördüğümü anlatacak gücüm de tükenmişti, kulaklarımın da duymaya niyeti yoktu çünkü her şey o kadar yabancıydı ki. Tanıştırmaya kalksam kendime belki bir asır daha gerekirdi, lüzumsuzdu. Etik değildi. Herkesin az, çok zamanı vardı, bu yeterdi, yetmeliydi. Denizyıldızlarını alıp, bir yere koyarsam yaşamaz diye biliyordum, üzerime kazınan o denizyıldızı da başka bir yere giderse yaşamaz zannediyordum. Kırpıla, parçalana yaşanıyormuş. Parmağıma değen o kocaman ayı güzel bir rüya zannetmiştim, ayın beyazlığı ruhuma yansımıştı, ama ruh uslu durmuyor, beyaz hariç her renge bürünüyordu. Ay da kayıp gitmişti parmağımdan. Çiçekler de ağlar tomurcuklarını dökerken, ağaçlar da ağlar yapraklarını dökerken. Neden hep insanî şeyler yalnızca insanlara mahsusmuş gibi bir tek onlardan beklenir? Herkes sonsuz mutluluğun peşinde, beni herkesten daha fazla mutlu edecek bir kapı yok, istemezdim de zaten, kedi-ciğer hikâyesi belki ya da gerçekçilik. Olsa bile öyle bir mutluluk, olamazdım zaten.

Sarıldığım herkes boşluktu. Hakikat bundan böyle sadece yavanlıktan ibaret ki bu da kimsenin hoşuna gitmiyor, onun için bizi yarı yolda bırakana kadar, hayallere ihtiyaç duyuyoruz. Ölünce dünya da bize tatsız, soğuk ve yavan görünecek, tıpkı şimdi ölümün yabancılaştığı gibi. Yanlış yerlerimden katlanmış, kenarlarından zamanından önce kıvrılmış, kayıp bir harita gibiyim. Hâlâ inanıyorsunuz, cennet de soldu, bilmiyorsunuz. Yarınların da canı cehenneme gitti. Hayal kırıklıklarım şimdi bir çöp ev oldu, atmaya kıyamadıklarımla, saklamayla baş edemediklerimle. Hâlâ burada direnmek, yaşamı taklit etmekten başka bir şey değil. Dünya sadece şairlere kalmalıydı, sığ bir sudan çıkar gibi ayrıldım kendimden. Uzunca bir zaman geçtikten sonra yine kendimi yaktığım yerdeyim. Bu sefer küllerimden doğmayacağım, külleri savurup, o boşluğu da tamamlayacağım. Kendimi sessizce gömdüğüm yerde unutacağım.

Ölünce acıyı, acımayı, sızıyı bilmiyorsun. Hiç yaşamamış gibi oluyorsun. Öldüğünde senin yerine başkaları kanıyor aynı yerden, yok olan sensin ama artık sen değil, onlar azalıyor. Sen buradaki miadını doldurmuş, gününü tamamlamış, cezanı çekmiş oluyorsun. Unutuluyorsun, en çok da üzerine toprak atarlarken, su serperlerken unutuluyorsun. Hatırlanmak da bir cezaydı zaten, tamamlanıyorsun.

Yirmi Altı Kasım İki Bin Yirmi 15:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Eskinin Günlüğü

Küçücük ayaklarımla söndürdüğüm sigara izmaritleri, koskoca yangınları önleyecek zannederdim. Her felaketi önler, her iyiliğin altından çıkardım. Kahramanlık oyununu hangi kitaptan arakladım bilmiyorum. Yokuş aşağı indikçe, dünyayla birlikte küçülüp, yok olacağımı sanırdım, yok olmayı nasıl öğrenmiştim? En vahimi de bina tepeleriydi, bizim binanın bir tepesine çıkabilsem, atlaya, hoplaya, zıplaya o binadan diğerine, o apartmandan daha da uzağa ve istediğim her yere gidebilirdim. Semt değiştirmek de neydi ki? Ben şehir, kıta, hatta ülke değiştirebilirdim bu şekilde. Özel güçlerim olduğu saçmalığı nasıl da yer etmiş zavallı zayıf içime. Kendimi o koca evlerin tepesinden hiçbir yerime bir şey olmadan atlayabileceğime inanır, kendimi o kadar cesur ve büyük zannederdim. Hoş düşer, kalkar, ağlar, zıplar, kanardı her yerim ama yine de bir şey olmazdı burkulmanın dışında. Yaş aldıkça küçülüyormuş insan ve çocukluk dedikleri şey belki de en büyük hissettiğin, en cesur olduğun zamanlarmış, büyüdükçe cesareti de kırılıyormuş insanın. Saflık mıydı buna inanmak yoksa bilmişlik miydi bilmiyorum, ama hâlâ aklımda o zamanlar var, öyle berrak, o kadar şeffaf ki, sildiğim her şeyin altından çıkabilecek kadar da derin ve sağlam hatta kaçınılmaz. Bir şeylerin değişeceğine üstelik kendiliğinden hem inanç hem de inanmamak var, yerine göre birini çıkarıp, diğerini karartıyorum, bugün kendime inanıp, yarın inanmıyorum. Diğer gün hiç aklıma gelmiyor. Sonra siliyorum, yeniden yazdığımı zannedip, eskinin kopyasının üzerinden geçiyorum.

Sıkıntıdan, üzüntüden, olur olmaz hatta hiç olmayacak şeylerden sıktığım dişlerim de hiç birbirine denk gelmemişti, sıkamamıştım yani dişlerimi. Ne zaman tam batacağım diye düşünsem kıyıya vurup, duruyordum, bir şey olmuyordu bir türlü. Kendimle konuşup, tartışacak hâlim de yoktu, sonuçta kazanan hiç ben olmuyordum. Merak ve heyecanın hayatım için nasıl da anlamsız olduğunu ve koşar adımlarla uzaklaştıklarını çok önceleri idrak ettim, onların yerini alan kaygı yerli yerindeydi, o olmasa muhakkak daha çok hayal kırıklığım olacaktı. Böylesi iyiydi kaygılı, kasvetli.

Zamanın bir yerinde yelkovanıma küsmüştüm, üstelik akrep peşimdeydi, gece ipini koparıp kaçmıştı, arsız tren sesleri bir kulağımdan giriyor, diğerinden çıkmıyordu, beynimde depolanıyordu diğer tüm seslerle birlikte, her şeyden kaçabilirdim belki ama bu seslerden kurtuluşum yoktu. Oyuk bir mağara gibiydi kalbimin içi, öylesine zamanla doğal olmayan yollardan oyulmuş, herhangi bir şekle de benzeyememişti. Bundan sonra da benzeyeceğe benzemiyordu. Bu acının şarkısı olmayacak, sızının dili de susacaktı.

Büyük öyküler de tamamlayamadı bizi, şimdi yepyeni küçük cümleler var hatta bazen o kadar umursamazlar ki, anlam bulmaya bin şahit ister. Şimdi onların içine sıkıştırılan ömürler, her boyutun daha da küçüğü, elle tutulur olduğu hâlde tutulamayan, uzak, yalın ve farazi. Her şey gibi zamanın da fazlası zarardı, uzanırsa başka bir şeye dolanırdı ucu her şeyin, bunu artık görmüş ve anlamıştık. Şimdi israfsız şekilde kullanıyoruz bize kaldığını zannettiğimiz o küçük zamanları. Bu arada karambole gelmiş değerli zamanlar da vardı tabi, artık diğerlerinden ayırtı edilemeyen. Dengesizlik buna rağmen rutin had safhadaydı. Beynimize sahip çıkmaya kalksak, içimizden bir şeyler dökülüp, duruyordu. Gümbürtüye giden şeyler vardı, mesela kalabalıktaki kalbim. Her şey düzelse, geçse bile içimde herhangi bir şeye arzu duyup, devam edebilme isteğim kalacağını sanmıyordum artık, üstelik bunu çağın bir hastalığı olarak da görmüyorum bir yerden sonra, içime işlemiş, içinden çıkamadığım hatta belki de onunla doğmuş, hep benimleymiş de bir şey olmasını bekliyormuş dışarı çıkmak için geliyordu.

Yazacağı şiirdeki en güzel imgeyi; geceleyin rüyasından kopyalayıp, yazmıştı zihnine. Fakat uyanır uyanmaz siliniyordu hafızasından. Bu kadar çok hatırlarken, bunca kolay silinmesi nasıl olabilirdi? Belli ki bir yerlerde bir kaçak vardı ya da görünmeyen bir şey o imgeleri çalıp, kaçıyordu, bir yerde birikiyordu belki o imgeler, onların da mezarı olabilirdi bu durumda. Ama bu hiç önemli değildi, imgeleri birileri haksız yere çalıyordu, ele geçiriyordu, önemli olan buydu. Kimin ne zaman çaldığı, hiç hatırlanamadığı için de bulunamıyordu. Aşılamayan, planlı, kısır döngü şeklinde bir soygundu bu. Gerçek şiir hiçbir zaman gerektiği gibi yazılamıyordu. Kederinden geçilmiyordu, eğer kederi somut bir şey olsa dünyada onu sığdıracak yer bulamazdı.

İntihar düşüncesindeki alışkanlık; intihar etmekten bile daha fazla çöküntüye uğratır. İntihar ettikten sonra arkasından herkes onun dünyadaki tüm dertlerinin, kederinin ve sıkıntılarının aslında hallolabileceğini söyleyip, bunu boşuna yaptığı izlenimi uyandırmaya çalışırlar. Bunlar hep bomboş lakırdılardır. Çünkü tüm bunları düzeltmek için, o yaşarken hiçbir eyleme dönüştürülemez hatta mümkünse hep kaçılır, katlanılamazdır. Ellerinde olan veya olmayan şeyler de dâhil, kimse bunları görmek istemez. Tüm maddi ve manevi sıkıntılardan daha değersiz olan onun hayatı intihar eyleminden sonra birden bire çok değerli olur, hatta birkaç zaman en değerlisi olur dünyanın. Sonra diğer her şey gibi yine unutulur. Bu yüzyılda zamanın en değerli şeyi gündelik yaşama bağlılıktır bunun için de çok güzel bir cümleleri vardır ki çoğuna göre haklıdırlar “hayat devam ediyordur” ve biz olsak ve olmasak da hep devam edecektir. Başkalarının devam eden hayatı bizlerin çukurunu dolduracaktır.

Kalbini yokladığında yerinde bulamadı, ya da yokladığını zannettiği eli artık ıssız ve hissizdi. Başka yok olmasını istediği şeylerin yerine son anda neyi koyacağını şaşırmıştı, herkes bir daha geri gelmeyecek düzenlerin kölesi oluyorlardı durmadan, oysa o sadece tek bir şeyi bekliyordu, usanmadan, gelmeyeceğini bilerek, sağlıklı ve istekli ölüm şekli gibi, olmayanın yerini seyrediyordu. Kalbi olmadan gözleri bir işe yarar mıydı bunu çözmeye uğraşıyordu. Kendi kendisiyle konuşmak için ikinci bir ağıza gerek duymuyordu, içindeki seslerden ibaret yaşamını düşündü, yalnızca kendisinin inandığı bir dünyayı hayal edip, durdu, iyimser değil de kendine ve yerine göre çekimser ve biraz da kötümser hissettiği zamanı. Kâbuslarına inanmayıp da ne yapacaktı? Hepsi zamanı geldiğinde gerçeğe dönüşüyordu. Kötü his süzgeci gerekiyordu kalbimize, kötü his yaklaştığında hisseden kalbimiz tüm bedenimizi kilitlemeliydi, böylece kötü hisler dokunamadan uzaklaşırdı, bize bir şey yapamazdı. Çok ayrıntıcı ya da çok mu olmaz bir şey diliyordum? Hoş herkes komik olmak yerine sıkıcı olmak ve tekdüze olmayı tercih ederken, bu da soru muydu?

Uçurumdan yuvarlanmaya alışık olanlar, iyi bir şey olduğu zaman bunu zamansız ve gereksiz olarak tanımlarlar hatta rahatsız olurlar, hiçbir şeyin artık yolunda gitmediği hissine kapılırlar. Belki de en önemlisi bu alışkanlıktan kurtulmaktı, eskiden kurtulmak daha doğrusu değişmek bir şekilde iyi ya da kötü değil o ruhsuz alışkanlıktan vazgeçebilecek kadar değişebilmek; değişebilenler şanslıydı, diğerleri zaten yok olmaya mahkûmdu.

Yanağının gerisinde açılan delikten kanındaki demir kokusunu duydu. Koku alabildiği için şanslı olduğunu düşündüğü zamanlardı, belki de beyniyle başka bir organı hatta tüm organları yer değiştirmişti, gözleri hariç. Onlar her şeyi olması gerektiği gibi görüyordu, onlarla beyninin savaşmaya hiç niyeti yoktu, aksini yansıtacak hâli yoktu çünkü ispatlayacak kanıtları da yoktu, bazen kendini uçarken görüyordu mesela, ama uçmuyor aslında kaçıyordu. Sevmekten, sevilmemekten kaçmak zorunda olduğunu biliyordu, en azından bir köpeğe dönüşene kadar. Dünyada artık ancak böyle oluyordu koşulsuz, şartsız ve çıkarsız sevilmek.

 

Yirmi İki Ekim İki Bin Yirmi 11:00

Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel kâbus nevin akbulut psikoloji yeni yazı

Sonra

Gördüğüm kâbuslar beni hiç haksız çıkarmadı, sağ olsunlar hiçbir zaman anlamsız çıkmadı, hiç boş yere rüyalarımı işgal etmediler. Ama bu anlam biraz fazla değil miydi? Yine de sen bilirsin ama ders vermenin başka ve daha acısız bir yolu yok muydu? Dünyanın sonu zannettiğim şeyler de sonu değilmiş, anlıyorum! Körmüşüm, görmüyordum ama hissediyordum, her şeyi anladım, artık biliyorum, o yarım öldüğümü gördüğüm rüya da gerçek oldu, yarımım gitti, geriye kalan boşluğun ölçüsünü vermeyeceğim, şimdilik kâbusları çekebilirsin artık Allah’ım! İnanmak istemediğim bu hisler de fazla geldi. Bir yerden sonra bela okumak ya da lanetlemek de bir şeye yetmiyordu. Şimdi tamamen ve her zaman daha ayık durmalıyım ki yeniden kanmayayım hayal dünyasına. Şimdi daha çok biliyorum kendimi, bir süre midem hiçbir şeyi almayacak, aklım her kitabı süzgeçlerine geçirmeden alıp, gönderecek, dinlediğim şarkıları bile bir süre anlamsız bulduğum şeylerle bağdaştıracağım. Ama sonra sonu olacak her şeyin, büyük, beklenen, özlenen bir son. Daha fazla acıya mahal vermeden. Dışarıdan bakan herkes anlamsız bulacak tüm bunları, neden bulamayacak çünkü nedenleri bile gizlemesini biliyorum, daha doğrusu o nedenleri paylaşacak kadar herhangi birine yakın değilim. Dikkatimi dağıtma çabalarım da hiçbir şeye yaramayacak. Her şeyin üzerinden yine uzun zaman hatta yıllar geçecek ama hiçbir şey yaşanmamış gibi olmayacak. Bazı kitapları anlamak için daha fazla acı çekmek lazımmış, her şeyin bir zamanı yokmuş, zamanı var dediğimiz her şey zaman israfıymış. Üstelik artık suskunluğumun da hiç kimseye bir şey ifade etmeyeceğini biliyorum. Acı çektikçe özgünleşirsin, diğer insanlar genelde bunu sağlar.

Paragraflarımın arasına sıkışmış bir şiirdin, başka bir hikâyeden kaçmış gelmiş, yorgundun, dokunmadım, sevmedim. Hep böyle gidecek zannettim, sevdirene kadar direndin, kaldın, sonrası kimsenin hatırlamak istemeyeceği gibiydi. Uzaktın, uzaklar da sevilirdi bir yerden sonra, bakışlarına türlü anlamlar yükleyip, konuşturuyordum, oysa benim durumum tereddütten öteye gidemezdi. Sonunda tüketip gideceğini biliyordum, yine boşluğun yeri gitmeli kelimelerle dolacaktı, konuşmayı öğrettiğim gözlerine sözlerin en ağırının yerleşeceğini bilmiyordum, kimseye değil aslında, kendi çaylaklığıma içleniyorum, ölen çiçeklerin tekrar canlandığına nasıl da inanabildim, saksıları mezarları olmuştu, bunu anlamıyorum. Geri alınamayacak beddualar diziliyor ayaklarına, tövbeye ihtiyaç olmayacak yeminleri sıralıyorum içime, kaybedecek neyim kaldı diye düşünüyorum, bulamıyorum. Bir dağım, bir yerim, bir hayalim yok belki de, böyle olunca merhem oluyor belki de acıyan yaraya, söylerken her şey daha kolaymış gibi geliyor, ama aradaki farkı ölçemem. Kolay kaybettin, şimdi zoru sırada. İnip, gittiğin o dağ yıkıldı, yok artık, bunun orta bir yolu da yok, zamansızlığı var, insafsızlığı var, içe akıtılan gözyaşlarıyla, hiçbir şeye yaramayan sadece boğazı tıkayan boş kelimelerle dolu düğümler var, kaçmıyoruz, gidiyoruz, şimdi belki daha iyi anlarız birbirimizi. Usanmışlıktan başka bir şey yok yolumda. Bir kere ağlarım geçer ve biter tüm bu belirsizlik. Zaten hep bir şey bittikten sonra yazarım şiiri, değişmeyeceğini biliyorum bazı şeylerin. Uyuyabildiğim için seviniyorum ama bunun sabahı var, uyanabildiğim için de kızgınım, uyurken tamamen yok olma hayaliyle geçiyorum uykuya.

Kendine yalanlardan bir dünya kurmuşsun, yalanlar seni güvenli bir ağ gibi sarmış, öyle inanıyorsun, her şeyin düzenli bir şekilde akıp, gittiğine ve hep böyle akışında gideceğine inanıyorsun. Bir tek inancının yalan olmasını istemiyorsun, yalanların bozulmasın diye çırpınıyorsun çünkü onların bozulması demek, rahatının yok olması demek.

Düşündüğüm her şeyin bazen ters olduğunu, zaten dünyaya da ters geldiğimi, hatta kendimin de bizzat ters birisi olduğumu kabullendim. Belki de bu yüzden diğerleriyle anlaşamamayı anlayışla karşılıyorum. Aksine bu korkunç da gelmiyor, yalnızlık hissi de vermiyor, tüm bunların yerini o farklılık fazlasıyla dolduruyor. Onlara göre beni hiçbir şey kurtaramaz ama bana göre de kurtarılmak istemiyorum. Neyi istersem tersinin olacağını çoktan öğrendim, neyle karşılaşırsam fikrimin değişmeyeceğini de biliyorum.

Utançtan daha çok utandıran bir şey varsa; o da utandığını söylemektir. Bir sürü kalp ağrısından ve gümbürtüsünden uyuyamadım çok gece, rahatsızlıkların hepsinin dayandığı bir hâl, durum, psikoloji var, şimdi burada böyle kâbus ya da rüyadan uyanıp, gerçek dünyaya hoş gelmemiş gibiyim. Kim bilir belki de yeniden giderim. Birilerinin kurgu olarak kurduğu düzeni, biz hayat diye yaşıyoruz. Burada olmaktan memnun değilim ama kimseden bir ayrıcalığım olmadığı ve olmayacağı için mutluyum.

Geçerken uğradığım soğuk duvarlarda geziniyor ellerim, senden önce en cansız zemine dokunmuştum. Sertliği kalmıştı dokunduğum yerlerde, ceza gibiydi. Üzerinde unuttuğum yaşama uğraşımla birlikte, suçüstü yakalanmış imgelerimi bırakıyorum. Ben hariç kimse bilmiyor buz tutmuş toprağı ancak buz gibi ellerle fark ettirmeden kazılabileceğini, soğumak için dünyanın soğumasını beklemeden, yanan kalbimle birlikte soğuk toprağın altına girmek için can attığımı. Canımı da beraberinde paraladığımı, hayatın içinden aldığım ateşimi cız diye öldüreceğimi. Kendimi bir kitabın arasında saklayıp, kurutmak istiyorum.

Kalbimle ciğerimin artık yer değiştirdiğini biliyordum, Bu tıkanıklık başka yerde olamazdı. Normale dönemeyeceğim gibi içimde kalayım istiyordum, bu boğuntudan kurtulmanın tek yolu belki biraz daha küçülmekti. Açıp, okuduğum şiirleri uyuyamadığım gecelerin yerine koymuştum, yastığa ya da birine sarılır gibiydi, sıcaktı, soğuk şeyleri özlüyordum.

İnkârlardan ve inançlardan geriye ne kaldıysa artık, doğaçlama. Yaşadığı acıları, travmaları, hisleri kendi içine bile itiraf edemezken, kalkıp bunu yazıyor, işte geceleri öldüren şey tam da bu. Gün boyu güneş içini ısıtırken, geceleri üşümeyi beklemiyorsun ama tam da bu yüzden hazırlıksız yakalanıyorsun. Kendinin sebep olduğu acılar bir yana bir de diğerlerinin neden olduğu acılardan kendi gururunu ayaklar altına alıp, bu yükü kabullenip, kendini cezalandırıyorsun. Onların sorumluluğundan feragat etmesini izlemek, bunu gördükçe kendine yüklediğin ağır ağrılar, bu yaşatmıyor. Biliyorsun adın gibi; kıyametin bu kadar uzun sürmeyip, bir yerde hem de yakında bir yerde kopacağını, görüyorsun, çoğu zaman kendi hikâyenin katili olurken, kendi kıyametinde en önemli rolü de sen sahipleniyorsun. Her şeyin bitmesini istiyorsun, üstelik sonraları yazmak istediğin şeyleri merak ederek.

Taze yaz yağmuru ve korktuğum bilekler. Sürekli acı çektiğine artık ikna olup da bu duruma alışmaya başladığında, her gelen acının daha büyük olması hâlâ şaşırtıyor bizi. Bakalım; içine sığındığın bu kabuğun tüm bu olanlara daha ne kadar dayanacak? Sonra ne olacak diye düşünmüyorum, belki de artık sonrası bile yok.

Bazı sözler vardır; zamanın seyrini değiştirip, durumları yaratır, tuzağına düşmemek gerek. Ben düştüm, zamanın seyrini boş verip, durumları düşündüm. Zaman yine bu arada değişmedi. Şimdi bize müthiş bir son gerek.

On Beş Ağustos İki Bin Yirmi 11:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevin akbulut nevinakbulut psikoloji Şiirler yeni şiir

Safi

Şimdi beklemek farz buralarda
Al şu yanındaki zamanlarımı
Atmaya kıyamadığım virgüllerinle birlikte

Çoğumsanamayacak kadar esrarlı bakışlarındaki
Gölgeye vurulmuştum
Azla yetinmek için çoğu görmeme gerek yoktu
Beceriksiz, acemi ve mutsuzdum
Kıvılcımlarını biriktirip
Kendime kocaman yangınlar yaptım
Cehenneminde daha iyi tutuşabilmek için

Lanetli hikâyeme
Bir sessizlik de sen bahşetmiştin
Daha ne isterdim
Yeni doğan her şeyin masumiyetiyle
Bizzat ellerinle kirleteceğin
Bir zaman ayırmıştım sana
Hayatımın ortasında bölük pörçük
Vicdansızlığının dibindeki o onmaz parıltıya çarpılmıştım
Ruhumdaki fazlalığa iyi geliyordu
Yarım sevmelerin

Hem yaşayıp, hem de farkında olma yeteneğimle birlikte
Hayatının alt sokaklarında gezinen ayaklarıma
Çaresizliği ezberletememiştim
Sisifos gibi her seferinde
Yorgunluğumu umutla harmanladım
Beynimin uyuşuk zamanlarından ilham alıp
Beklemeyi öğrettim geçen zamanda
Her defasında ödül gibi gelecekti gözlerin
Ama bakışındaki anlamlarda tereddütler okudum

Bir yanımı dünyanın öbür ucundaki bir masada unuttum
Noksanlığım sana iyi geliyordu
Kötü kokulu bir ruhun, garip pençesinde
Diğer yanımdaki ucum da yabancıydı
Uçurum ve sessiz
Issız ve çıplak
Sanki çok büyüktüm de parçalarımı dağıtıyordum
Böylece daha az olacaktım
Dünyanın senin yanındaki yerinden bahsediyorum
Bütün de olsam hangi boşluğu doldurabilirdim ki
Yüz birinci pencereydi bu beklediğim
Daha da pencere yoktu gidebileceğim
Zaman yoktu, ömür yoktu
Ummadığım anda gelen umduklarıma
Bir hatırlatmaydı inadım

Sevdiğim karakterlerin olduğu sayfalar döküldü
Yine de yandığını gördüm kitapların
Doğdum sanki ecelimi yalancı çıkarır gibi
Yaşadığımı anlamıyordu çünkü
Bunca dağılmışken zaten
Ecelime neyi kanıtlayabilirdim ki
Sükût en doğru kelime oldu lügatimde
Çok şey öğrenince muradıma ereceğim sanırdım
Bunun tesellisiyle uyuya kaldığım gecelerde
Kâbuslar üretti rüyalarım her gece fabrika gibi
Sürekli beni çalıştırdı
Oradan oraya koşturdu
Üstelik kâbuslarım da benden şikâyetçiydi

Safi bir bekleyiş bu
Senin o kargaşanın içine hiç yakışmayan.

Sekiz Mayıs İki Bin Yirmi 14:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Tenhalık

Dünyada muhakkak kendinden başka birilerinin de olduğuna inanıyordu, dolunayın olduğu akşamlar bir kere bazen de iki ayda bir kere dışarı çıkıp, etrafı kolaçan ediyordu. Takvimi olmamasına rağmen bunu adet edinmişti. Karşısına birinin çıkmasını, yürüdüğü tozlu yollarda kendi ayakları gibi bir çift tozlu ayağa daha rastlamayı bekliyordu. Koşsaydı etekleri bunca çamura, toza, buluta bulaşmaz, karışmazdı, yürüyordu, sanki sadece yürümek için gönderilmişti bu hayata. Yalnızlığından sıkılıyor ama ümidini de yitirmiyordu, yine yorgun argın döndüğü evinde bir gece yarısı bahçesinin kapısını açık bırakıp, ağacın altına oturdu, ıssız sokakların sesini dinledi, kuşların ötüşünden ve tanımadığı böceklerin kavgalarından başka ses yoktu, içinin sesi de susmuştu artık, evine girdi. Sabırdan ördüğü duvarlarda bir şeyler arandı, bulamadı, ilkel şartlarda belki de ölüp gitmekti niyeti ya da kalıp, çürümeyi beklemekti. Hiçbirini yapmadı, üşendi, sıkıldı. Yanına hiçbir şey almadan dünyasını terk etmeye hazırlandı, günlerce, aylarca yürüyüp, kendini unutacaktı çünkü dünyadaki son insan olduğunu henüz bilmiyordu. Bilseydi kestirmeden gidebilirdi bu dünyadan ama o işi uzatıyordu, zamanın kısalacağını zannederek… Belki bu yolda karşısına kendi gibi birisi çıkıp yoluna katılır ya da onu vazgeçirebilirdi gideceği bilinmezliğinden. Ama o uçmayı henüz bilmiyordu.

Artık evlerden çıkabildiğinde en çok nereye gitmek isterdin? Ben mesela sana dönmek isterdim, gidip, durmadan dönmek, başım dönünceye kadar dönmek. Sonrası olmasın, orada kalsın zaman, üstü kalsın ömrümün.

Halüsinasyonlar belki de ayetlerimizdir, üstelik de bizim görmediğimiz. Tek yaptığın şey noktayı silip, virgül yapıp, sonra da bitmek tükenmek bilmeyen cümlene devam etmekti.

İçten içe, içimi şu olanlardan etkilenmiyormuşum gibi inandırmaya çalışıyorum, psikolojim sağlam dursun ki, zaten düşük olan bağışıklığım daha da düşmesin diye, hiçbir şey normal değil ki, sağlığın, zorlukların yanında bambaşka şeyler de oluyor ki bir anda o girdabın içinde buluyorsun kendini, yine de umutsuzluğa kapılmamak, sağlam durmak şart. Umutsuzluk bağışıklığın en büyük düşmanı o da her azılı düşman gibi en zayıf yanını kolluyor.

Deliler herkesten daha güzel şiir yazar. Hayatı geldiği gibi yaşayan insanların rahatlığı, ruhlarının hafifliği hissedilir tüy gibi. O yüzden belki de kendilerini tam verebilirler uğraş verdikleri şeylere. Değer, kıymet, emek verirler. Bizim çağımızda bizi bize bırakmıyorlar. Uyansak bile bitmeyen kâbusların bekçileri gibiyiz. Hikâyelerdeki nesnelere anlam yükleyerek belki de yolunu bulabileceğini düşünüp, kaybetme umuduyla işaretleri takip ediyorsun.

Uyku düzeninin bozulması gibi bozulur, yerle bir olur mu bazı şeyler? Mesela düşüncelerimin en altına ittiğim şeyler, nesneleştirmeye çalıştığım görüntüler yeniden yer üstüne çıkar mı? Ya da düşünmeden duramayıp, her düşüncenin en üstünde sıklıkla aklımda ya da kalbimde beliren şeyler de alt üst olduğunda altta kalır mı? Adını o kadar çok tekrarladığım zamanlarda manasından, acı ve sızısından, yaşanılan ve yaşanılmayan tüm anlamlarından arınıp, sıyrılacağını düşünürdüm. Şimdi sanki o isim uzaklarda bir ölünün hayattan koptuktan sonra hayalet gibi aramıza karışma çabasındaki gizlilik, izleme, soluğu olmadığı için soluksuz. Uzaklarda unutulan bir ölünün adıyım, adın anlamları bambaşka şeylere bulaştı, değişti, anılsa bile o ad eski sahibini geri getirmeyecek. Belki de bir tek bana öyle geliyordu; sahipli, unutulmuş. Ben de değişik o olduysam, o da değişip başka biri olmuş olamaz mıydı? Ruhumla birbirimizi yeniden tekrar ve nasıl tanıyacaktık? Bir iz, bir işaret bırakabilecek miydik geride? Belki de kimse tanınmak ya da bulunmak istemiyordu, bulunmak unuttuğu bir kısım şeylerin gün yüzüne çıkması demekti, hatırlanmak, hatırlamak demekti. Yüzlerdeki sırdan çok kalpteki sırrı çözmeye uğraş veren kahramanların, ellerinde kıt kanaat yetindikleri umutlarından başka bir şeyleri yoktu. O umutla geçiniyorduk, yetiyordu, yetmediğinde kelimelerin aslında öyle olmadıklarını, içlerindeki sırra başvurarak, inancımızı kanıtlamaya çalışıyorduk. Yoksa şu cümlelere katlanılabilir miydi yeryüzünde?

Oysaki sıkıcı, rutin dediğimiz hayatı bile özleyecekmişiz, meğer tüm dünyayla aynı şeye dertlenecekmişiz. Gündelik dediğimiz şey bizim normalimizmiş. Vücudumuz yorulmaya bağımlıymış meğer. Bu bile bizi biraz olsun bütün yapar. Her şeyin normal olduğunu belki de bu anormal durumu yaşarken öğrendik. Yılların koşturmaları, şikâyetler, söylenmeler, bir türlü tatile çıkamadığın için sızlanmalar, yürümek. Trafik, durakta sıra kapmak için mücadele etmek, zaten dolu olan otobüse kıvrak hareketler yaparak binmeye çalışmak. Kazara bindiğin toplu taşımadan inememek, ineceğin durağı kaçırmak, markete gidip alış-veriş yapmak, fırından ekmek almak, sahafları rahatça gezebilmek, kitapçıda vakit geçirebilmek. Haftasonu bir yerlerde oturup, bir şeyler içmek, sonra hafta içi yeniden işe geç kalma korkuları, yoğunluktan bir şeyleri atlama, unutma korkusu, hepsi meğer çok normalmiş. Hep salt olanı ararken tutunduğumuz nesneler bile uzak artık, belki şimdi bulabiliriz içimizi. Gecede en az üç kâbus görüyorum, rüya kaldığı yerden devam etmesin diye iyice uyanıp, yeniden uyuyorum, bu sefer başkası, başka filmlerden alıntılanmış korkunç sahneler gibi, sabah uyanıyorum, başka bir kâbusun içindeyim.

Hepimizin arasına cam girdi, yüz yüze bakarken bile mesafeliyiz. Kediye sarılabiliyoruz da birbirimize sarılamıyoruz. Sevgi ezildi aramızda, tuttuk. Hâlâ yok olmasına tahammülümüz yok bir şeylerin. Tüm dünyayla ortak noktamız belki de ilk defa böyle beklemekti, Godot’yu beklermiş gibi beklemek, salgınımıza ilaç, kendimize şifa bekledik. Azaldık, öldük, nasihatler kaldı geriye, dokunamadığımız sevgileri bıraktık öylece. Herkes planlarını uzun bir süreliğine, belirsizliğe erteledi, kapılar uzun bir süre daha çalmadı. Onca uygarlıktan sonra bol g’li zamanlarda hâlâ yüzyıllar öncesindeki gibi derman arıyoruz, derdimize aşı. İnsanların terk ettiği sokakları hayvanlar sahiplendi, şaşkın, asıl onların yeri varmış gibi dünyada. Neyin inayetine kaldığımızı bile göremeyecek kadar küçücük bir şey, insaf bekliyoruz. Kardelenin inat ve azmini örnek alıyoruz. Coşkularımızı da başka baharlara emanet bıraktık. Bugün de ölmedik diye şiirler yazacağız, daha fazla şair anacağız. Belki bizi bağlılığımız kurtarır kim bilir? Züğürdüm belki de tesellim bu. Kaç ömür sığar, kaç kitap eder bir karantina? O unutamadığın şiirin gölgesinde daha ne kadar saklanacaksın? Geçip, gidebilecek misin sen de bu dünyadan, yüzüne bakamadıklarının arasından, hiçbir şey olmamış gibi… Asırlardır yok edilen yaşamların ahıydı belki de bu bize, miras gibi ölüm.

Şimdi biz ders alıp, geriye kalanlar, ölen oranın içinde olmayanlar; her şey bittikten sonra kalanların hatalarının ortalamasını alıp, payımıza düşen kısmını düzeltebilecek miyiz? Sürekli durmadan sürükleniyorduk, hatta evden hiç dışarı çıkamadığımız zamanlarda bile ama bizim aslında serüvenimiz eksikti. Uyuyup, uyanıp rüyalardan medet umuyoruz, dünya tenha, fenalık gibi bir şey.

Yirmi Sekiz Nisan İki Bin Yirmi 14:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Dalgı

Gökyüzü kusuyor artık, hava bitap düştü. Nefessiz kaldık. Yazmayı düşündüğümüz hiçbir şeyi tamamlayamadık, hikâyenin yarım bıraktığı şiirler de kusurlu sayıldı. Veda sözleriyle biten şarkılara içimizden eşlik ettik, sevmeyi yanlış anladık. Yanlış hayallerin peşinden giderken inancımızı yitirdik, gecelerce sabahlamayı en kutsal inanç sayıyordum, şimdi uykudan gözümü açamıyorum. Savunduğum şeylere yaslanmayı unuttum, koruyamadım zihnimi. Eskiden bir yere takılıp düşmekten son anda kurtarırdım paçayı, şimdilerde takılmadan direkt düşüyorum. Gittiğim yolların izleri silinmiş, basmamaya çalıştığım çizgiler de bir şey anlatmıyor artık bana. İzsiz olmak hiç yaşanmamış gibi olmayı gerektiriyor, biliyorum ama söyleyemiyorum, söylüyorum ama duyuramıyorum. Nefes nefese kaldığım göğsümün çukurunda sakladığım, güneş görmemiş hayallerin kelimesi her geçen gün azalıyor, yakında hiçbir şey söylememiş, hiç hayal kurmamış olacağım. Tatiller bile tatil gibi değil artık, dinlenme ya da hayata kaldığın yerden koşturmaya devam etmek için bir mola.

Kış geliyor, kardan adam gelmiyor, ördüğüm el örmesi atkılar da yok artık. Kimse öyle şeyler taşımıyor. Bulunduğum şehri toparlayıp, kilim gibi altımdan çektiler, ben başka bir yere yuvarlandım. Şiir gibi olması gerekiyordu bu gidişlerin, ünlemi bile eksik vedaların, üç nokta sadece, ona da üşenir olduk ya son zamanlarda. Anlatmak içimi kesiyor, bir lodos esintisi hep başımda, deniz kenarında yaşadığımdan değil. Eskiden böyle değildi. Anlattıkça ağrılarım azalırdı, şimdi anlatmak yeni ağrılar açıyor başıma. Ederinden azına harcadım kalbimi. Yalanlar yordu kulaklarımı, çıkıp, yalanlara saldırmayı bekleyen kelimelerin zifti aktı içime, hayat nerede başlardı, huzur nerede biterdi, içerisi neresi, aile kimlerdi, ev neredeydi… Bedenim benim eski yaram.

Yaşamadığın öykünün mazisi kehanetten ileri gidebilir mi? Yıldızları çoğalan gökyüzü hayal ettin de her yıldız için yaktığın mumların vadesi dolmadı mı? Bir sen mi aydınlatacaktın koca dünyayı? Şimdi durmadan uyuyorsun, bırak ışığı, aydınlığı, mumu. Böyle giderse yanacak tüm buralar. Önce sana kızdım sonra buralara, sana kızmasam buralara kızmak aklıma gelmezdi. Bir şeyi beklemeyince günlerin hepsi aynı, birini sevmeyince tüm günler ardı ardına çöpe gidiyor. Bir şey anlatmayınca ömründen kalan eksiliyor. Sana vakit kalmıyor, bana mevsim kalmıyor. Kışsızlık ürpertiyor içimi. Bulutlar kaplasın buraları isterdim, gök yere insin, zamanın yönü değişsin ama sis kaplıyor sokakları. Dünyanın başına yıkılması için illa bir deprem gerekmiyor. Çatılar devrilir bazen, üzerine gelir duvarlar, evini bilemezsin, bilsen tanıyamazsın. Yerini bilmez, unutursun, adını bilmez, delirirsin. Evlerin huzuru eksik, pencerelerin şifası, yolların dermanı, dermansızlığım kaldı tırnaklarımın arasında, ne tırnak kaldı geride ne tutulan eller. Dil tutulmuşluğu aldı yerini, kimse kimseye bir şey söyleyemez oldu, söyleyebilse bile yanlış anlaşıldı. Geçmişle geleceğin arasındaki yolda iki ileri bir geri yapıyorum. Takıldım, yoruldum, taktım. Yorgunluğuma inandım, suskunluğuma konuştum, anlattığım masalların ilk ve son dinleyicisi oldum. Saksıda unutulan çiçeklerin yerine soldum. Sanki son kez gümbürdüyormuş gibi camlar, gök gürültüsüne tutuldum. Dünyanın ortasındaydım, dünyanın ortasını söktüler, sessizliğim kaldı. Tüm kitaplar okunmuş, tüm kitaplar yazılmış, tüm şiirler unutulmuş gibi, kâinat suskunlaştı. Kendi hayatıma misafir gibi gelip, gidiyorum, olsun önemli yok sayılmamaktı. Kirden, yalandan, rutubet kokusundan, kinden, nefretten, inançtan, kaostan büyüdükçe büyüyor dünya.

Her şeye bunca şükrederken yine de iyi hissedemiyorum, his diye bir şey olmasaydı dokunmaların bunca anlamı olur muydu? Belki o zaman daha az kötü hissederdim. Bir parçan varmış gibi bende, kalmış gibi, unutmuşsun gibi, unutulunca anlamı değişmiş benim bir parçam olmuş gibi, ne kadar az görsem o kadar iyi gibi ama yine de iyi olunmuyor. Şiddetli öfke bile zaman geçince kendini salıyor, zavallı bir şey oluyor. O öfke yazmaya yarıyor, daha iyi yazmaya. Neye neden kızgın olduğunu hatırlarsan öfkelenecek yeni şeyler bulabilirsin kendine, onlara benzeri ya da benzemeyeni. Sevdiğimiz şeylerin herkesle aynı olmaması belki de bölüyor bizi, camın diğer tarafında kalmış gibi, görünüyor ama hissedilmiyor, soğuktan başka bir şey yok. Akşamları gölgeme kızıp, onu çiğneyip, ezmek için hızlı yürüyorum. Sonra bu arada yazdıklarımı unutuyorum, huysuzluk belki de tam da böyle bir şey. Bana hiç söyleyemeyeceğin şeyler değiyor kalbime yalan yanlış. Ürperiyorum, o ürpermeyi hiç terk etmedim. Sözcüklerle sallanıp, durdum, bir kelime sarsın ve sarssın istedim, derinden, sahici bir sarsıntı olsun istedim, benden yine kendime geleyim istedim. Kim bilebilirdi ki, bir gün tüm bu sızıların bir yararının olacağını?

Denizde yüzüyorsun ama balık olduğunu bilmiyorsun, denizi de bilmiyorsun, belki hiç bilmedin orada doğduğun için ya da başka yerden getirildiğinde unutmayı seçtin. Karanlıktasın, aydınlığı bilmediğin için karanlığı da bilmiyorsun. Kanatların kırıldığı hâlde, uçmayı bir türlü aklından çıkaramıyorsun belki kırılan kanatlarını da unuttun, kalbin gibi. Yine de beni bazı şeyleri unutmuş olarak hatırla, unutunca tazelenmiş olarak hatırlayamasan da unutmuş olarak hatırlaman yetecektir bana, unutmuş, yaşamış, dersinden çok derdini almış ve akıllanmış. Sistem böyleydi belki de ya unutup kendince feraha erecektin ya da unutmayıp, delirecektin. Birlikte sırt sırta verip, kitap okuyacağımız hayali, akşamın bir körü, omzuna o karışık kafamı yaslayıp, okuyacağım kitapların isimlerini de unuttum mesela. Yarım kalmış hikâyelerimin neresinden tutup da tamamlayacağımı, nerede bitireceğimi unuttum ve şuan tamamen rastgele yazıyorum tıpkı yaşadığım gibi. Tedirginliklerimizden yarattığımız kaos bizi ömür boyu beslerdi, gidip de dönemeyeceğimiz bir yer rüyasıydı imkansızlığımız, meğer varmış öyle bir yer. Gidip gelmeyi düşledik biz ama ben içten içe dönmemeyi düşlemiştim, sana söylemedim. Meğer gidip de dönmemek mümkünmüş, yıllar sonra şimdi buldum bunu. Her şeyi bırakabildiğimden anladım, kendini bile bırakabiliyorsa insan. Kendi hayatımın içinden bir uyurgezer gibi geçiyorum.

Geçen yazı bir romanın içindeki gaflet gibi geçirdim, bundan sonraki yazlar nasıl geçer bilmiyorum. İçimi yemekten büyüdüm, içim dışıma çıktı, eski bir yaz yağmuru gibi döküldüm kendi üzerime, kendimi silkeledim, dut gibi düştüm yine içime, hoş düşecek başka yer de yoktu ya. Biriktirmek istemesem de arttım. Ucuz roman teşbihleriyle yetindim, hikâyesi olmayanın şiiri yazılmazdı, başkasının şiirine yama olamazdım, yara da olacak hâlim yoktu, üstelik acılar bunca faydalı olmuşken. Ucuz romanlarda da gururlu karakterler olurdu muhakkak, onlarla yarışamazdım. Kendi ayağıma kendimi uydurmam gerekecekti. Artık belki de bu uykudan uyanmalıydım ama uyandığımda gündüz olacağını nasıl hesaplayacaktım? Anlayışlıyım, keşke bunca anlamasaydım, bunca sarmaya çalışmasaydım, iyileştirmeyi bilmeseydim yaraları, yeniden kanamaya hazır hâle getirmek için sarmalamasaydım onları, iyileşemeyeceğini bilmese kanamasını da bilemezdi. Toparlayamıyorum bazen zamanı, aklımı, hep üşenmeden neden ve isim bulduğum sızılarımı.

Hepimiz bir süre için vardık, var gibiydik ama geçiciydik, bir şeyin etkisi gibi, uçucu bir şey gibi yok olmaya, gitmeye, unutulmaya mahkûmduk. Bir süreliğine bir yerlere gidiyor, bir zaman bir yerlere yerleşiyorduk, kıpırdamasak bile yerimizden, geçiyorduk bu dünyadan. Bir şey arıyorduk, bazen bulmuş gibi oluyorduk ya da yapıyorduk, tamamlanmış gibi hissediyorduk ama tamamlanmıyorduk, gibi oluyorduk hep. Duracağım ve gideceğim yer arasındaki tereddütten içim ezilmişti, ben kendimi seçmedim mesela.

Otuz Bir Mart İki Bin Yirmi 15:30
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Tedirginliğin Cehennemi

Kendi üzüntülerinden çok başkalarının sevinçlerine katlanamıyorsan, manasızca bencilsindir. Eğer en üzgün olduğunda birilerinden teselli bekliyorsan hiçbir zaman vaktinde yetişmez o teselli. Muhtemelen ihtiyacın kalmadığında, anlamını yitirdiğinde ulaşır. Bunu unutacak bir neden göremiyorum. Teselliyi de umutla birlikte can çıkmasa da raflarına kaldırdım. Bir şey oldu aniden, bir lamba yanar gibi, kızmamaya başladım, olgunluktu belki ya da kızmak için herhangi bir hissin veya hareketin olmayışıydı. Eksiklik boşluktu ama iyi geliyordu, tedavi gibi. Ne oluyorsa oluyor, bir dakika bile geçmezsen onca yıl geçiyor ya değmeden, dokunmadan, bulaşmadan, iz bırakmadan. Artık diyorsun bana hiçbir şey olmaz, hiç kimse bana bir şey yapamaz ama öldürürler, insanlar birbirini öldürebiliyor, durup dururken, bahaneli, bahanesiz ve acımasızca. Kimsenin artık hiçbir şey yapamayacağı inancını da başka bir yere kaldırdım. İnsanlar bile isteyerek hem de çok şey yapıyorlar, yapabiliyorlar. Affedilmeyecek şeyleri bile affedebiliyorlar, sırf kendi rahatları, huzurları için. Affetmiyorum, sırf onlardan olmak için sarf ettiğim çaba için en çok da kendimi affetmiyorum. Onlardan olmamı hak etmiyorlardı belki de, bu uğraş, gayret, sarf, bu uyum isteği, bu yalnız kalmama çabası, birlik, beraberlik, düzen falan, hepsi birer safsata, hepsi palavra. Tedirginliğin de gideceği bir cehennem vardır elbette.

Bir kez daha ıskaladı kaza kurşunu diye umduğum şey, kaza süsüne dönüştü. Hayatın tadı yeterince genzimi yakıyordu, kelimeler ustura gibi boğazımı kesiyordu. Bir derde düşme hayaliyle yanıp, tutuşurken hiç ummadığım anda aşkımı dert yapıp, ona teşne olmuştum. Dert olmuştu sonunda bana bu ve kolayca atamayacaktım. Çamurlu sulardan kendime şeffaf balıklar seçiyordum, yaşasınlar diye can yelekleri takıyordum. Süse dönüştü acılar bile, süslemesini bildim, kapatmasını ya da başka bir şeye dönüştürmesini. Altında kalan izleri hesaba katmadan yüzeysel acıların peşine düştüm. Görünürde acı versin istiyordum tüm acılar, içerde, derinde kalmasın istiyordum, bu sızıyla, bu yanıp, tutuşmayla dost olunamayacağını da o anda anlamıştım. Beni öldürmeye çalışan şeyin acılar da olmadığını anladım, onlar orada öylece sürünmemi, ölmememi istiyordu, tıpkı senin gibi. Eğer yaşarsam devam edecekti çünkü her şey, ben var oldukça bu acılar da var olacaktı, dolayısıyla her fani gibi onlar da göçmek istemiyorlardı. Başım dönsün istiyordum, dünya çok büyüktü kafamın kaldıramayacağı kadar, midemi bulandırıyordu bu büyüklük. Ne kadar gerçek olursam o kadar güzel biterim zannettim, inandığım şeyler de bana tıpkı inançlar gibi sahip çıkarlar zannettim, hiçbir yalanla ölçülemeyecek kadar yalnız bırakmışlardı beni. Oysa böyle divane biteceğim belliydi, en başından beri, benim hatam belki de korkuyu unutmak ya da ertelemekti.

Koltuk deseni gibi oturduğum günlerde benim sorunum, hiçbir koltuğa uymamış, yine de hiçbir yere gidememiş olmamdı. Kokuşmuş dünyaya göre gereksiz şekilde duyarlı, sabırsız insanlara göre fazla hayalperest, otoriteye göre fazla naiftim. Zamanı israf etmekten çekinmez, durup, beklemekten sıkılmazdım ama başka bir zamanın ortasında oradan oraya savrulmaktan da sıkılabilirdim. Amaçsız bir böcek gibi yaşamayı dileyebilirdim ama araya bir sürü şiir girdi, aramıza bir sürü yazı girdi, mesafelerimizin arasına dünya dolusu kitap girdi, hepsinde gözlerim ayrı doldu, kimilerinde taştı, dökecek kap bulamadım. Hiçbir şey yapmadan oturmak insanlığın lüksüydü, mücadele etmek ve bununla övünmek aynı zamanda da savunmak gerekiyordu çünkü herkes savaşa inanıyordu, durup, beklemeye değil. Durup, bekleyince bir şey yapmış olmuyordun, diğerleri gibi gitmedikçe yaşamış olmuyordun.

Beğenmediğim şu hayat bir gün bana da kapıyı gösterip, kovsun diye bekliyorum. Savaşmayı sürekli savunan insanların gerekçelerini, doğasını kazıdım ki içime, savaşmayayım diye, öyle olmayayım, böyle durayım, tam tersini yapayım diye. Savaşamazsa çünkü insan içiyle savaşır ömür boyu ve bir başkasındansa kendini daha kolay öldürür, işte belki de tam da bu yüzden böyle yaptım, içimle arama kimse girmesin istedim. Başkalarından bunalıp, boğulmaktansa kendi ellerimle kendimi boğmayı istedim, bu fırsatı kimsenin ellerine bırakamazdım.

Sanki bir tek ben mi hayal kırıklığına uğramıştım? Gözyaşlarım yükseldikçe susmalarımı büyüttüğüm, sahiciliğimi bir kenara terk edip, zaman neyse daha hızlı geçecekse ona yönelmenin menfi zararına rağmen, yine de en az kendimi düşündüğüm için, beynimde kuşkulardan örülmüş bir bomba, her gece o bomba ile aynı yastığı paylaşıyorum. Umduğum şeylerin yine de olmamasını umuyorum. Yaşamın içinde içime sinmeyen şeyler var, elime aldığımda ellerimi yakan şiirler var. Kimseye açıklayamadığım kelimeler var. İyimserlik saflık içerir. Çiçeklerin açmadığı, ağaçların olmadığı, toprağın öldürdüğü betonların üzerinde iyimserlik çivi gibi batar gözlerime. Rüzgâr artık okşayan değil, savuran, hırpalayan, ağaçların, çiçeklerin intikamını almaya gönüllü, biz de anlamakta gönülsüzüz. Kanıyor işte kelimeler, kanıksayamadığım bu. Düşünemiyorsun, öyleyse çürümüşsün.

Sanıyorsun ki buğulu camların arkası sonsuz boşluk, bulutların kapladığı gökyüzünde hiç güneş yok, zannediyorsun ki şu kara günlerin ardından iyi ve yenileri gelmeyecek. Yerin altını umuyorum, belki daha güzeldir. İnancım hayal kırıklığına uğramadan önce, daha afili cümleler kurabilirdim belki de, tıpkı eskiden olduğu gibi. O balonların bir daha uçamayacağındaki boşluğu tarif edemiyorum tıpkı o kuşların da bir daha uçamayacağını bildiğimdeki sessizlik gibi bazı hikâyeler, var ama hükümsüz, yargısız, öylesine duruyor.

Kıta değiştirilince masada unutulan kitap gibi şaşkınım, neyi yazabilmekten ziyade, neyi yazamadığını bilmek gibi bu daha önemli. Bazen sadece bir koku yetişir imdadına, seni bu zamandan koparıp, ta çocukluğuna götürür, o huzura, o tanıdık kucağa. Küçücük burnum var ve hep onun dediği oluyor, bu hiç değişmedi. Gelecekte olacak şeyler belliyse eğer, istemek, tutturmak, inat etmek neden? Umut boşuna çaba mı bundan bile şüpheliyim artık. Akışına bırakmak her şeyi tek şifa, tek teselli gibi, hoş bu kelimeleri de çok sevmiyorum ama diğer herkese benzemenin, dikkat çekmemenin ve araya kaynamanın şartı belki de bu.

İçimde tuhaf, anlaşılmaz bir üşüme var. Tüm bunları düşünmek bir tek benim aklıma gelmiş gibi bir yalnızlık, anlatsan anlaşılmayacak, söylesen mecalin eksik. Hiç özlemedim ben, özlemenin yükünü kuşlara, çiçeklere, sahile bıraktım. Özleyebilenlerin çabasına da hayranım. Benimle gülenleri unuttum da ağlayanları unutamıyorum halbuki çoğu için tam tersiydi. Güçlü duyguların delilikten geçtiğini anlamam çok zaman almadı. Durdun, saklandın, kaçtın, gittin, bekledin peki şimdi bulunduğun şu zamandaki kendinden memnun musun? Aklım uçuk bir pembede, öylece salınıyor, kalbim o iyot kokusunda parçalanıyor.

Özlemin, umudun yerini alan boşluk, bir daha asla eskisi gibi olamayacağını bilmenin rahatsızlığı, inancın zedelenmesi ve buna alışmış olduğun hâlde eskisinden daha fazla dokunmasındaki neden o boşluğun hiçbir zaman tamamlanmayacağı. İnsan kendi travmasına sahip çıkmalı. Tanıyordum bu dengesizliği ama sorumlusunu ayıramıyordum. Bazen var mıyım yok muyum farkına bile varamıyorum, bilincimin bana kötü bir şaka yaptığını biliyorum, ağrılarım olmasa varlığımı unutacağım. Ama yine de ağrının da hayırlısı, katlanılabilir olması, aniden çıkmaması ve dayanılır olması temennim. Dünyanın girişinde sanki; “gamsız girilmez” yazıyordu…

Otuz Bir Ocak İki Bin Yirmi 17:00
Nevin Akbulut

blog dergi edebiyat Genel nevinakbulut psikoloji Uncategorized yeni yazı

Kendime bile benzemiyorum

Parçalayıp, böldüğüm, sonra başka bir yerinden başka cümlelerle birleştirdiğim, bütünlüğü genelinde kaybolmuş, asıl hikâyesi yitmiş yazılar gibiyim. Nar gibi değildim ama ben de kendime göre dağılıp, duruyordum. Dağılmam için yere çarpılmam da gerekmiyordu, köze gelmeden kül olabiliyordum, aradaki zaman yaşanmamış değil, harcanmış gibi oluyordu. Çölde seni yeşil bir dal zannetmiş olabilirim, seraplığıma ver, yaz günü kurumuş içimin yangınına ver, bir şeylere ver ama sevgime verme. Deli dolu söylendiğime bakma, tümünde gerçeklik var, hoşuna gitsin ya da gitmesin diye değil öyle olduğu için. Sazın, sözün, rakının yanında güzel gitsin diye de konuşmuyorum. Dert olsun diye hiç değil, kanımdan beslenmeyi amaç edinen sırtlan gibi duyguların da olduğunu bil diye söylüyorum. İçim içimi yemese, içim içime sığmazdı. Direnmesem bir şeylere çoktan gitmiştim buralardan, böyle gülüp, oturamazdım şurada.

Öğün atlar gibi atladım yıllarımın üzerinden, gelen geldi, giden gitti, yiten yitti, ben aynı kalakaldım bir düşün ortasında. Artık kelimeler pek tenha, kendi anlamlarını çağrıştıramıyor. O soğuk kış gününde, sislerin içinden geçerken, montunun cebinde ellerim vardı. Kokusuna belâ bulaşmış zifiri bir gecede, dumanı masmavi, közü kıpkırmızı, yanmış ve yarıda kalmış bir sigara izmariti gibi yürüyorum; içimdeki çok şarkı, az umut, bol hayalle birlikte.

Issız bir sokaktan, ıssız olmasına rağmen güvenle, bildik bir sıcaklıkla ilk kez geçerken bir daha aynı sokaktan aynı saatte geçsen bile o tuhaf duyguyu hiç hissedemeyecek olmanın hüznü gibi bazı insanlarla karşılaşmamız. İkinci sefer gördüğümüzde o ilk hissettiğimiz gibi olmayacak, belki de artık her şey böyle, çabucak, kolayca ve hunharca tükettiğimiz için. Harcadığımız için.

Limanından ayrılan geminin gölgesinin düşmesi denize, vapurun o acı bir şekilde çalan düdüğü ya da şehirlerarası yolculuklarda insanların uykulu ve daha çok hüzünlü olması mola yerlerinde, ayrılığı tatmamış birisine hiçbir şey ifade etmez. Bir yerdeyken başka bir yeri özlüyorum, uzaktayken evimi, evdeyken sokakları, hatta aşk acısını bile. Gereksiz kahkahaları duyuyorum sahte, sarhoş ağızlarda, sonra özlediğim her şeyden pişman oluyorum. Ben bazen de öldüğümü özlüyorum, kendime bile benzemiyorum. Beklediğin şey kitaplarda karşına çıkacak diye yıllarca kendini kandırdın, Alfabenin sonuna doğru, kenara bir yere tıkıştırılmış bir harf gibiyim. Sesim yok, buna rağmen duruyorum onlardan biri gibi, gömülemez bir beladan başka bir şey değilim belki. Bu dünyayla aramdaki uçurumu daha da derinleştiriyor, ne zaman ağzımı açsam biraz daha yanlış anlaşılmak için açmış olacağım endişesi beni tehlikeli bir şekilde susturuyor.

Sende kalsın kafamı süslediğim kelimelerin buğusu, kırık kalbim, ezip, marmelat yaptığım o derin ama çok derine gömdüğüm duygularım, bir işe yaramıyorlardı yer tutmaktan başka. Sezgilerim bende kalmaya devam etsin ki inanmadığım hâlde başıma gelenleri hatırlatıp, içime dizilsin. Dikilsin kötülüğün ateşi hep karşıma, ben yine içimden bildiğim şarkıları söyleyeceğim, dilim yansa da… Sekseninci katta bir perde gibi lüzumsuz ama salınmış durayım, rüzgârın çıktığı gecelerde sokaklarda unutsunlar beni, uyutsun yıldızlar, kollarımı iki yana sarkıtıp, kalayım. Sabah güneş doğunca hatırlasın beni o pencere. Yukarı çıkınca mı daha özgür oluyorduk? Yoksa dibimize gömdüğümüz duyguları daha derine atınca mı? Derine saklandıkça dışa vuracağımızı bilmiyor muyduk? Diplerin de bir sonu olduğuna, varamadığımızdan mı inanmadık? Sağ gözümü sana daha yakın hissediyordum, sol gözüm daha çok üşüyordu, kirpiklerimi kopardım, yanmışlardı. Bir zamanlar mavi bir duvar sevmiştim, yıkıldı… Benden bu kadar, lanetimi kimseye miras bırakmayacağım, içimde götüreceğim. Bu bile bana duyacağınız bir minneti size borç bıraktığımı gösterir, üstelik onca keşkeye rağmen. Nüfustan henüz ölü olup, düşmesek bile, bu bizim çürümüş olduğumuz gerçeğini değiştirmez. Zaman geçtikçe ölümden korkmak, yaşadıkça yaşamayı istemek değil de, yaşama alışmaktan ve bu alışkanlığın bozulmasından korkmak. Yoksa yaşadıkça hayatın tatlı falan geldiği yok, bunu çürümüş birisi çok iyi bilir ve bu çürümüşlüğünü söyleyebilen kişi daha da fazla bilir.

Azımsanmayacak kadar çürümüşüz, az olmayacak kadar delilik ve bir o kadar da ölüm. Yeni doğan birisi bile ölümü hatırlatıyor, doğmanın şartı ölmek çünkü önce sürünerek, sonra yuvarlanarak en sonunda ayağa kalktıkça yükseldiğini zannettiğin boşluklara düşerek. Eski tanıdıklara yeni günahları göstermek için biraz daha kıvılcım, küf kokan ve toza bulanan dünyadan boşuna kaçma çabaları, bunun tek katlanılır yanı eninde sonunda bir ceset olacağımız gerçeği, seviyoruz, seviniyoruz işte, yaşamın katlanılır yanı.

Arafta bir karakter, sabun olmayı bekleyen. Toprağımı kendi üzerimde taşıyorum, gözlerim desen gibi çizilmiş tenime, baktığım yerlerin haberi yok. Akranı değilim kimsenin ve şeylerin, geçmişe tutamadığım kafayı gelecekte bulamıyorum. Köz yangınını savurduğum geceyi yaktığım günlerin sabahlarında aradığım şeyi yine bulamadım, yalnızca bir his bu, esaret gibi, gölge gibi beni takip eden. Delilik bence; iç dünyanı dış dünyaya uydurmak zorunda olmamaktır, bir ayrıcalıktır. Gövdemi incittiğim kelimelerle sakatlanmış olabilirim, keşkelerle ruhunu sarmalamaktan, yaranı birine emanet etmekten iyidir bu. Parçalayıp, böldüğüm, sonra başka bir yerinden başka cümlelerle birleştirdiğim, bütünlüğü genelinde kaybolmuş, asıl hikâyesi yitmiş yazılar gibiyim. Kalbimi içimde o zamandan kalma seninle birlikte kurutup, bir kitabın arasına sakladım. Öyle kal diye, kalbim de değişmesin diye, o zamanda kalalım hep diye. Kitabımı kaybetmem zor olmadı.

Sürekli bir şey istiyoruz, bir mucize bekliyoruz, hayattan, yaşadıklarımızdan, yolda, giderken, gelirken, yanımızdaki koltukta oturan birisinden, hatta karşımızdakinden bile ama işin sonunda ne istediğimizi bir türlü bilmiyoruz, o anlık bilsek bile sonra bu istekler değişiyor. Geçmişte çevreden bize dayatılan şeyleri istediğimizde aslında onları istemediğimizi anlıyoruz. Böylece değişmesini umarak, bir mucize bekliyoruz, değişmeyince de hayal kırıklığına uğruyoruz, zaten yeterince yok muydu? Kendi özümüze kadar inip, aslında gerçekten ne istediğimizi bilirsek, hapsolduğumuz kuyulardan belki de kurtulabiliriz. Her zaman yaptığın bir şey, ansızın, birdenbire, durup dururken öyle saçma geliyor ki, gerçekliğe belki de bu şekilde ulaşıyorsun.

Tutulduğun kafes sarsılıp da açılmasın diye uçtuğumu söylediğimde inanmadılar. Önce şakayla karışık güldüler, sonra ciddiye almadılar ve en sonunda da duymamaya başladılar. Bir depremin kafesi sarsıp düşüreceği ve en sonunda serbest kalacağım için, sallantılara da inanmadılar. Kafesle birlikte dünya ters düz olduğunda, evrenin altına geçtiğimde belki serbest kalabilirdim ve kafesin bağlı olduğu mahkûmiyetten kurtulduğumda bu onların hiç hoşuna gitmezdi. Ama bunu saklayabildiğim için de bir süre sonra kendim de unuturdum. Dertlenip, tüm bunları düşündüm. Çürümemek için ne yaptığımı ve yapmadığımı…

Dört Kasım İki Bin On Dokuz 14:00
Nevin Akbulut