Bir bütündüm, parçalara ayrılmadan önce. Bölünmek her şeyi ayrı düşünmek demek de değilmiş, canının etinden ayrılması gibi bir şey. Zaman geçtikçe insan çevresinden çok kendi içindeki kötülüğün de farkına varıyor. Bana yapılan kötülükler için onları cezalandıramayacak kadar iyiyim, ama kendimi öldürebilecek kadar kötüyüm hem bunun için yani kendimi öldürdüğüm için kimse beni cezalandıramaz. Eksik parçama sahiptin, vazgeçilmez değildin. Şimdi şurada hemen ölsem bile kalbime gömdüklerim kadar yer kaplayamam. Gülkurusu tadında hayaller kurunca, ağzında gül tadı kalmıyor, reçel falan da olmuyor dökülen yapraklarından, muhtemelen kurumadan yapraklarını yiyorlar sana da dikenleri batıyor. Ya koparıyorlar ya da solduruyorlar.
Kızgınlıklarını ve kırgınlıklarını aynadan başka anlatacağın hiçbir yer yok. Sinirlenmelerin, yumrukların, küfürlerin her defasında aynaya çarpıp, kırılıp, çoğalarak yine kendine geliyor. Senin kendinden başka kızacağın hiç kimsen bile yok. Kendi içinle çarpışmaktan sürekli sarsılıyor gibisin, kaç deprem atlattı yüreğin hesaplayamıyorsun. Savruluyorsun hiç durmadan, yine de yorgunlukların seni dinlendirmeye yetmiyor. Bir yerde düşüp, ölmen gerekir belki de… Kimseyle savaşamadığın için hep kendine yeniksin. Sürekli kendinden ve her şeyden kaçma hâlindesin ama her gece ıssız sokaklarda tek başına dolaşırken, yine yakalandığın kendinsin. Hep sonbahar mevsiminde, hüzün durumundasın, gözüne hep kirpik kaçmış da çıkaramamış gibi, gözyaşlarını kendi ellerinle silmek zorundasın. Son günlerde ne kadar da az gülümsediğini bir tek sen fark ediyorsun, yüz hatların gittikçe sertleşiyor, dışarıdan baktığında kendine hep sinirli gibisin, olgunlaşıyorsun. Olgun ve anlayışlı bakışların var artık. Kendinden başkasına borçlandığın da yok, güzel günler göreceğiz diye kandırdığın kendin. Bölündün, parçalandın ve dağıldın ama çoğaldın da aynı zamanda. Çitilendin ve tortulandın, yıllar sonra akıllanan kalbin gibi ya da yıllanmış şarap gibi bir tat oldun. Her şeyi boş vermenin derinliği ve sessizliği var gözlerinde ve büyük yitirmelerin boşluğu dudaklarında. Unutmanın sükûneti kaplıyor şimdi tüm suratını. Her şeyi solgun ve gerçek renklerini görmeye başladığından beri artan bir hissizlik duygusu yerleşti içine, kendinle arana bile mesafe koydun artık, daha az konuşuyorsun, daha az kavga ediyorsun çünkü aynaları patlatmanın bile hiçbir işe yaramayacağını biliyorsun artık. Kaygıların gün yüzüne çıkıyor, memnuniyetsizliğinle birlikte. Ne yapacağını şaşırmanın yanı sıra, hiçbir şey yapmanın bir şeye yaramayacağının endişesi terk ederken, rahatladığını zannediyorsun ama yalnız bir süre için geçer bu rahatlık. Uzaklara gitmek için gönülsüz, hayal kurmak için artık fazla gerçekçisin, suskun ve soluk perdeler gibisin, ne zamandır burada öylece oturup, kaldığını bile bilmiyorsun. Geçmişi düşünmek, geleceği düşünmekten daha kolay geldiğinden geçmiştesin sürekli çünkü geçmişte yaşanan hiçbir şey artık değişemez, bunun rahatlığı var. Sırtını geçmişe yaslayıp, yine geçmişe dair hayaller kuruyorsun, gelecekle ilgili hiç planın yok.
Nefes almaya devam ettikçe, her geçen gün daha ağır bilançolar yıkılıyor üzerime ve ağır hesapların altından kalkamıyorum. Yaşamak gittikçe yük olmaya başladı, her gün omuzları düşüren ve yaşlandıran. Şu günleri yaşayacağımızı bilseydik yine de bu kadar yaşamaya hevesli olur muyduk? Tabi ki olmazdık. İlk yaklaştığımız anda ölüme teslim olurduk. Hayatın adının “hayat” olması “yaşamak” anlamını içermiyor, daha çok zorluk, sıkıntı, yalnızlık, zorunluluk ve keder. Dünya aslında içindekileri burada durmaya mecbur bırakıp, hipnozla köleleştirdi. Hepimizin yapmak zorunda olduğu şeyler var, yaşamak yüzünden. Her ne kadar görünmeseler de hepimizin bağımlılıkları var, aynı orantıda da teselli ve bahaneleri. Bunlar da bir tür uyuşturucu, insan hiçbir şeyi yalınlıkla net bir şekilde göremez oldu. Derinlere biraz inmeye kalksan ya deli oluyorsun ya da sarhoş. Kendini avutacağın hikâyelere sığınmaktan başka bir şey yapmıyorsun. Okuyorsun, daha çok okuyarak, başkalarının masallarıyla mutlu olduğunu zannediyorsun. Böyle uyuşuyorsun, hem de en ayık olduğun zamanda. Kimse kimseye fazladan ümit vermek istemiyor, istese de veremiyor zaten. Kimse kimsenin yarasına merhem olamıyor. Kendi yaranı iyileştirmek ya da kanatmak zorundasın, insanlar ancak sebep olabiliyor, nedenli ya da nedensiz…
Bir cümleyi diğeriyle birleştirmeye çalışırken, satır aralarında sabahlıyordum, o boşluklardan yuvarlanıyordum, dünyanın yuvarlak olduğunu düşünerek, korkumu yatıştırıyordum. Yine de başımı yastığa koyabildiğim bazı zamanlarda başım dönüyordu, o zaman dünyanın durduğunu hissediyordum. Hatıralarını unutanlardan ve kolay harcayanlardan korkuyorum. Yaşanılan şeyleri, kolayca silip, yaşanmamış süsü verenlerin hayatı var ile yok arasında bir yerdedir.
Herkes kendi düşüncelerinin çarmıhında geriliyor. Üstelik sonunda gökyüzüne yükselmek falan da yok, devrik cümleler var, devrilen bardaklar, evrilen zamanlar. Yazdıklarım deliliğimin delili olmayabilir belki, eğer öyle olsaydı okuduğumda beğenme şansın artardı. Kırmızı ruju yine kırmızı Uniball marka pilot kalemle karıştırdığımda uçmaya başlıyorum. Çocukların küçükken kaybettiği en değerli şeylerin gökyüzünde biriktiğine ancak bu şekilde inanabiliyorum.
Mürekkebin ömrüne iman etmiştik, ah nasıl da inanıyorduk yazdıklarımızın bir yerde, bu dünyada bir yerde kalıcı olacağına, ölüm bile bu kadar, böylesine, unutkan ve geçiciyken. Ne çabuk unuttuk insanların vefasızlığının harflere benzemediğini… İki gün sulamayınca, odadan soluk alan çiçeğin bile yüzüne bakmadığını.
Hiç yazılmayan bir hikâyenin çatısında beni aradığından beri, artık ölmek için daha geçerli bir sebebim olduğunu düşünüyorum. Hayallerin gammazlandığı, bir eşkıya doğrultusunun dağlarında zikzak çizerken, elleri toprak kokan, ayakları lastik kokan çocuklar, saçlarında papatya kokuları, gözyaşı döken bir gülün çizdiği kırmızıçizgide ilerliyorum. Bulutlar biraz küf kokuyor, gülün kanı bozulmuş, bozuk çiçeği yüzümle ölüm korkusunun üzerinden atlıyorum, yarı yarıya bulut üzerinde, açık üstümle, battaniyesiz ve sabahsız. Eski zamanlarda ölenleri seviyorum, özlemdi belki bu çiçek kokusuyla büyüyen ve sonra bozulan bebeklere, büyümek istemediğimden, büyümesini istemediğimden geçmişin içinde geziyordum. Kurutulmuş ve asılmış çiçekler ya da unutulmuş çiçekler ölümü hatırlatıyor, saçlarından bağlıyorum çiçekleri, balık hafızasına hayranlığıma gülüyor bebek unutkanlığıyla, ne zamandır unutuyorum çocukluğumu, dizlerimin iyileşmesi bana hiç iyi gelmedi. Biraz daha unutursam ulaşabilir miyim istediğim, özlemlerime, gözlerinde sönmeyen yıldıza âşıktım, gözlerimdeki ferin geçici olduğunu unutarak… Hangi merdiven yaklaştırabilir şimdi yıldızına ulaşmak için kaç hikâye yakmam gerekiyor, kaç masaldan firarım isteniyor? Hazırım, yıldızındaki pırıltının gölgesinde yeniden sabahlamak için tüm sabahları yakmaya da razıyım. Merdiven yanlış gökyüzüne uzandı, asılı kaldım, düşmekle ölmek arasında mekik dokurken, hiçbir şey yokmuş gibi davranan umursamaz çocukları hatırlattın bana, başka türlü sığınamazdım bir yalanın arkasına, saklanamazdım daha fazla.
Kelime düşüşlerime benzemiyordu, aramızdaki mesafe, bir kelebek ölümü gibi, bir kelebek ömrüne sığdırmaya çalıştığım her şey dışarı taştı, ayarlayamadım, taşıyamadım da… Yazdan kalma çiçekli elbiselerime, çiçekli kokmayı öğrettim, tıpkı zamanında plastik saçlarıma plastik kokmamalarını öğrettiğim gibi. Kirle ovulmuş duygularıma, kilden oyulmuş yüzümü sevmeyi de öğrettim. Kokulu gülümsemeler sergiliyorum, kokmuyorum, kokum kayıp, adımın eksikliği gibi, adımlarımın fazlalığı gibi, ölüme susamış birini, yaşamak sevinciyle kandıramazsın artık. Çiçek koktuğu için yıkamıyorum elbiselerimi ve yüzümü de… Ait olamadığım bir dünyadan hiç ait olmayacağım bir eve göç ediyorum. Sokaklarında şarkı söyleyemediğim bir şehirden ayaklarımı bir türlü çıkaramıyorum. Gidemiyorum ait olduğum yıllara, ağzımda yarı baygınlık, biraz daha eskiyorum. Çiçeklerim de bozuluyor, bekleyen her şey gibi. Daha fazla şiir yazmanın da anlamı yok, zaten hepsi biraz yarım hepsi birbirine benziyor. Şarkı da söylemeyeceğim. Titrek ışığın yansımasında tüm tedirginliğimle varlığıma inanmak istemiyorum. Yokluğum için her şeyi göze alsam bile yetmiyor. Yarım şiirlerle nereye kadar gidebilirsin ki? Dünyayı kaçırın benden, o yuvarlak şeyi elimden. Belki o zaman tamamlanır şiirlerim, belki dünyada bir yerde, bir şeyin altında kalmıştır kayıp ve utangaç dizeler. Üşüyorum ve bundan yalnızca hava durumu sorumlu değil, geçen yıllar pırıldayarak döktüğü pullarını yüzüme vuruyor, öyle ya gece her ayıbı örterdi evvel zaman içinde bir masalda. Sarılsan bile artık, iyileşmeyecek şeyler var içimde.
Otuz Bir Ekim İki Bin On Altı 16 40
Nevin Akbulut