Dünyada muhakkak kendinden başka birilerinin de olduğuna inanıyordu, dolunayın olduğu akşamlar bir kere bazen de iki ayda bir kere dışarı çıkıp, etrafı kolaçan ediyordu. Takvimi olmamasına rağmen bunu adet edinmişti. Karşısına birinin çıkmasını, yürüdüğü tozlu yollarda kendi ayakları gibi bir çift tozlu ayağa daha rastlamayı bekliyordu. Koşsaydı etekleri bunca çamura, toza, buluta bulaşmaz, karışmazdı, yürüyordu, sanki sadece yürümek için gönderilmişti bu hayata. Yalnızlığından sıkılıyor ama ümidini de yitirmiyordu, yine yorgun argın döndüğü evinde bir gece yarısı bahçesinin kapısını açık bırakıp, ağacın altına oturdu, ıssız sokakların sesini dinledi, kuşların ötüşünden ve tanımadığı böceklerin kavgalarından başka ses yoktu, içinin sesi de susmuştu artık, evine girdi. Sabırdan ördüğü duvarlarda bir şeyler arandı, bulamadı, ilkel şartlarda belki de ölüp gitmekti niyeti ya da kalıp, çürümeyi beklemekti. Hiçbirini yapmadı, üşendi, sıkıldı. Yanına hiçbir şey almadan dünyasını terk etmeye hazırlandı, günlerce, aylarca yürüyüp, kendini unutacaktı çünkü dünyadaki son insan olduğunu henüz bilmiyordu. Bilseydi kestirmeden gidebilirdi bu dünyadan ama o işi uzatıyordu, zamanın kısalacağını zannederek… Belki bu yolda karşısına kendi gibi birisi çıkıp yoluna katılır ya da onu vazgeçirebilirdi gideceği bilinmezliğinden. Ama o uçmayı henüz bilmiyordu.
Artık evlerden çıkabildiğinde en çok nereye gitmek isterdin? Ben mesela sana dönmek isterdim, gidip, durmadan dönmek, başım dönünceye kadar dönmek. Sonrası olmasın, orada kalsın zaman, üstü kalsın ömrümün.
Halüsinasyonlar belki de ayetlerimizdir, üstelik de bizim görmediğimiz. Tek yaptığın şey noktayı silip, virgül yapıp, sonra da bitmek tükenmek bilmeyen cümlene devam etmekti.
İçten içe, içimi şu olanlardan etkilenmiyormuşum gibi inandırmaya çalışıyorum, psikolojim sağlam dursun ki, zaten düşük olan bağışıklığım daha da düşmesin diye, hiçbir şey normal değil ki, sağlığın, zorlukların yanında bambaşka şeyler de oluyor ki bir anda o girdabın içinde buluyorsun kendini, yine de umutsuzluğa kapılmamak, sağlam durmak şart. Umutsuzluk bağışıklığın en büyük düşmanı o da her azılı düşman gibi en zayıf yanını kolluyor.
Deliler herkesten daha güzel şiir yazar. Hayatı geldiği gibi yaşayan insanların rahatlığı, ruhlarının hafifliği hissedilir tüy gibi. O yüzden belki de kendilerini tam verebilirler uğraş verdikleri şeylere. Değer, kıymet, emek verirler. Bizim çağımızda bizi bize bırakmıyorlar. Uyansak bile bitmeyen kâbusların bekçileri gibiyiz. Hikâyelerdeki nesnelere anlam yükleyerek belki de yolunu bulabileceğini düşünüp, kaybetme umuduyla işaretleri takip ediyorsun.
Uyku düzeninin bozulması gibi bozulur, yerle bir olur mu bazı şeyler? Mesela düşüncelerimin en altına ittiğim şeyler, nesneleştirmeye çalıştığım görüntüler yeniden yer üstüne çıkar mı? Ya da düşünmeden duramayıp, her düşüncenin en üstünde sıklıkla aklımda ya da kalbimde beliren şeyler de alt üst olduğunda altta kalır mı? Adını o kadar çok tekrarladığım zamanlarda manasından, acı ve sızısından, yaşanılan ve yaşanılmayan tüm anlamlarından arınıp, sıyrılacağını düşünürdüm. Şimdi sanki o isim uzaklarda bir ölünün hayattan koptuktan sonra hayalet gibi aramıza karışma çabasındaki gizlilik, izleme, soluğu olmadığı için soluksuz. Uzaklarda unutulan bir ölünün adıyım, adın anlamları bambaşka şeylere bulaştı, değişti, anılsa bile o ad eski sahibini geri getirmeyecek. Belki de bir tek bana öyle geliyordu; sahipli, unutulmuş. Ben de değişik o olduysam, o da değişip başka biri olmuş olamaz mıydı? Ruhumla birbirimizi yeniden tekrar ve nasıl tanıyacaktık? Bir iz, bir işaret bırakabilecek miydik geride? Belki de kimse tanınmak ya da bulunmak istemiyordu, bulunmak unuttuğu bir kısım şeylerin gün yüzüne çıkması demekti, hatırlanmak, hatırlamak demekti. Yüzlerdeki sırdan çok kalpteki sırrı çözmeye uğraş veren kahramanların, ellerinde kıt kanaat yetindikleri umutlarından başka bir şeyleri yoktu. O umutla geçiniyorduk, yetiyordu, yetmediğinde kelimelerin aslında öyle olmadıklarını, içlerindeki sırra başvurarak, inancımızı kanıtlamaya çalışıyorduk. Yoksa şu cümlelere katlanılabilir miydi yeryüzünde?
Oysaki sıkıcı, rutin dediğimiz hayatı bile özleyecekmişiz, meğer tüm dünyayla aynı şeye dertlenecekmişiz. Gündelik dediğimiz şey bizim normalimizmiş. Vücudumuz yorulmaya bağımlıymış meğer. Bu bile bizi biraz olsun bütün yapar. Her şeyin normal olduğunu belki de bu anormal durumu yaşarken öğrendik. Yılların koşturmaları, şikâyetler, söylenmeler, bir türlü tatile çıkamadığın için sızlanmalar, yürümek. Trafik, durakta sıra kapmak için mücadele etmek, zaten dolu olan otobüse kıvrak hareketler yaparak binmeye çalışmak. Kazara bindiğin toplu taşımadan inememek, ineceğin durağı kaçırmak, markete gidip alış-veriş yapmak, fırından ekmek almak, sahafları rahatça gezebilmek, kitapçıda vakit geçirebilmek. Haftasonu bir yerlerde oturup, bir şeyler içmek, sonra hafta içi yeniden işe geç kalma korkuları, yoğunluktan bir şeyleri atlama, unutma korkusu, hepsi meğer çok normalmiş. Hep salt olanı ararken tutunduğumuz nesneler bile uzak artık, belki şimdi bulabiliriz içimizi. Gecede en az üç kâbus görüyorum, rüya kaldığı yerden devam etmesin diye iyice uyanıp, yeniden uyuyorum, bu sefer başkası, başka filmlerden alıntılanmış korkunç sahneler gibi, sabah uyanıyorum, başka bir kâbusun içindeyim.
Hepimizin arasına cam girdi, yüz yüze bakarken bile mesafeliyiz. Kediye sarılabiliyoruz da birbirimize sarılamıyoruz. Sevgi ezildi aramızda, tuttuk. Hâlâ yok olmasına tahammülümüz yok bir şeylerin. Tüm dünyayla ortak noktamız belki de ilk defa böyle beklemekti, Godot’yu beklermiş gibi beklemek, salgınımıza ilaç, kendimize şifa bekledik. Azaldık, öldük, nasihatler kaldı geriye, dokunamadığımız sevgileri bıraktık öylece. Herkes planlarını uzun bir süreliğine, belirsizliğe erteledi, kapılar uzun bir süre daha çalmadı. Onca uygarlıktan sonra bol g’li zamanlarda hâlâ yüzyıllar öncesindeki gibi derman arıyoruz, derdimize aşı. İnsanların terk ettiği sokakları hayvanlar sahiplendi, şaşkın, asıl onların yeri varmış gibi dünyada. Neyin inayetine kaldığımızı bile göremeyecek kadar küçücük bir şey, insaf bekliyoruz. Kardelenin inat ve azmini örnek alıyoruz. Coşkularımızı da başka baharlara emanet bıraktık. Bugün de ölmedik diye şiirler yazacağız, daha fazla şair anacağız. Belki bizi bağlılığımız kurtarır kim bilir? Züğürdüm belki de tesellim bu. Kaç ömür sığar, kaç kitap eder bir karantina? O unutamadığın şiirin gölgesinde daha ne kadar saklanacaksın? Geçip, gidebilecek misin sen de bu dünyadan, yüzüne bakamadıklarının arasından, hiçbir şey olmamış gibi… Asırlardır yok edilen yaşamların ahıydı belki de bu bize, miras gibi ölüm.
Şimdi biz ders alıp, geriye kalanlar, ölen oranın içinde olmayanlar; her şey bittikten sonra kalanların hatalarının ortalamasını alıp, payımıza düşen kısmını düzeltebilecek miyiz? Sürekli durmadan sürükleniyorduk, hatta evden hiç dışarı çıkamadığımız zamanlarda bile ama bizim aslında serüvenimiz eksikti. Uyuyup, uyanıp rüyalardan medet umuyoruz, dünya tenha, fenalık gibi bir şey.
Yirmi Sekiz Nisan İki Bin Yirmi 14:00
Nevin Akbulut
No Comments