Artık hayatta hiçbir şeyin seni şaşırtamayacağını anlayınca, yaşama sevinci denilen şey de bitiyor. Güven yani o çok iyi bildiğin ezinç, uçurum sarhoşu. Bazen gezip, dolaştığın sokakları okuduğun bir kitapta bulduğun, başka bir ülkenin sokaklarından tanırsın…
Tüm şu hisler nereden peydahlandı bilmiyorum, kalbimin odalarının hepsini röntgenlesem bile göremeyeceğim şeyler var. Zaman değerini yitirip, geçtikçe, eskiden burun kıvırıp, ilgilenmediğimiz şeyler, şimdilerde burnumuzun direklerini sızlatıyor, zamanın değil de kendimizin nankör olduğunu bir kere daha acı bir tecrübeyle anlıyoruz. Artık çoğu şey anlamını yitirdiği için, kendi manasını yansıtmıyor, belki de konuşurken, doğru kelimeleri kaybetmemiz bundandır. Kendimizi kelimelerle abartıyoruz, belki de ihtiyacımız olan şey, daha çok susmaktır, hiçbir yerin ortasında olunca, hiçbir yere varmak için çabalamana gerek kalmaz. Çizgi filmler de hastalanır. Kemikli veya köşeli kelimelerle dile getirdiğim cümlelerim şimdilerde hantal geliyor. Zamanında çok doğru şekilde ifade ettiğim açıklamalar şimdi yalın kalıyor. Hiçbir zaman yaşadığımı yaşadığım gibi ya da yaşamış olduğum gibi anlatamayacağımı anladım.
Konuşmayı bilmeden daha, kırılınca öğrendin, ömrün boyunca zayıf kalacağını ve kalpsiz, duygusuz en önemlisi vicdansız insanlar tarafından yapılan bir beton yapı kadar bile yer kaplamayacağını… Kalıcı değil de geçici bir şey olduğunu bilmek bile, bir çeşit uçucu bir teselliydi. İnsan hatadan oluşup, şüphe ve çelişkiyle var olur. Bacak kadar bir çocukken her şeyi merak edip, öğrenmeye çabalarken, çok bildiğini, bilmiş bir hâlinle etrafına çekinmeden gösterirken, büyüyüp kocaman bir insan olduğunda; bilmekten bıktığını hatta artık bilmek istemediğini, bildiklerini unutmak istediğini acıyla fark ediyorsun…
Petrolden, zamlardan, betonlardan, felaketlerden eğer zaman kalırsa, şiir yazar, şairlerin hayatını anlatırız rutubeti bol gecelerde. Yazın kavurucu ve kuru sıcağında hâlâ eğer yüzümüze vuran asfaltın zift kokusundan fırsat bulursak edebiyat konuşur, doğru bildiğimizi anlatmaya çalışır, birbirimizin ne dediğine kulak veririz, belki arada hak verdiğimiz bile olur, eğer bir gün kapitalizmden kurtulursak, gereksiz harcadığımız bunca zamandan sonra birbirimize öğretmeye değil de anlamaya çalışırız… Şu şehirde yaşayıp da içinden egzoz kokusu geçmeyen şiir kaldı mı? Kaldıysa kesin bir yerlerde unutulmuştur.
Rüzgârın soğuk bir gecede sarstığı buklemden haberim yok, kimse kimsenin kuyusunu bilemez. Gerçek tanıdıklığını yitirdiğinde, artık sana yabancı gelmeye başladığında hakikiliğini kaybeder. İnsan bol kusurlu, bozuk ve kırık bir yaratıktır, gösterişi çoğaldıkça, özeni azalır. Cenneti yaşamadan dünya denilen bu cehennemde sürgündeyiz, belki de bunun için daha çok cehenneme döndürme çabasındayız. İçindeki kalıplaşmış o sert, zaman aşımına uğramış, unutulmuş ama aynı zamanda da hep varlığını hissettiren yumrudan kimsenin haberi yok, onlar bunu boşluk diye biliyorlar, sen boğazında düğüm diye tanımlayabiliyorsun, ötesini anlatamıyorsun.
Kahramanı olmadığı için yazdığın kitaplar beğenilmedi, herkes elle tutulur, gözle görülebilir şeyler istiyordu, görünmeyenlerin varlığının bir anlamı ve kanıtı da yoktu. İçimde çok eskiden kalan bir şeyi nedensiz yitirmiş gibiyim, o şeyi yitirdiğim için de içimdeki diğer şeylerin bir tanıdıklığı yok benim için. Kahramanı olmayan karakterlerle yaşamaya alıştığın için yokmuş gibi oluyorsun.
Tüm sarhoşluklarımı bir araya toplasam, bir narkoz etmiyor.
okudukça tamamlanmış gibi
yazdıkça eksilmiş gibi hissediyorsun…
İçimdeki iki kişilikle de uğraşıyorum; birisi hep aynı kalmayı isterken, hiçbir şeyin değişmemesini yürekten dilerken, diğeri hep değişim, daha fazla şey bilme, öğrenme derdinde. Birisi hep dursun durduğu yerde, hiç ilerlemesin, ayağına taş değmesin, dokunmasın, hissetmesin, diğeri hep gitsin, yeni şeyler bilsin, görsün, okusun, öğrensin istiyor. Kendi bedenimde çelişkideyim, ikisiyle de başım belada.
Zaman; gidenlerin ardında bıraktıkları ve geri dönüp bakmadıkça asla görülemeyecek çizgilerdir, şerit hâlindeki, saat; kulağının çınladığı zamansız, gecenin bir yarısı ansızın çalan bir telefonun zil sesindeki acı bir ölüm haberidir. İzler sıkıldı, yok olup, gidemeyince. Bir sonraki gezegende iz olmayacaktı, yapaylığından ölecektin, canın bile sıkılmayacaktı, ağlamayacak, gülmeyecektin ama tüm bunların dışında sahte olmanın verdiği hakka dayanarak ciddileşecektin. Sonsuza kadar olacaktın belki ama kavga bile etmeyecektin, onun yerine sayıların yetkisi konuşacaktı, kaç kere silebileceğini, kaç defa yok edebileceğini düşünecektin, yok olmayacaktın ama gerçekleşemeyecektin de…
Gün gelir, teselli bulduğun şeylere lanet okumaya başlarsın, bu bile teselli olmaz! Sızım ağrıyor, derdimi sadece iki kelime ile anlatıp, susamadığım için ve söyledikten sonra da duramadığım için. Kedinin keyfi, benim kederim bitmiyor. Beynimde mayın, içimde yangın, dudağımda duman, sırf kendimle arayı bozmayayım diye, açmadığım konular var. Ahlakının izin verdiği ölçüde uyum sağlayabilirsin çağa, elastik değilsin tüm benliğinle değişip, uyuşup, alışacak kadar.
Sen gidince o masa ölü olmuyor, sadece senin içtiğini bir başkaları senin gibi içemiyor. Sen gidiyorsun, masa kalıyor, hayat varsa eğer devam ediyor, diğer masalarda oturanlar sen yoksun diye utanmıyor üstelik. Gülüşünün kıyısından düşen bir sitem kalıyor orada bir yerde ama sitemini bile görecek gönül yok masanın etrafında. Sen ölünce diğerleri yaşamış olmuyor, masa kalıyor, kahır kalıyor ama diğerleri kahrolmuyor sen yoksun diye. Bıraktığın şiirleri senin gibi, benim gibi kimse okumuyor, kimse kelimelerle kafayı bozmuyor. Sen gidince bir daha kimse senin gibi şiir yazamıyor, kederin bile rengi değişti. Tüm parçalarımı içimden çıkarıp, bir kenara yığsaydım, biliyorum daha az canım yanardı. Anlatacağım hikâyede kırık, ezik ve yırtıklardan öteye gidemiyorum, şimdi biz yaşamış mı oluyoruz tüm bunları söylerken, yoksa susmuş mu?
Tedavisi var mı mesela bu anlatamamanın? Ahlakının izin verdiği ölçüde uyum sağlayabilirsin çağa, elastik değilsin tüm benliğinle değişip, alışacak kadar. İçimde sürekli düşmeye alışmış bir müntehir, yükseklik korkularımdan biliyorum. Yarın yakınlığını bırakmış, gelecekten çok şey kaybetmiş. Kimse kimsenin dramında olamadığı gibi, herkes kendi evhamında yer ediyor, gömülmüş, endişeden başını kaldıramıyor. Her gün şu vücudu ayakta tutmak için yaşıyoruz, ezberlenmiş bir görev gibi. Oysa içimdeki dünya ateşi çoktan söndü. Ölüm beni çağırıyor, belki de ateş.
Beynimde mayın, içimde yangın, dudağımda duman…
Beş Mart İki Bin On Dokuz 14:30
Nevin Akbulut
No Comments