Artık yeterince hissizleştiğime göre, altıncı hissim de zarar görmüş müdür?
Aşırı iyimser kişiler aynı zamanda da aşırı karamsar kişilerdir ve fazlasıyla hayal kırıklığı yüklüdürler. Ölümün olmadığı her plan, sahtekârlık içerir, her umut bayatlamış bir oyalanmadır. Belki de hiç doğmadım, birinin yarım kalan ömrünün üzerinden devam ediyorum. Ateşin çıktıkça daha çok üşüyorsun, bu bile hayatın ne kadar tezat olduğunun göstergesi.
Koltuk deseni gibi oturuyorum, Tomris de gülleri değil, papatyaları severmiş. Hayatımda heyecanla öne çıkardığım şeyler, bir zaman sonra sadece heveslere dönüştü, bunun farkına varmamdaki bilmişliğimden kurtulamıyorum, pekâlâ kendi kendime de hayal kırıklığı yaşatabilirim. Kırık, döküklerimi de toplamaya ömrüm yetmeyecek biliyorum. Hayatım; anlamsız bir dipnottan fazlası değil. Bardağa dolan suyun sesi var, ama dolduktan sonra suyun sesi yoktur, ne zamandır sesim yok benim de… Bazen damarlarımın sesi bile daha fazla çıkıyor. Bir şiir elbette şifa ayeti olabilirdi kalbimdeki damarlara, tıkanıp, kalan bir şeyler var içerlerde ve ilerlerde.
Yüzündeki gözler her zaman senin değildir. Aynaya baktığında bazen kendini bulamazsın. Kelimeler olmasa, hayatın önü, ardı kocaman bir boşluk yani yalnızlık. Beni hiç inceleyemeyeceksin ve bunun için de hiç anlayamayacaksın. Ama bu benden hiçbir şey eksiltmeyecek, senin hayatından, belki… Sonunu bildiğin bir romanı yazarken, aradaki zamanı atlarken aslında rol yapıyorsun, yaptıkça da bu oyun gerçeğinin yerini alıyor ve bu gerçek hiçbir yere sığmıyor. Uydurduğun zamanların içinde sona gitmeye çalışırken yaptığın her şey uydurma ve buna katlanıyorsun. Kendimi bulup, o gecede kaybetmek isterdim fakat bu sefer de bulunacağım için korkuyorum.
Hiç yorulmadan Sisifos gibi sürekli yukarı yuvarlayarak çıkarmaya çalıştığın, yuvarlansa bile hep yeniden denediğin o büyük kaya parçasıyla birlikte bir gün “neden” diye sorduğunda içinde biriken tüm tiksintiler dışarı çıkar, hayal kırıklığına uğrarsın ve bıkkınlık çöker üzerine.
“Yaşlanınca anlarsın” diyen insanlar benim için yarının var olacağını nereden bilirler ve nasıl bu kadar emin olabiliyorlar, hayret ediyorum. Hiçbir şey yapmadan öylece durup, beklemek istiyorum, zaten bitecek olan ömrün, ziyan olduğunu görmek istiyorum. Zamanı gerçekten akışına bırakmak istiyorum, zaten ölümlü bir hayat için, bunca uğraşmak için, gerçekten aklımızla ilgili sorunlarımız var demektir. Hiçbir duyguyu birbirine karıştırmadan, hepsini benden uzaklara göndermek istiyorum, yaşamadan. Herkesin bildiği ama dile getirmediği hakikat, birisi tarafından söylenildiğinde, içlerinde sessizce barındırdıkları asıl hakikat değil de bunu dile getiren kişiden huzursuzluk duyarlar…
Herkesin gittikçe birbirine ve hızla evrildiği şu zaman diliminden tiksiniyorum, sanki herkes inatla birbirinin aynı olma derdinde, herkes bir diğerinin devamı gibi, farklıyız deseler de… Bunları görüp, fark ettikçe, ruhuma teşekkür edip, haklı çıkmakla beraber sinirle gülüyorum. Ama komik değil mi ya? Hepiniz var olun, yaşamak için bolca hayal kırıklığı verdiniz, güldürmek yerine fazlaca ağlattınız, yazmam için de epey malzeme bıraktınız, dengesizler…
Her inanışım, daha önce yaralanmamış bir yerimi parçaladı. Her gün kelimelerin başka anlamlarına bakıyorum, kendime yeni cümleler kurmak için, teselli bulmak için, belki merhem olur edasıyla deniyorum, tedirginliğim geçmiyor. Bir kere özleyince kaçan iştahın yüzünden başka daha hiçbir şeyi özlemek istemiyorsun. Tedirginliğimden bile memnun olduğum zamanlar vardı ya da bana öyle geliyordu. Ölünce Rapunzel olacağım, bunu en iyi Marquez bilir… Üç noktaların söyleyebildiğini hiçbir işaret anlatamaz ve bıraktığı derin boşluğu hiçbir cümle dolduramaz ölüler ve düşler hariç. Belki bilmediğim bir dilde, anlamını bilmediğim bir kelime tüm her şeyi tek başına açıklayabiliyordur, kim bilir… Adım başı dertli rubailerden oluşan şu hayat, deli bir kızın türküsündeki yağmur…
İnandığım şeyler sizinkilerle aynı olamayabilir, kabul, sizin gibi inanıyor da olmayabilirim. İçimden gelen renge inanıyorum, içimin alışık olmadığı bir şeyi kabullenemiyorum, istediğim gibi gülüyorum, istemediğimde sizlere göre komik bile olsa gülmüyorum. Dünya üzerime geldiğinde de içimdeki güce inanıyorum, sızılarıma güveniyorum sezilerimden çok. Her şey ters gitmeye devam etse bile, düz gittiğinde daha iyi olacak diye bir şey yok, bunu biliyorum. Bir dakika sonrasında ne olacağını bilemediğim için bunun bile gelecek olan mucizelere bir umut doğuracağına inanıyorum.
Birçoğumuz okumayı yazmayı belki de intihar mektubu yazmak için öğrendi. Pencereden bakarken beslediğim umutlar kuşların kursağında kaldı. Her gün dışarı koyduğum su kaplarının sularını yeniledim, bir şeyler iyi olsun, temiz olsun, içilebilir, yutulabilir olsun istedim, içimde bekletip, çürüttüğüm şeyleri çoktan unuttum. Unuttukça dengem kurtuluyordu, elimde değildi, yuvarlak bir dünyanın içinde ayakta durabilmek zordu. Kuşlar gibi uçup, konabileceğim bir yer yoktu, bu bile beni kimsesiz yapardı ya da hiç yapardı, birinin hiç olması aslında başkalarına bağlıdır daha çok, kendim içimde çoktan kabullendiğim hiçliği, uzaklarda denize bırakabilirdim, üzerime konması gereken martılar vardı, her kanat çırpan kuşun, alacağı özgürlük vardı dünyadan, ya benim neyim vardı? Huzurun konforundan uzak, güvenlikten yoksun, sıcaklık aramakla bile bulunan bir şey değil.
Yaşayarak öğrenemediklerini, yazarak öğrenmeye çalışıyorsun, oysa bir kalemin ucu bir ipe bağlıdır çoğu zaman, gökyüzüne bağlı değildir. Yürümeyi öğrenirken, kanatlarından vazgeçeceğini biliyor muydun acaba? Öğrendiğin anda bir daha asla eskisi gibi olamayacak hayatın diğer zamanlarını? Sınırlarını yürüyerek çizmeyi öğrettiler sana, siyah bir tükenmez kalemden daha fazla tükenemeyeceğine inandırdılar, yazsan bile görünmeyen kelimelerle anlatmaya çalıştığını varsaydılar yani boşunaymış gibi senin yaptıkların, yapacakların, yapmaya teşebbüs ettiklerin, sürekli önünü kapadılar. Bu bilinçsizliği kim yerleştiriyordu böyle zihinlere bilmiyordun. Bilmeyince biraz daha masumdun. Dünyanın dengesi yazmaktan önce de vardı, içini susturamayanların romanını dinliyoruz, tutmak istediğimde uyuşan elimle ulaşmaya çalışmak, aşırı çabadan başka bir şey değil, sarılmak her zaman sağlıklı değil. Söylediklerim yerine ulaşmıyor, sustuklarım her yeri kaplıyor, suskunlukları sahiplenecek çok kalp var çünkü. Saçlarımı koparıp, attığım gibi, beynimi de koparıp, fırlatasım var, yerde ne çok kelime var, yukarılarda ne çok susan var.
Bir tek öğle güneşinde güveniyorsun gölgene, beton zeminlerin üzerinde yürürken, yüreğinin sertleştiğini hissediyorsun, yumuşacık topraklara benzemiyor buralar, ayaklarını yutacak gibi geliyor zemin, sonra da seni zaman, yenileceksin böylece. Durduğun yere hapsolmuş gibi, bir hareket yapmak eziyet, başını kaldırıp, bakmak işkence, adım atmak korku, durduğun yerde tüketiyorsun önce zamanı sonra kendini. Üstelik bundan zevk alıyorsun, yok etmek istediğin şeyleri böylece daha çok yok edeceğine inanıyorsun, hiçbir iz bırakmak istemiyorsun, zaman nankör, dünyaya sadece ziyaret amaçlı gelmiş gibi sürükleniyorsun. Melaike değiliz ki buradan gidebilelim, yoksa ne işimiz olurdu bu kötülüğün ortasında? Ruhunu alıp, önce bir ağaç dalına asıp, oradan da gökyüzüne uçurabileceğini sanıyorsun, üstelik ayakların yerde, yerin dibine batarken, hâlâ…
On İki Aralık İki Bin On Sekiz 10:30
Nevin Akbulut
No Comments